(12 Temmuz 1891, İstanbul – 23 Şubat 1971, İstanbul),Şair, gazeteci, oyun yazarıdır. Aynı zamanda 40 yıl edebiyat öğretmenliği yapan Halit Fahri hece ölçüsünün beş şairi arasında yer alır, Ozansoy, başta şiir olmak üzere tiyatro ve roman türlerinde pek çok eser vermiş bir edebiyat ve kültür adamıdır.
1891 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası tıp, tarih, tiyatro ve şiir olarak basılı pek çok eseri bulunan Mehmed Fahri Paşa, annesi Zehra Hanım’dır. Ailesi ona Mehmet Halit ismini verdi. İkinci ismi olan Halit’in yanına babasının ikinci ismi Fahri’yi ekleyerek Halit Fahri adını kendisi oluşturmuştur. Yedi yaşında iken annesini veremden kaybetti. Şair Ziya Gökalp’in teyzesinin torunu ve Süleyman Nazif’in yeğeni olan Halit Fahri, şiir ve yazı yazma zevkini ailesinden aldı.
Zeyrek, Vefa semtlerindeki mahalle mekteplerinde ve Sultanahmet’teki Tefeyyüz Mektebi’ndeki ilk öğretimden sonra Bakırköy Rüşdiyesi’ni bitirdi (1904) ve Mekteb-i Sultanî’de yatılı okumaya başladı. Hastalık nedeniyle öğrenimine ara vermek zorunda kaldı. Filibe’deki amcasının yanına gidip 15 ay kaplıca tedavisi gördükten sonra tekrar okula döndü. Bu dönemde okul müdürlüğüne Tevfik Fikret gelmişti.[3] Türkçe öğretmeni Ali Kami Bey ve okul müdürü Tevfik Fikret sayesinde edebiyata ilgisi gelişti. İlk yazısı “Facia-i Beşerden Bir Levha” başlığıyla Mart 1910 tarihli Tiraje dergisinde yayımlandı. 1911 yılında tasdikname alarak Mekteb-i Sultani’den ayrıldı ve İstanbul Darülfünu’nda Fransız Dili şubesinde devam etti; ancak bu okulu bitirmedi.
Şiir ve yazı yazma zevkini ailesinden alan Halit Fahri’nin, Galatasaray’dan hacası Ali Kami’nin (Akyüz) yazdıklarını tashih etmesi, okul müdürü olarak Tevfik Fikret’i yakından tanıması ve ona hayran olmasıy la edebiyat merakı iyiden iyiye gelişti. İlk yazısı “Facia-i Beşerden Bir Levha” başlığıyla Mart 191 o tarihli Tiraje, ilk şiiri “Mazideki Aşk İçin Sana” 1912’de Rübdb dergilerinde yayımlandı . Halit Fahri, bu dönemde aruz ölçüsüyle ve Fecr-i Âti sanat topluluğunun etkisi ile şiir yazmaktaydı. İlk şiiri “Mazideki Aşk İçin Sana” 1912’de Rübab dergisinde yayımlandı. Aynı yıl ilk şiir kitabı Rüya yayımlandı. 22 sayfalık bu kitabı babasına ithaf etmiştir.
Ardından Alemdar ve Yeni Mecmua gibi gazete ve dergilerde yazıları , şiirle i çıktı. Bu yıllarda tiyatro ile de yakından ilgilendi; Darülbedayi-i Osmani’yi kurmakla görevli Andre Antoine’ın da bulunduğu jüri önünde Abdülhak Hamid’in N esteren’inden ve Şehabeddin Süleyman’ın Kınk Mahta sından iki sahne oynayarak başarılı bir imtihan verdi ve Darülbedayi-i Osmanl’ye kaydoldu ( 14 Temmuz 1914). Ertesi yıl da ona ilk şöhreti kazandıran Ba kuş adlı piyesini yazdı. Piyes Darülbedayi’de oynanan ilkTürk dramı unvanını kazandı.
1914’te Darülbeday-i Osmaniye sınavını kazanarak tiyatro bölümüne kaydoldu; kısa bir öğrencilik döneminden sonra aynı okulda öğretmen yardımcılığına getirildi. Hem öğrencilik hem öğretmenlik yapamayacağını anlayınca öğrenciliği bıraktı. Oyunculuk merakı çevresinde onay görmediği için kısa bir süre sonra Darülbedayi’den tamamen ayrılan Halit Fahri, 1914’te Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’ne bağlı olarak kurulan Milli Türk Cemiyeti’nin kuruluşunda görev alarak cemiyetin yöneticileri arasında bulunmuştur.
İlk evliliğini 1915’da Neyyire Hanım’la yaptı. Ertesi yıl Gavsi adında bir erkek çocukları olan çift, birkaç yıl sonra ayrılmıştır.
Şair, 1915 yılında Talat Paşa’nın daveti ile Çanakkale Cephesini ziyaret eden şairler arasında yer aldı ve izlenimlerini Cenk Duyguları (1917) adıyla kitaplaştırdı
1916’da Baykuş adlı manzum piyesi yazarak tanındı. Baykuş, Darülbedayi’nin sahnelediği ilk Türk tiyatro oyunu oldu. Halit Fahri, hayatı boyunca bu alanda sistemli bir düzen içinde eser vermeyi sürdürmüştür.
1916 yılında sınavla öğretmenlik hakkı aldı ve Muğla Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı. Bir yıl Muğla’da, bir yıl Konya’da çalıştıktan sonra İstanbul’a döndü. Kırk yıl süreyle İstanbul’un çeşitli okullarda edebiyat öğretmenliği yaptı.
Öğretmenliğin yanında yayın hayatını da sürdüren Halit Fahri, ilk şiirinin yayımlandığı Rübab dergisinde bir süre düzenli olarak yazılar yayımlamayı sürdürmüş; daha sonra arkadaşları ile Kehkeşan dergisine ardından Şehbal dergisine geçmişti. Bu arada dönemin önde gelen edebiyat dergisiServet-i Fünun’da Bağdad adlı şiirini yayımlatmayı başardı. 1917’de Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin gibi Türkçülerin etkisiyle hece vezninde şiirler yazdı. Hece vezninde şiirleri Yeni Mecmua, Talebe Defteri, Türk Kadını gibi dergilerde yayımlandı. İkinci şiir kitabı Cenk Duygularını (1917) yayımladıktan sonra tekrar aruza yönelen Halit Fahri, düzenli aralıklarla yedi şiir kitabı daha çıkarmış ve sonra şiir kitabı yayımlamaya uzun bir ara vermiştir.
1919’da dayısı Ahmet Kadri Bey’in gazetesi Alemdar’da çalışmaya başladı. Çok geçmeden Alemdar’dan ayrılıp kendi dergisi Şair Nedim’i çıkarmaya başladı. Haftalık bir dergi olan Şair Nedim, 18 sayı çıkabilmiştir. Reşat Nuri Güntekin, Faruk Nafiz Çamlıbel, Selahattin Enis gibi şair ve yazarların ilk yazıları bu dergide yayımlandı. Beklenilenin çok üstünde ilgi gören dergi, İzmir’in işgali üzerine kapandı.
Halit Fahri, dergisini kapatmak zorunda kalınca yazılarını İfham, Büyük Mecmua ve Peyam-ı Sabah’ta yayımlamaya başladı. Diğer memurlar gibi öğretmenler de maaşlarını alamadığından çeşitli gazetelere yazdığı makalelerden aldığı para ile geçimini sağlamaya çalıştı. Servet-i Fünun, İnci, Ümit dergilerinde manzumeler yayımladı. 1920’de Yeni Mecmua’da Aruza Veda başlıklı şiirini yayımlayarak Beş Hececiler arasına katıldı.
1921’de Ali Zoti ailesinden Aliye Hanım’la ikinci evliliğini yaptı. Bu evlilikten iki üvey kızı (Güzin ve Melahat) oldu.
1926 yılında Servet-i Fünun dergisinin yazı işleri müdürlüğünü devraldı. Fikir ve Sanat Aleminden Haberler sütununda yazmayı 1943’e kadar sürdürdü. Derginin sahibi Ahmet İhsan Bey’in ölümünden sonra Servet-i Fünun’dan istifa etmiştir. 1937’de başladığı Son Posta gazetesindeki haftalık yazılarını ise 1951’e kadar sürdürdü.
1953 yılında devlet Fransızca dil imtihanını kazanıp Fransa ve İtalya’ya gitti.
1955 yılında Şehir Tiyatroları Dergisinin yazı işleri müdürlüğünü üstlenen Ozansoy, 1956 yılında yaş haddi nedeniyle öğretmenlikten emekli oldu ve gazeteciliğe daha çok ağırlık verdi.
1962’de eşinin vefatı üzerine bunalıma girip hastalandı. İlk dokuz şiir kitabını ardı ardına yayımlamış, 1936’da yayımladığı Sulara Dalan Gözler’den sonra şiir kitaplarına 26 yıllık ara vermişti. Eşi için yazdığı şiirlerini topladığı Hep Onun İçin adlı şiir kitabını 1962’de çıkardı. 1964’te son şiir kitabın Sonsuz Gecelerin Ötesindeyi yayımladı.
Ömrünün son yıllarını Kızıltoprak’ta geçirdi. Ayrıca yirmi yol boyunca yazları Büyükada’daki yazlığında geçirmiştir.
Fransız Ankara büyükelçisi, Fransızca’dan yaptığı tercümeler ve Fransız kültürüne katkılarından ötürü kendisine 1969 yılı sonunda Milli Liyakat Nişanı ve şövalye payesi verdi.
Şair, 23 Şubat 1971’de İstanbul’da kalp krizinden hayatını kaybetti. Vasiyeti gereği Türkçe kitapları Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne, Fransızca kitapları Galatasaray Lisesi’ne verilmiştir. Cenazesi Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Hayatındaki Önemli Olaylar
İlk yazısı “Facia-i Beşerden Bir Levha” başlığıyla Mart 1910 tarihli Tiraje dergisinde yayımlandı.
İlk şiiri Mazideki aşkı ise Fecr-i Ati topluluğu etkisinde 1912 yılında yazmış ve Rübap dergisinde yayımlanmıştır.
Baykuş adlı eserini 1916 yılında yazarak manzum piyesi olarak tanınmıştır.
1920’de Yeni Mecmua’da Aruza Veda başlıklı şiirini yayımlayarak Beş Hececiler arasına katılmıştır.
1926 yılında Servet-i Fünun dergisinin yazı işleri müdürlüğünü devraldı. Fikir ve Sanat Âleminden Haberler sütununda yazmayı 1943’e kadar sürdürdü.
1937’de başladığı Son Posta gazetesindeki haftalık yazılarını ise 1951’e kadar sürdürdü.
1955 yılında Şehir Tiyatroları yazı işleri müdürlüğüne geçer.
ESERLERİ
İkdam, Alemdar, İleri, Akşam, Hakimiyet-i Milliye, Cumhuriyet, Büyük Mecmua, Rübab, Dergah, Hayat, Fikir Hareketleri, Milli Mecmua, Resimli Ay, Darülbedayi, Şehir Tiyatrosu, Türk Tiyatrosu, Varlık, Hisar gibi çok sayıda gazete ve dergide yazan azansoy’un bu süreli yayınlarda 15OO’den fazla makalesi ve kitaplarına girmemiş 300′- den fazla şiiri vardır. Yayımlanmış on bir şiir kitabı, yedi tiyatrosu, iki romanı ve dört hatıra kitabından başlıcaları şunlardır:
Şiir:
Cenk Duygulan (1918), Efsaneler (1919), Bulutlara Yakın (1921), Gülistanlar Harabeler (1922), Paravan (1929), Balkanda Saatler (1931). Sulara Dal an Gözler (1938), Hep Onun İçin (1962), OZANSOY, Halit Fahri Sonsuz Gecelerin Ötesinde (İstanbul 1964).
Tiyatro:
Baykuş ( 1917), İlk Şair (1923), Sönen Kandiller (İstanbul 1926), Nedim (İstanbul 1932), On Yılın Destanı (1933), Hayalet (1936), Bir Dolaptır Dönüyor (İstanbul 1958).
Roman:
Sulara Giden Köprü ( 1939), Aşıklar Yolunun Yolculan (1939).
Hatıra:
Edebiyatçılar Geçiyor (1939), Darülbedayi Devrinin Eski Günlerinde (1964), Eski İstanbul Ramazanlan (İstanbul 1968), Edebiyatçılar Çevremde (Ankara 1970)
ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER :
VATAN DESTANI
O kadar dolu ki toprağın şanla,
Bir değil, sanki bin vatan gibisin.
Yüce dağlarına çöken dumanla
Göklerde yazılı destan gibisin.
Hep böyle bulutlar içinde başın,
Hilâli kucaklar her vatandaşın.
Geçse de asırlar, tazedir yaşın,
O kadar leventsin, fidan gibisin.
Çiçeksin, bayılır kuşlar kokundan,
Her dalın bir yay ki zümrüt okundan
Müjdeler fısıldar Ergenekon’dan:
Bu sese gönülden hayran gibisin.
Ey bütün cihana bedel Türkeli,
Açtığın cenklerin yoktur evveli.
Tarih bir nehir ki coşkundur seli.
Sen ona nisbetle, umman gibisin.
Bir yandan hep böyle taştın, köpürdün,
Bir yandan cefalı bir ömür sürdün,
Fakat ne derece ezildinse dün.
Şimdi gene tunçtan kalkan gibisin.
Bir insan nihayet kemikle ettir,
Bu et, bu kemiğe can hürriyettir.
En büyük hürriyet Cumhuriyettir,
Demek şimdi sen bir cihan gibisin.
Ey ana toprağı, ey Anadolu,
Açıldı önünde terakki yolu.
Hamdolsun her yanın bereket dolu,
Cennette bir yeşil meydan gibisin.
Yeni bir ay ördün al bayrağına,
Girdin en sonunda irfan bağına,
Medeni hayatın nur ırmağına
Ezelden susamış ceylan gibisin.
BAYRAM MEKTUBU
Bu gece mübarek bayram gecesi;
Mavzerim dizimde, siperdeyim ben.
İşitilmiyorsa bir davul sesi,
Toplar inildiyor tâ derinlerden.
Yalnız mısın, ninem, ocak başında?
Bu anda ben senden, sen benden uzak.
Oğlun bir kahraman bu genç yaşında:
Üzülme, bayramım benim pek parlak.
Bütün gün arslanca döğüştük yine,
Düşmandan üç siper aldık bu akşam.
Kaçtılar, atıldık biz peşlerine:
Zafer bizde kaldı… Ne büyük bayram!..
Yanımda bir donuk fener ışığı
Üstümde yapraklar, dallar titriyor.
Siperin önünde bir sarmaşığı
Gittikçe büyülten gece açık mor.
Dağınık yıldızlar bir yığın inci.
Bir ateş parlıyor karşıki yarda.
Uyumayan bir ben, bir de nöbetçi,
Top sesleri sustu; çıt yok civarda…
Ne tatlı uyuyor bizim yiğitler;
Hücum borusunu bekliyor gibi.
Yâ Rabbi, bize sen hergün zafer ver,
Din düşmanlarını kahret, yâ Rabbi!..
Para yollamıştım, aldın mı, bu ay?..
Köyde ne var, ne yok?.. Harman bitti mi?
Bu yıl bereketli diyorlar buğday
Koyunlar yaylaya çoktan gitti mi?..
En son kâğıdını henüz dün aldım:
“- Nişanlın, diyorsun, düşündüğünü
Saklayıp ağlıyor…” Şaşırdım kaldım,
Türk kızı ağlar mı intikam günü?..
Söyle ağlamasın güzel Eminem,
Allah bilir, hergün onu özlerim.
Uzat ellerini, öpeyim ninem,
Çünki artık uzun sürdü sözlerim.
YOLCULAR
Topladık yollarda altın, fildişi
Hindi geçtik üç yüz altmış beş gece
Elde paslanmış kılıçlar, gizlice
Maverayı Çine girdik kırk kişi
Yoktu artık burkulan dizlerde tab
Kargalar çökmüştü yüksek setlere
Bin bir akşamdır tehi mabetlere
Bir soluk kandil yakarken mehtab
Hemdem olduk bir kırık mihrab ile
-Nerdeyiz? Yol sisli, kervan geçmiyor.
“Eski şehrazadı gözler seçmiyor
“Karşı vadilerde yok bir köy bile!”
Bir giriv aşmışdı muzlim minberi
Çıkdı bir biçare, mağmum ihtiyar
Eski şehrazada zulmet – şehriyar,
Zümrüd-ü anka şehir açdıktan beri.
Kapkaranlık bir çukur başdan başa.
Haykırır baykuş yıkık bir laneden
Boş kemerlerden geçen rüzgâr neden
“Böyle çılgın çarpıyor taşdan taşa?”
Etdi mevta-yı sükut ormanlara
Sisli feyfalarda artık gaibiz
Görmeden, heyhat, şehr-i azadeyi biz
Peyrev olduk serseri kervanlara.
EYÜP SIRTINDA
Bir servi, bir mezar, bir susuz çeşme!
Akşam, gökte koyu bir mavileşme!
Uzakta, bir göle benzeyen Haliç!
Şâir, sen bu şiiri yazmadın mı hiç?
Sen nasıl cihandan renk alırsın da
Annenin yattığı Eyüp sırtında
Görmezsin bu hüzün çerçevesini!
Gel dinle şu garip kumru sesini.
Kalbi yetim olan bu sesi dinler.
Gözün yaşarsa da için serinler,
Dinle bak ve hazin ne içli hû, hû!
Üstünde titrerken annenin ruhu
Bu aziz toprakta saatlerce kal,
Hatta bütün gece, bütün gece kal,
Ve başın dayalı kara serviye,
Ağla için için ah anne… diye.
Bayramın mübarek, ömrün çok olsun,
Beni soranların hepsine selâm:
Duâ et, düşmanlar saçını yolsun,
Bizi de her zaman güldürsün Mevlâm!..
ANADOLU AKŞAMI
Bir mektup parçası
Sevgilim, ne kadar hüzünlü bilsen
Bu ölgün akşamın ölgün bestesi,
Uzak tepelerden, dağlardan esen
Aşina olduğum rüzgarın sesi.
Gölgeler içinde ağaçlar yorgun,
Her tarafta yetim bir tevekkül var.
Sanki fısıldıyor Anadolu’nun
Uyuyan ruhuna ninniler rüzgar.
Sürüler iniyor karşı bayırdan,
Günün son ışığı vurmuş dereye.
Bir Muğla türküsü yükseldi kırdan:
“Ayşem, aygın baygın Ayşem, nereye? “
MEZARIN BAŞINDA
Bütün şehirlere, Afgan’a, Hinde, Çine uzak
Soğuk bir akşamı aydınlatan sema parlak
Kamer, mezarlığın üstünde çatlamış bir tunc
Işıklı bir dere etrafı portakal ve turunc
Ağaçlarıyla, çiçeklerle sazla çevrilmiş
Uzakda, bir meşe altın sarıklı bir derviş …
Sükût … ufukda sükût … eski beldelerde sükût
Kamer, mezarlığın üstünde bir kızıl yakut
Siyah serviler, öksüz bakışlı heykeller,
İlahi nura açar titreyen zaif eller.
Mezar taşları korkunç kavuklu bir kolcu
Uzakta, beygire binmiş, sarıklı bir yolcu
Kasırga, toz, duman altında şimdi yaklaşıyor:
Çedik pabuçları boncuklu, eski cübbesi mor.
Mezarcının ufacık hanesinde lamba kısık
Kımıldanan dağılan kuytu gölgeler pek sık
Ocak homurdanıyor, parlıyor yavaşca oda
Mezarcı ateşe karşı, bir aksakallı Buda.
Gece saat sekizdi, çatlayarak
Kapı sarsıldı kişneyip kısrak
– Kim o? – Cana! Yolcu bir dedeyim
Simsiyah bir mezara düşdü nim
Kamburum çıkdı işte on senedir
Bir işim var… Mezarcı sordu: – Nedir?
Bir karanlık sükûndan sonra,
Şeyh mağrur, alnı pür-nur evliya
Verdi çılgın bir cevap!
– Parlıyor bak mehtab!
İşte yıldızlar birer meş’um ölü!
Lâşeler solmuş … Ufuklar örtülü…
Gel, çabuk gel! Bir çukur kaz, haydi hu,
Yâ hu …
Çukur kazıldı… Siyah
Bir sütun oldu yükselen toprak.
Dest-i billûr badı ıslatarak
Akıyor sanki bir piyale-i mah
Şeyh asude, şeyh bivaye
Aya gösterdi bir mukaddes el.
Oldu bin parça gizli bir heykel
Ölü yıldızlar akdı makbereye…
ULUDAĞ
“Setbaşı”nın ışıkları
Gölgeleri noktalıyor.
“Uludağ”ın aşıkları
Yine sevdaya dalıyor
Ta ezelden böyle meftun
Hepsi engin bakışlarla
Yüksek başı bir bulutun
Koynundaki bu kartala.
Mağrur kanatları taştan,
Fakat göze yumuşaktır.
Etrafında sanki baştan
Başa sevgimiz kuşaktır.
Bu sevgi, bu derin sevgi
Milli bir neşedir bize.
Bu bulutlar içindeki
Dağ yakındır kalbimize.
Manzarası ta uzaktan
Kabartırken göğsümüzü,
Bize selam verir bazen
Ayın gülümseyen yüzü
Bu ay, durgun akşamlarda
Uludağ’ın ziynetidir.
Yıldızlarsa ta yukarda
Onun çiçek demetidir!
Alnı yazın bile karlı:
Bakanlara hayret gelir.
Ve o, daima vakarlı,
Böyle yükselir, yükselir…
Sararken de mağrur durur,
Akşam onu sisleriyle.
Ve kalbimiz vurur, vurur
Coşkun vatan hisleriyle…