Sait BAŞER
Macit Şayin ve Ali Bektaş gibi göz bebeğimiz, iki güzide dostumuzun sualleri üzerine, acz ve şehadetimizin kıvamınca(ne kadarsa), tamamen subjektif sayılması gereken düşüncelerimi arz edeyim. İlgili şiirin metnini verelim önce:
Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pürnûr olmadan
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk
Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan
Hakk cemalin Kâbe’sini kıldı âşıklar tavaf
Yerde Kâbe, gökyüzünde Beyt-i mamûr olmadan
Mest olanların kelâmı kendiden gelmez veli
Ya niçin söyler Ene’l-Hak, kişi Mansûr olmadan?
Mest olup meydane geldim ta ezelden ta ebed
İçmişem aşkın şarabın âb-ı engûr olmadan
“Mûtû kable en temûtû” sırrına mazhar olan
Haşr-ü neşri bunda gördü nefha-i sûr olmadan
Âşıkın çok derdi ammâ sırrın izhâr eylemez,
Söylemesi terk-i edeb çünki destûr olmadan.
Bir acâib derde düşmüş, tutuşur Şemsî müdâm,
Hakk’a makbûl olmak ister, halka menfûr olmadan…
Şemseddin Sivâsî Hz.
Ali kardeşin sualleri:
1-“İlk beyitle son beyit arasında bir tenakuz mu var, bendenize mi öyle geliyor aziz hocam?”
*
2-“’Hakk’ın makbulü olmak, halkın menfuru olmamak’ vurguları ile ‘ağyarı dilden sürmek, padişahı konuk etmek’ gibi, bu iki beyitte anlatılan hususlara dair kanaatinizi sorsam ne buyurursunuz?”
*
3-“Sonra ‘Hakk’a makbul olmak’ imkanı oldukta, ‘halkın menfuru olmak’ niye derde düşürüp tutuştursun Hak ehlini? Emin olunuz dün bir arkadaşla bu bahisleri konuştuk tevafuk bugün siz gazeli verdiniz.”
Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pürnûr olmadan
Bir acâib derde düşmüş, tutuşur Şemsî müdâm,
Hakk’a makbûl olmak ister, halka menfûr olmadan
İlgili beyitler bunlar.
Aziz dostumuz çok iyi bilir ki, irfan alışverişi iki cenah gerektirir. Anlatan taraf ne kadar yetkin olursa olsun, anlayan tarafın da kalbinde o anlam’a dönük bir tecrübe, fıtrî biliş örneği bulunması şarttır. “Gördüğünü kalbi yalanlamadı”(Necm-11) hikmetini, “duyduğunu, anladığını, hissettiğini…” gibi düzlemlerde de yürütmek mümkünmüş gibi gelir bize. Dolayısıyle, hikmet bahsinde tek taraflı hokus pokus veyâ gösteri ile mânânın muhatapta inşâsı mümkün değil. Muhataplarımızın anlatılan meseledeki “şehâdet”leri ile anlatandaki öz arasında mutlaka bir “alâka” kurulmak zorunda.
Tasavvufta mutlak vahdâniyet idrakine ulaşmanın şartı, cüziyyet âleminin unsurlarına dönük ayrı/gayrılık görme halinin bertaraf edilmesi ise, ilk beytteki “cümleden dur olmadan(cüz’iyyet âlemine ve onun bütün unsurlarına kayıtsızlık)”ın anlamı vuzuh kazanır. “Hakk’a makbul olmak”, ancak kesretin de aynen Vahdet oluşuna uyanmışlığı şart kılıyor. Eğer bu şarta rağmen, “halk”ı Halık’a rağmen var görmeye devam ediyorsak, orada henüz bir Tevhid şuuru zuhur etmemiştir. Buna mukabil etrafa şirinlik gösterisinde bulunmak, o ayrı/gayrı gördüklerimizin hoşnudluğunu öne almışsak, onların her biri noksanlık ve cüziyyet mahkumiyeti içindeki nefsani taleplerine göre memnun olacakları için, bizim de varacağımız yer kesret anaforlarında savrulmak olacaktır.
Bu anaforlara tutulmamak, kesrette de Vahdâniyyet’e şehâdet ederken, cüz’iyyet zaafları nezdinde “menfur olma”yı göze almaklığımız demek.
Buradaki “nefret”ten kasıd, şeytaniyetin hoşlanmaması, yahut cüz’î algılardaki heveslere yani kesret mahkumiyetinde kalakalmaya karşı durmak, gibi görünür fakire.
Şemseddin Sivâsî Hz.’nin kendi nefsine varlık veriyormuş gibi bir zandan kurtulmak adına, edeben böyle dediğine kani olduğumu da ilâve edeyim.
*
Elbette daima daha öteleri vardır her konunun. Burada bu kadarla yetinelim. Bendenizin hasbî kanaatim bu.
Arzu kardeşin verdiği âyet-i kerime meali de bir başka açıdan destek veriyor. “Kurtulanlar temizlenenlerdir”. Vahdaniyet dışında bir “Hakikat” bulunmayan varlıkta “temizlenmek”, işte o cüziyyet idraki esaretinden, cüz’iyet bilişleri demek olan evhamdan sıyrılmaya, çıkmaya delil olmalı. Bunun yol ve yöntemi ayrı bahisdir ve siz fevkalâde iyi bilirsiniz.
***
Macit bey dostumuzun suali ise şöyleydi:
“Tevafukun böylesi, dün bir arkadaşla bu “boşluk” meselesini konuştuk. Üzerine bu paylaşım geldi, tabiatın boşluk kaldırmadığı malum, fakat bu boşluk hangi saiklerle ‘kedicilerle ve cübbelilerle’ dolduruluyor büyük soru işareti buydu.
Günümüzde ehli irfanın halk içinde yeterince tanınır, anlaşılır ve dolayısıyla muteber olamamasının sebepleri nelerdir ?
Derken
‘Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk
Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan’
Bu mısra ferd için bir çözüm yoluna işaret ediyor, lakin halkın ekseriyetinin teveccüh gösterdiği istikamette büyük sıkıntılar olduğu aşikar değil mi ?
Bu derdi Hakk Halk ilişkisi bağlamında nasıl izah ediyorsunuz hocam, benim sorumda bu olsun acizane.”
*
Macit kardeş,
Düşünce tarihinde kullanılan bir tabir var: Kültür çevresi!
Arz-talep kanunları önemli ölçüde bu sâhada da işliyor. Toplumdaki talebin seviyesiyle o talebe verilecek cevap arasında elbette bir geliş-gidiş var. Yoksa Şemseddin Sivasî Hz.’nin anlayışına paralel fikir ve yorumlar bu cemiyette hiç eksik olmadı. Toplumun rağbeti kolay çözümlere, nefs tezkiyesine girişmeden şekil şartlarını yerine getirip sonuç almaya odaklı olunca sonuç budur. Kimsenin toplumdan gizlendiği filan yok.
Toplum bir izafi şahsiyettir. İşin aslı her bir ferdin kendinde uyanışı. Kişilik kazanması! O uyanışa yaklaşmadan bir “kimlik” üniforması giyinip cennete kapağı atmaya ayarlı isek, sonuçlarına katlanacağız.
*
Arz-ı muhabbet ediyorum.