Halk Kültürü-Kitle Kültürü Farklılaşması

orhan turkdogan

Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN

“Halk” sosyolojik bir oluşumdur. Her şeyden önce, “devlet” kavra­mıyla gerçek kimliğini kazanmıştır. Bu anlamda “halk ve devlet bi­linçli olarak birbirine bağlı düşünen ve karar veren insanların fikrî yaratmasıdır”. Bu oluşumda, coğrafî etkenler kadar, doğuştan kay­naklanan yetenekler de rol oynarlar.

Türk sosyoloji geleneğinde, halk kavramını yorumlayan, ona sosyolojik bir biçim veren Ziya Gökalp’tir. Gökalp’in bu görüşleri günü­müzde de özelliğini korumaktadır. Gökalp, toplum yapısını halk ve aristokrasi olmak üzere iki tabakada düşünmektedir. Aynı şekilde, Batı’da aristokratlar yüksek tabakadan, halk ise orta ve aşağı taba­kadan sayılırlar. Bu toplumlarda yüksek seçkinler, “halk”tan az oku­muşlarla hiç okumamışların tabakalarını kastederler. Bu anlamda, “‘halk smıfı”ndan, “halk şiirinden, “halk edebiyatından, “halk zev­kinden”, “halk elbisesi”nden ve “halk kültürü”nden söz açılabilinir. Böyle bir sınıflamada, halkın bütünü düşünülmüş değildir. Düşünü­len şey sade orta ve aşağı tabakadır. Görülüyor ki, sosyolojik litera­türde, halktan anlaşılan daima sosyal bir bütünün parçasıdır. Hiçbir zaman bir bütünün kendisi düşünülemez.

Gökalp de, halk ve aristokrasi tabakalaşmasını “kültür” ölçeği ile belirlemiştir. O’na göre; halk, kültürün yaratıcısıdır. Millî kültür de halkın eseridir. Tehzib adını verdiği işlenmiş kültür de aristokrasinin ürünüdür. Böylece, Fransızca “culture” kavramının Gökalp sosyoloji­sinde biri hars(millî kültür), diğeri de tehzib (işlenmiş kültür) olmak üzere iki anlamı vardır. Millî kültür ile işlenmiş kültür arasında iki önemli fark vardır ki, bunlardan birincisi millî kültürün demokratik, işlemiş kültürün ise aristokratik olmasıdır. İkinci fark, bir insan millî kültürünün tesiri ile, belki de yalnız kendi milletinin kültürüne değer verir. Fakat işlenmiş kültüre sahipse ─yani aristokrat tabakaya mensupsa─ başka milletlerin kültürlerini de sever ve onların lezzetleri­ni de tatmaya çalışır.

Millî kültür, halkın geleneklerinden, yapageldiği şeylerden, sözlü ve yazılı edebiyatlarından, estetik ve ekonomik ürünlerinden ibaret olduğu için bu güzel şeylerin hazinesi Gökalp’e göre halktır. İşlenmiş kültür ise yalnız yüksek eğitim görmüş; yüksek bir terbiye ile yetiş­miş hakiki aydınlara mahsustur.

“Kültür Değişmesi” adlı eseriyle Türk sosyolojisi ve antropolojisin­de önemli bir yer tutan Mümtaz Turhan ise, Gökalp’i hatırlatacak tarzda ikili bir kültür ayırımını ileri sürmektedir. O’na göre, “Türki­ye’de birbirinden oldukla farklı iki ayrı kültürü temsil eden iki esas topluluk vardır. Bunlar şehirlerde, bilhassa büyük şehirlerde yaşayan insanların ve aydınların da katıldığı ve temsil ettiği şehir veya aydın kültürü, öteki de küçük kasaba ve şehirlerin de dahil olduğu geniş halk kitlelerinin ve köylünün temsil ettiği halk kültürüdür”. Turhan’da rastladığımız şehir veya aydın kültürü ve halk kültürü farklılaşması Gökalp’çi geleneğin bir devamıdır.

Biz de, bu incelemede halk kültürü olarak; köylü, kasabalı ve kentlerde yaşayan ─üst zenginler ve aydınların dışında─ geniş toplulukları düşünüyoruz. Büyük toplumun belirli bir kesimi halk kültü­rü kategorisi içinde ele almıyor. Halk kültürünü temsil eden toplu­luklar sürekliliğini koruyan ve tarihî kültür miraslarıyla beslenen statükocu topluluklardır.

1900’ler sosyolojisinde yaygın bir biçimde kullanılmaya başlanan kitle kavramına gelince, daha ziyade, Batı toplumlarının demokratikleşme ve ferdiyetçilik süreci sonucu, bir takım yasal haklar kazanan kalabalıkların basın, radyo vb. iletişim araçlarıyla da etkileşiminin bir ürünüdür. Kitle, tarihiliği ve sürekliliği olmayan protestocu ni­teliğe sahip oluşumlardır. Kitleler, ya düzenden memnun olmayan veya kitle iletişim araçlarının etkisiyle şartlandırılan kalabalıklar ol­ması nedeniyle “toplumu nasıl yıkabilirim, düzeni nasıl değiştirebili­rim ve dilediğim tarzda nasıl hareket edebilirim” endişesi içindedirler. Bu yüzden sürekli ‘komplo teorisi” oluştururlar.

Ülkemiz şartlarında, statükocu olmayan, potansiyel protestolarla yüklü bu akıcı (seyyal) gruplar daha ziyade gençlik, gecekondu ve tüm emekçilerin katıldığı kalabalıklardır. Kitle kültürü de halk kültürü gibi, bir toplumun bütününü temsil etmemektedir. O da top­lumun bir parçasıdır.

Görüldüğü üzere, Türk sosyolojisi 1900’Ierden itibaren halk kül­türü, aydın kültürü farklılaşmasına sahiptir. Bu hiç değilse Gökalp sosyolojisinin temel özelliğini teşkil eder. Aynı dönemde Batı sosyolo­jisinde de kitle toplum, kitle insan ve bunların oluşturduğu dünya görüşü, hayat felsefesi, inanç ve değerler sistemini belirleyen teorilere Taslamaktayız. Bu dönemin tarih felsefesine damgasını vuran kişiler- Nikolay Danilevski, Oswald Spengler, Arnold Toynbee, Nikolay Berdyaev ve Walter Schubart büyük ölçüde kitle kültürünün uygarlı­ğımızı tehdit ettiği gerçeğine dikkatlerimizi çekmişlerdir. Ünlü Ispan­yol düşünürü Jose Ortega Y. Gasset ise “Kitlelerin Ayaklanışı” (1930) adlı eseriyle kitle kültürünün 20. yüzyılın bir ürünü olduğunu ve uy­garlığımızı tehdit ettiğini vurgulamıştır.

Kitle kültürü; sanat, estetik, din, felsefe ve sosyoloji alanlarında daha önceki çağlann düşünce sistemlerini geri plâna iterek büyük çapta ideolojilere, sosyal hareketlere ve materyalist öğretilere açık yö­nelim biçimlerini ortaya koymuştur. Batı dünyasını istila eden kapi­talizm ve Doğu Avrupa’ya damgasını vuran komünizm, Birinci Dünya Savaşı sonrası faşizm ve nazizim ideolojilerinin oluşumunda kitle kültürünün önemli desteği olmuştur. Çoğu ülkelerde, eğitim sistemi­nin siyasî ideolojilerin güdümüne girmesi, doktriniyel bir dünyada Lenin’in “eğitimin siyaset dışı kalamayacağı” tezini ileri sürmesi, milyara yaklaşan komünist dünyanın ideolojik şartlandırma havu­zunda büyümesini sağlamıştır. Böyle bir şartlandırma tarzı, klasik eğitim sisteminin kenara itilmesine, yerine çıkarcı, materyalist, he­sap ve tekniğe dayalı, sanat ve hümanist bilimlerin daha az saygın­lığı ve daha az desteğe mazhar olduğu, yeni bir zihniyetin geçmesi anlamım taşır.

1800-1900 yıllan arasında gelişen hızlı sanayileşme süreci ve tek­noloji çağı, kırsal alanlardan kentlere dolup taşan-Marks’ın “kapita­lizmin yedek ordusu” adını verdiği insan selini (Lümpen proletaryayı) oluşturmuştur. Büyük kentlerin yarım yüzyıl içinde on katı kadar büyümeleri, fabrikalann bu insanlarla dolup taşması yeni şekilsiz (informel) bir topluluğun ortaya çıkışını hazırlıyordu. Buna, bazı Av­rupa ülkelerinde, özellikle İngiltere’de köylülerin liberalizasyonu di­ye ifade edilen yeni yasaların çıkması da eklenince, sanayileşme- kentleşme süreci en yüksek düzeye yükselmiştir. Böylece, kitle kül­türünün malzemesi her gün biraz daha büyüyen kentlerin “yığınlaş- ması” veya “doluluk” olayı dediği şey de burada karşımıza çıkmakta­dır: “Kentler artık insan dolu, evler kiracı dolu, mal sahibi dolu, parklar gezen dolaşanlarla dolu, doktor muayenehaneleri hasta dolu, plajlar yüzenlerle dolu”…

Kitle-toplum böyle oluşmaktadır. Bunlar aslında küçük gruplar gibi belirli bir amaç ve ilkeler etrafında birleşme ve rasyonel karar al­ma yetkisine de sahip olmadıkları için şekilsiz, akıp giden bir su gibi çerçevesiz, hedefsiz oluşumlardır.                                                  

Kitle-toplum, aslında kitle-insanlann istatistiği bir yığılmasıdır. Zevklerde, dünya görüşlerinde, hatta sosyal tercih ve kararlarında yeknesak ve standart bir kimliği ortaya koyarlar. Gasset’in yerinde teşhisiyle: “Bir makineyi çalıştırmak için içine yağ konulduğu gibi bunlara da fikirler dıştan aşılanır”…

Günümüz enformasyon çağında kitle kültürünün durumuna ge­lince, bu da bir yanda totalite ideolojilerin yıkılması ve demokratik­leşme sürecinin başlaması sonucu, ferde büyük sorumluluklar yük­lerken, öte yanda hakim kültür odak noktalannın-telekomünikasyon, bilgisayarlar, video, TV, radyo, basın ve benzeri iletişim araçları ka- nalıyla-kitleleşmeyi derinden etkileyecektir. Yeni teknolojiler kollek- tiviteyi yıkarak evrensel katılımı hızlandıracaktır. Batılı değer yargı­ları, dünyamızın dört bir yanında enformasyon çağının ürünleriyle, kitleleşme bilincini hızlandıracaktır. Naisbitt’in isabetli teşhisiyle: “Milletlerarası moda, yiyecek değiş toku şu, fast food (hazır yiyecek), big mac, hamburger, coca cola gibi mutfak kültürü, benetton, esprit, laura ashley, habitat couran’s, ikea” sadece mutfağa yönelik kültür yaşantımızda evrenselliği sağlayacaktır. Evrenselleşme ve özgürleş­me, kitlelerin globallaşmasında etkin güçler olarak karşımıza çıka­caktır. Ferdiyetçi eğilimler, katılımcı demokrasi biçimleri toplum kat­larında kitlelerin doyum sağlayacağı komplo teorilerine daha da açık olacaktır. Bu nedenle kitle kültürü, halk kültürü karşısında sosyo­lojik perspektiften hayati önem kazanacaktır. Bu da, bizim,halk kültürü- kitle kültürü farklılaşması dediğimiz sürecin, Türk toplu­mu açısından yorumlanması gerçeğini gündeme getirir.

Kitle-insan, sosyolojik bilgilerin ışığı altında bir takım özelliklere sahiptir. Bunların en belirginleri şöyle sıralanabilir: 1) Anonim oluş­ları. Ferdî davranış ve özellikler, herkesi yakalayıp sürükleyen ve an­cak içgüdü niteliğinde bulunan tutkuların seli altında geriye atılır. 2) Duygusallık. Akim yerini duygular ve içgüdüler almaktadır. Bundan dolayıdır ki, kitlelerin çok büyük olan etkilenme ve etkileme güçleri toplumdaki heyecan ortamına bağlıdır. Ayaklanma sırasında dema­goglar ve liderler bu mekanizmayı çalıştırmaya büyük önem verirler. 3) Aklî denetimin erimesi. Kitle içine girince fertlerin aklı, gruptaki­lerin en alt seviyesine düşer. Kitleye katılan kimse, ne olursa olsun kendini en aşağı zekâ düzeyine ayak uyduracak, sürüklenerek man­tıktan da ve denetimden de vazgeçecektir. 4) Kişisel sorumluluğun yok olması. Herkesin kişisel tutkularının denetimini yitirdiği kitle içinde fertler de sorumluluk duygularını kaybederler.

Görülüyor ki, kitle kültürünün öznesi yığınlar veya kalabalıktır. Başka bir ifadeyle, kitle veya “insan-kitle”dir. Oysa kültürün öznesi fert ve özgür kişiliktir. Bu yüzden, insanın ruhu, kitlenin ise sadece ihtiyaçları vardır. Her kültür insanın yücelmemi, mükemmelleşmesi sürecini yansıttığı halde, kitle kültürü ihtiyaçların doyurulmasına yö­neliktir.[1] Horkheimer’ın belirttiği üzere: “Kültür ferdileşmeyi hedef alıyor; kitle kültürü ise, ters yönde ahlâktan ve hatta kültürden ayrılıyor. Çünkü kültür, kitlenin değil, halkın yaratmasıdır.” Hatırlanacağı üzere, Gökalp, bu anlamda halkın kültürüne millî kültür diyordu. Çünkü, kültürün yaratıcısı halktır, kitle değildir. Kitle kültürü öğre­tir, yayar, eğitmez. Manevî değerlerin seri halinde imalatıyla, kopya­larla, zevk ve değerlerden yoksun ürünlerle ve ferdiyete karşı ilgisizli­ğiyle, o bizleri kişiliksizleşmeye götürür. Böylece, “Hâkim kültürden farklı olarak kitle kültürü yeknesaklığa eğilimiyle insan hürriyetini daraltır. Oysa, hürriyet yeknesaklığa, hatta standartlaşmaya karşı koymak demektir“.

Kitleleşme, gelenek ve törelerin koruyucu, yön verici ve yönetici çerçevelenmiş yapısını kırarak, ferdi kalabalıklar içinde yalnız bırakmıştır. Kitle-toplumunda, kendini sosyal bir boşlukta hisseden, bu­nun tedirginliğini yaşayan insanlar, kitleleşmeye doğru kaymaktadır­lar. Muazzam örgütler, bürokratik yönetim biçimlerinin baskıları, tek insanı, kişisel görüşü olmayan alelâde bir sayı, anonim bir varlık hali­ne getiriyor. Böylece, İzzet Bekoviç’in yerinde teşhisiyle: “Ferdî davra­nış ve özelliklerin yerini, herkesi yakalayan sürükleyen ve ancak iç­güdü ve tutkuların seline kapılan anonimlik yanında, aklın da yerini duyguların aldığı, liderler ve demogoglann peşinden sürüklenen kitle-insan sahneleri doldurmaktadır”. Amerika Birleşik Devletlerinde yay­gın bir biçimde söylenildiği gibi, “farklı olmak adaba aykırıdır” dövizi artık ön plâna geçiyor. Kitle, farklı olan her şeyi, mükemmel olan her şeyi, kalifiye ve seçkin olan her şeyi, ferdi bile altında ezmektedir.

Bu durumu ile kitle kültürü, “millî kültürümüzü” düşündürücü bir biçimde tehdit edebilir mi? Önemli olan bu hususun tartışma ko­nusu yapılmasıdır. Kitle kültürü, enformasyon çağının uygulamala­rıyla güç kazanırken halk kültürünün durumu ne olacaktır? Bu hu­suslar, Türk sosyolojisinin yeni uğraşı alanları olarak karşımıza çık­maktadır. Halk kültürü örgütsüzdür, biçimlendirilmemiştir, bu yü­zen daha fazla kitle kültürünün saldırılarına açıktır. Bu gerçeği yeni boyutlarıyla gözleyebiliriz. Şöyle ki, kitle kültürü günümüzde bir yan- kültür alanı olarak mı, yoksa karşıt-kültür alanı olarak mı ele alın­malıdır? Her şeyden önce, bu “kitle kültürü”nden ne anladığımıza bağlıdır. Yorumlar, bakış açıları, kitle kültürünün; gençlik kültürü, yoksulluk kültürü, hatta zenginlik kültürü gibi problem alanları oluşturduğu noktasında toplanmaktadır. O halde, kitle kültürü bir karşıt kültür alanıdır. Bu yüzden, öteki karşıt kültür alanları gibi hâkim kültürü (millî kültürü) tehdit etmektedir, diyebiliriz.

Kitle kültürü, çağdaş kapitalist toplumlarda ilkokuldan itibaren, uygulanan eğitim sistemiyle, gençleri; ekonomi politiğe uygun olarak, kıran kırana bir yarışmanın içine sürükler. Bu yüzden fert kişiliğini yaşayamaz, sürekli maddî değer ve kalıplar içinde girişimlerde bulu­nur. Bu da, çocukluğundan itibaren ferdi, “vahşice bir yarışma” süre­cinin içinde biçimlendirir. Böyle bir durumda, John Huizing çağdaş insanın daha olgunlaşmamış, çocukça, yani erginlik çağının ruhi de­recesine uyan bir tarzda davranacağını ileri sürerek, bunun en iyi be­lirtilerinin: “Bayağı eğlenceleri, büyük sansasyonlara ihtiyaç duyma­ları, kitlesel resmî geçitleri ve sloganlara yönelik eğilimleri, gerçek esprinin yokluğu, değersiz adî yayınların yayılışını ölçüsüz nefret, sevgi veya eleştiri ve övme parolaları gibi görüntüler olduğunu” söy­ler. Böylece, kitlelere yönelik çocuğumsu davranış biçimi diye ifade edilen “puerilizm” aslında patalojik bir ruh haletini ortaya koyuyor­du. Puerilizmin hâkim olduğu bir toplumda, Weber’in “kapitalizmin ruhu” diye belirlediği Protestan ahlâkı ve değerlerinin yavaş yavaş yok olduğu, yerine Keynes’in “hayvani kapitalizmin ruhu” biçiminde yorumladığı sömürü zihniyetinin geçtiği görülür.

Gerçekte, Huizing’in puerilizmi, kitle kültürünün en anlamlı ifa­desini ortaya koymaktadır: Zevklerde bayağılaşma, demokrasi-gazete ve kitle dergileriyle halkın zihnî yaşantısında “kitap okuma” alışkanlı­ğının atılması, basın-kitle eğitim ve kitle propagandası yoluyla fertlerin giderek daha az düşünmesi ve basının-kitle araçlarının (TV ve radyo, telekominikasyon gibi) sunduğunu giderek daha çabuk ka­bul etmesi, stadyomda bacağın zaferinin akim zaferinin yerini alması kitle-toplumun özelliklerini oluşturur. Daniel Belle, “Kapitalizmin Çelişkileri” adlı eserinde, sisteme yönelttiği eleştirileri şöyle açıklıyordu: “… 1950’lerde Amerikan kültürü oyun, eğlence, gösteriş ve zevk gibi birinci derecede hedonistik nitelik arzeden bir kimliğe dönüşmüştür. Hedonizmin dünyası da aslında modanın, fotoğrafın, reklamın, tele­vizyon ve pop müziğinin dünyasıdır. Bu “pop kültürü”nün ikonogra­fisi kapitalist hayat tarzından kaynaklanıyor. Ev eşyaları, sinema, hamburger ve coca cola gibi yiyecek ve giyecekler, Amerikan kapitalizminde, işin Protestan kutsiyetinde kök salmış ahlâkî mükâfat sistemine dayalı geleneksel yasallığını yitirmiş olması neticesidir. Bu sistem, yerini madde ve lüksü vadeden hedonizmi terketmiştir.”

Aynı şekilde, bir diğer günümüz batılı düşünür Allan Bloom da, “Silâhını Yitirmiş Ruh: Genel Kültürün Çöküşü Üzerine Bir Deneme” adlı bir İncelemesinde: “Günümüzde Batı toplumlarında kültürün bir tüketim maddesi haline geldiğini, çağın insanlarının kullandıkları hayat tarzlarının, ideolojilerin, değerlerin ve karizmaların da boş kavramlardan ibaret olduğunu” ileri sürüyordu. Bloom’a göre, Batı gençliğinde sevgi kaybolmuştur. Fikirlerin ve duyguların bu genel çöküşüne bir başka delil ister misiniz? Bir erkekle bir kadın arasındaki münasebetler bundan böyle hep ilişki sözü ile ifade edilir olmuştur. Aşk kelimesi unutulmuş, yerini aşk yapmak almıştır.

“Netice gözlerimize batarcasına ortadadır: Ne suçluluk duygusu ne haya… Cinsellik konusunda çocuklara daha erginleşmeden her şey ayrıntılı olarak öğretiliyor. Üniversite öğrencileri kızlı erkekli birer şirket oluşturmuşlar. Evlenmiyorlar, ama evliymiş gibi yaşıyorlar… Eş ve servis dahil bir daire kiraladık diyorlar…”

“Her şey, her şeyden kopmuş durumda… Başvurulacak kaynak kalmamış alabildiğine bir özgürlüğün sonunda akıllıca şeylerin orta­ya çıkacağı söylenemez… Demokrasinin dramıyla yüzyüzeyiz. Batı aşırı hoşgörünün kurbanı oldu…”

Batılı sosyologların “culturati” dedikleri kitle-toplumun en dinamik unsurunu oluşturan bu “gençlik kültürü” bir karşıt kültür alanı olarak bizim toplumumuzda da filizlenmektedir. Bunda kapitalist sistemin dünya görüşü ve hayat tarzının önemli etkisi olmuştur. Batı teknolojisi ve telekomünikasyonunun arka plânındaki, kültür değerleri, kültür önermeleri, kültür inançları ve kültür normları gibi kapa­lı davranış biçimlerinin bir “şok” etkisiyle toplumumuzu bombardı­man etmesi, özellikle culturati diye ifade ettiğimiz gençlik bunalımla­rının nedenini oluşturur. Dışardan kaynaklanan bu gençlik kültürü, aynı zamanda bir karşıt-kültür alanı olarak millî kültürümüzü yoz­laştırmaktadır.

Karşıt kültürler, genellikle çelişkili ihtiyaçların uzlaşması biçimin­de ortaya çıkmaktadır. Anne ve babadan özerk, farklı olma ve bunu dışa vurma ihtiyacı yanında, aynı zamanda aileyle özdeşliği sürdür­me eğilimlerine yönelme de gençlerde belirlenen bir diğer ihtiyaç ola­rak belirmektedir. Bu tür çelişkili yaşantılar, gençlerin kullandıkları üsluplar, müzik türleri, partal giysiler ve lümpen pozlar, düzenledik­leri stilistik karnavallar, dudakları boyalı oğlanlar kitle kültürünün dışa yansımalarıdır. Bu oluşum, aynı zamanda, kitle-kültürünün; yabancılaşma sürecini sembolleştirmesi, dil, üslup, müzik ve sanat etkinlikleriyle toplum değerlerine karşı koyması, Punklar, Modlar, Dazlaklar (Skinhead), Bowie’ler, Glitter ve Rocker’ler, Teddy Boys’lar türü culturati örneklerini oluşturmak suretiyle profan (bayağı) kültü­re dönüşümü sağlarlar.

Kısacası kitle kültürü, insanları; zevklerde, dünya görüşlerinde, hayat tarzlarında, yaşama stilinde, konut ve yerleşim biçiminde, giy­silerinde, eğlence ve oyunlarında, evlerinin donatım plânında, okut­tuğu kitap, kullandığı yiyecek türlerinde hemen her şeyde kendine özgü bir yapılaşmaya doğru yönlendirmiştir… Hemen her şeyde bir “ikonoklazm” diyebileceğimiz “eşya” ve “zevk” fetişizmi ile karşı karşıyayız.[2]

Görülüyor ki, kitle kültürü-sosyologların da belirttiği gibi-kapitalizm tarafından imal edilen ideolojik cihazların bir yapıcısı olmuştur. Komünizm ideolojisi de aynı şekilde bir popülist dünya görüşü ileri sürmek suretiyle proletarya kültürü yaratmaya çalıştı. Böylece, yaratıcı olan halk kültürünü öldürdüler. Bunu, ünlü Sovyet romancısı Vladimir Sorokin, tıpkı Mao’nun kültür devriminde görüldüğü gibi, komünizmin Rus insanını nasıl geçmişinden kopardığını dile getire­rek şöyle açıklıyordu: “… Sovyetler Birliği o tek tük ortadan kalkmış hayati, mitolojik devletlerden biridir. Niçin mitolojik? Çünkü bu dev­let yetmiş beş yıldır bir ütopyaya şekil vermeye çalışıyor. Resmî dokt­rinin etkisiyle Sovyet insanı şimdiki zaman kavramını yitirmiştir. Onun ancak bir gelecek ümidi vardır, bir de geçmişinin hatıraları. O yüzden bilmem dikkatinizi çekti mi, eşya kültürü yoktur. Arabadan dolmakaleme kadar bütün eşyalar korkunç ve sevimsizdir. Bu eşya­lar sanki insanlar için değil de, bilmem hangi düşünce için imâl edilmişlerdir…”

Halk kültürü bir nitelik çerçevesi oluşturduğu halde, kitle kül­türü daha ziyade nicelik-yığın kavramıyla belirlenir. Bu nedenle, bir şey yapma, bir şey üretme bunları bir tarih bilinci içinde muhafaza etme gibi eğilimleri temsil eden halk kültürü karşısında, kitle kültü­rü, sürekli bunlara karşı koyma ve düşünceleri doğrultusunda yön­lendirme çabası içindedir.

Ülkemizde, niceliği temsil eden bu kitle toplumu oluşumunda ge­cekondulaşma sürecinin payı büyüktür. Bugün birçok kentlerde ge­cekondulaşma ana nüfusun yansından fazlasını teşkil eder. Gece­kondulaşma, aynı zamanda, kırsal alanlarda yaşayan “köy ve kasa­ba” kökenli millî kültür taşıyıcılarının, kentlerde-belirli süreler için- de-yozlaşarak kitle kültürü taşıyıcılarına dönüşümü sürecidir de… Köylerden, kasabalardan ana kentlere yığılan insan selinin, kısa za­manda bir “kültür şoku” ile dayanışma çerçevesi veya idrak alanı bir sadmeye maruz kalıyor, sersemliyor… Sonra yavaş yavaş köy ve /veya kasabadan taşıdığı millî, tarihî kültür değerleri ve inanç sistemleri bu yeni ortamda sosyo-ekonomik nitelikli tektonik hareketlerle temelin­den sarsılıyor. Oysa, köyler-kasabalar bu çarpık kentleşme anaforu içinde sürüklenmeseydi, kendi kültür sahalarında kültürel sürekliliği ve yaratıcılığı nesilden nesile aktarabilecekti. Büyük kentlerin çekici­liği ve kırsal alanların iticiliği giderek köy ve kasabaların boşalması, bunun da halk kültürü denilen sosyolojik olgunun tüketilmesi anla­mına gelmektedir. Millî kültürü besleyen, geliştiren gecekondulaş­ma değil, köylülük ve gelenekli-kasaba duygusudur. Gecekondu­laşma millî kültürden sapmanın bir görüntüsüdür… Yoksulluk -yan kültürü bu ortamda gelişir. Yoksulluk kültürü aslında millî kültürün kaynağım teşkil eden köylülük ve gelenekli kasaba duygu­sunun (küçük toplumun) kent potasında erimesi olgusudur… Bazı araştırmacıların iddia ettikleri gibi, “gecekonduların, köylerden mi­ras olarak taşıdıkları halk kültürünün dinamik ve demokratik ruhu ile şehir kültürünü mezcetmek suretiyle geleneksel şehire yeni bir bi­çim ve özellik vererek millî kültürü yaratmada önemli bir etken oldu­ğu” tarzındaki görüşlerine katılmak mümkün değildir. Tam tersine, gecekondulaşma büyük kentlerin sayısız sorunları karşısında değil çözüm aramak, uyum sağlamak yerine yoksulluk kültürü diyebile­ceğimiz adacıklar oluşturmak suretiyle millî kültürle bütünleşmeyi güçleştirmektedir. Gecekondulaşmanın, bir iki kuşak içinde oluştur­duğu yoksulluk kültürü, yoksul kimseler arasında bir kültürel hayat tarzı olarak şekillenir. Bu nedenle yoksulluk kültürünü yoksulluk olgusundan ayırmak gerekir. Bu durumda, yoksulluk kültürü köklerden gelen kültürel taşıyıcılığa bile fırsat vermez. Yok­sulluk kültürünü oluşturan etkenler, fertlerin kalabalık yerlerde kü­melenmesi, bir gecekondu kuşağı oluşturması, alkolizm oranının yüksek olması, sık sık kavgaların yapılması, erkeklerin karılarını dövmesi, nikâhsız yaşamaları, hırsızlığın artması, cinayet ve fuhuşun yükselmesi, yöneticilere ve yasalara güvensizliğin artması sürecinin ötesinde, içinde bulunduğu şartlardan kurtulmak için empati kaza­namaması ve bunları bir alın yazgısı olarak kabullenmesidir. Bu du­rum, bazı gecekondu araştırmacılarımızın “köy kültürü ile şehir kül­türü” arasında kültür taşıyıcısı olarak belirledikleri gecekondulaşma sürecinin kimliğinde önemli bir boşluk meydana getirir. Gecekondu­laşma, hem halk kültürünün tüketilmesi, hem de kentlerde bir yığıl­mayı oluşturduğu için kitle kültürünün oluşması anlamını taşır. Kısacası ana çizgileriyle sıraladığımız bu etkenlerden ötürü millî kül­türümüz yani halk kültürümüz, hoşgörü sınırlarını zorlayan kitle kültürünün tehditi altındadır. Bu da, sosyolojik açıdan milletleşme kimliğinde yarılmalara sebep olabileceği gibi, aynı zamanda halk kül­türünün tüketilmesi anlamını da taşır.        

———————————————-

Kaynak:

Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü Yayınları: 164, Seminer, Kongre Bildirileri Dizisi: 34, IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, I. Cilt, Genel Konular, Feryal Matbaası, Ankara – 1992


[1] Kitlenin bu doyumsuzluğundan ötürü H. Marsuce tek boyutlu insan kimliğini kullanmaktadır.
[2] Marshall Me Luhan, The Mechanical Bride: Folklore of industrial Man, 1951

Yazar
Orhan TÜRKDOĞAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen