1967 ünlü ‘6 Gün Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra ‘Golan Tepeleri’, İsrail tarafından işgal edilmiş, bir anlamda Suriye’den gasp edilmiş, 1981 yılında da Tel Aviv tarafından ilhak edilmişti. Sözcükleri seçerek kullanıyorum, çünkü bu sözcüklerin yerli yerinde kullanılması uluslararası ilişkiler jargonuna göre çok önemlidir. Kullanılan sözcük yüzünden bir anda haklıyken, haksız duruma düşülebilir. Golan Tepeleri düpedüz çalınmıştı, çünkü İsrail için önemliydi, hayatî su kaynaklarını barındırıyordu. Kuşkusuz, bu ilhak sadece öyle kalmamış, bir de arkasından ABD’den onay almıştı. Bir anlamda bu durum danışıklı dövüştü. Bakanlar Kurulunu 2016 yılında Golan Tepeleri’nde toplayan İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “Golan Tepeleri sonsuza kadar bizim kalacak” açıklamasından üç yıl, 1967 işgalinden 52 yıl sonra, ABD’nin burayı “İsrail toprağı” olarak tanımıştı. (1)
Uluslararası hukuka göre Suriye toprağı kabul edilen ancak fiilen İsrail tarafından işgal edildiği yıllarda bölgede bir İsrailli subayla konuşan bir gazeteci aldığı yanıt son derece çarpıcıydı. Bugünlere ışık tutacak biçimde flaş bir açıklamaydı. İsrailli subayın, Golan’ın işgalinin yasadışı olduğunu söyleyen gazeteciye verdiği cevap son derece ilginçti. Gazetecinin yüzüne bakmaksızın dürbünüyle Kunetra’ya bakarken “Buradan bakılınca BM gözükmüyor.” demişti, hemen bir çırpıda. Son derece etkilenmiştim. Daha sonraki yıllarda bölgede görev yaparken benzer şeyleri ben de birebir duymuş ve yaşamıştım. Bunun adı fütursuzluktu, umursamazlıktı, yasaları kaale almamaktı. Ancak yapılan bir pervasızlık örneği değildi. Malum ince bir fark vardır, pervasız ve fütursuz sözcüklerinin arasında. Pervasız, çapına, cüssesine ve konjonktüre bakmadan büyük bir cesaretle hakikat peşinde koşan eylem gerekiyorsa o eyleme girişen demektir. Oysaki fütursuz, yasal ya da yasadışı olduğuna bakmaksızın hiçbir şeyden çekinmeyen, umursamaksızın kendi kafasına göre istediğini yapan demektir. Fütursuzluk, tam bir İsrail örneği. Neden? Nedeni aşikâr. Pervasız korkmadan doğruyu düşünür, fütursuz umursamadan kendi doğrusunu düşünür ve uygular. Bu nedenle HAMAS-İsrail Savaşı, bir anlamda Pervasız HAMAS ile ve Fütursuz İsrail’in savaşıdır. Çünkü HAMAS’ın anlamı İslamî Direniş Hareketi (“Hareket-ül Mukavemet-ül İslamiyye”Islamic Resistance Movement)’dir
İsrail’in tavrı, “Şişkin ego”su ve şişkin egosunun davranışsal yansıması olan “Kibir-Kibiryası” o kadar yüksektir ki, adeta “Ben buraların, Kenan ülkesinin Golyat’ıyım” demeye getirmektedir. Her şeyi ‘ben yaptım oldu’ kalıbında ifade etmektedir. “Şişkin ego” öylesine bir gelişme göstermiştir ki, bu tam anlamıyla “Narsistik Bozukluk”tur, hatta bir anlamda “Hubris Sendromu” (Kendini Tanrı sanma) noktasına ulaşmıştır. (2) Ancak, devler ya da kendilerini dev aynasında görenler, öyle göründükleri kadar güçlü değildir. Mitolojik bir hikâyenin kahramanları olan Davud ile Golyat (David and Goliath) arasındaki düello ‘Eski Ahit’te ve Kur’an’da ne güzel anlatılır. M.Ö. 11. yüzyılda Kenan ülkesinde, bugünkü Filistin, geçtiği rivayet edilir. Tarihler boyunca anlatıla gelen meşhur düelloya tutuşan Davud ve Golyat(Câlût)’ın hikâyesi aynı soydan gelen İsrailoğullarıyla Filistinlilerin savaşı sırasında yaşanır. Yalnız bir farkla üç metrelik cüssesiyle adeta bir “dev” olan ‘Golyat’ Filistinlidir. Davud ise savaşta görevi yiyecek taşımak olan henüz çocuk yaşta bir gönüllüdür. Aslı Davut Peygamberdir. Günümüzde ise roller değişmiştir. ‘Golyat’ olmuş İsrail, Hz.Davud ise Filistinlileri, HAMAS’ı simgelemektedir.
Kral Talut liderliğindeki İsrailoğulları Filistinlilerle Elah Vadisi’nde karşı karşıya gelmişlerdir. Filistinlilerin en güçlü askeri olan Golyat her gün İsrailoğullarına meydan okumakta ve karşısına çıkabilecek güçlü biri olup olmadığını haykırmaktadır. Kendisine bu kadar güvenmesinin nedeni çok uzun ve iri cüsseli bir savaşçı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu Filistinliyi öldürecek ve İsrail’i bu utanç verici durumdan kurtaracak kişi ise cesaret timsali genç Davud olmuştur. Bir su geçidinin kenarında Golyat’ın karşısına bir sapan ve birkaç taş ile çıkmış, herkes doğal olarak Davud’u çok kolayca öldürebileceğini düşünmüştür. Bilinen hikâye, Golyat saldırıya geçmeden önce Davud hızlı bir şekilde görünmeden saklanarak sapanıyla bir taş fırlatmış ve Golyat’ı alnından yaralayarak yere düşürüp, sersemlettiği Golyat’ın kafasını kesmiş ve düelloyu kazanmıştır. (3) (Tevrat- Eski Ahit; Kur’an – Bakara suresi 251) Tıpkı Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’den geçmeyi kafasına koymuş Büyük Britanya Denizcilik Bakanı’nın Güneş Batmayan Ülke armadasına yerleştirdiği Goliath dretnotu (dev destroyer) gibi asla iflah olmamıştır. Kutsal kitaplarda bu efsanenin yazılmasından onlarca asır sonra başka bir su geçidinin girişinde Çanakkale’de 12-13 Mayıs 1915 gecesi, HMS Goliath, Osmanlı Ordusunun askerlerini kurtarmak için öne atılan Muavenet-i Milliye tarafından batırılmıştır. Goliath Çanakkale’nin serin sularında yatmaktadır. HMS Goliath’ın batırılmasından sonra Çanakkale seferinin simgesi olan HMS Queen Elizabeth zırhlısı savaş alanından geriye çekilmiş, Deniz Bakanı Winston Leonard Spencer Churchill ile Amirallik Birinci Lordu John Fisher istifa etmek zorunda kalmışlardı. (4)
Aslında, Davud ile Golyat’ın savaş arenasındaki meşhur düellosunun anlatıldığı hikâyenin verdiği mesaj şudur; “dev”ler esasında göründükleri kadar güçlü değildir, yenilmez sanılanlar da yenilmez değillerdir. Buradaki “dev” ile kastedilen Golyat, üç metre boyunda iri cüsseli bir savaşçıdır, kimi zaman bir diktatördür, kimi zaman da yenilmez sanılan ordulardır. Küçücük cüsseli Davut’un bir sapanla koskoca Golyat’ı alt ettiğine göre İsrail’in Gazze Saldırısı da tıpkı Davud ve Golyat’ın düellosuna benzemektedir. Derinlemesine düşünüldüğünde görülecektir ki, onları güçlü gösteren tüm özellikler, aynı zamanda zayıflıklarının da kaynağıdır. Kimi zaman küçük bir strateji, bir hamle, bir dokunuş bütün görüneni bozabilir, yıkabilir. Yeter ki o devin karşısına çıkma cesareti bulunsun.
Malum Filistin gerileye gerileye şu anda kendi içinde ikiye bölünmüş durumdadır. Bir tarafta direniş yanlısı Gazze ile müzakere yanlısı Batı Şeria bulunmaktadır. Gazze’nin en önemli özelliği, bu bölgede işgalci Yahudilerin hiç bulunmaması, bundan da daha önemlisi kemikleşmiş bir Filistin İslam Milliyetçisi HAMAS tarafından yönetilmesidir. Her ne kadar metodolojik olarak Müslüman Kardeşler Örgütü (İhvan-ı Müslimin) ‘nün bir kolu olarak görülmesine karşın direnişin bir simgesidir. Filistin Lideri Yasir Arafat’ın 17 örgütten meydana gelen bir nevi çatı örgütü olan El Fetih ise Batı Şeria’ya egemen olmuştu. Diğer bir deyişle Gazze “HAMASLAND”, Batı Şeria’da “FETİHLAND” şekline bürünmüştür. Daha kendisi bile deklere edilmeyen Filistin Devleti bildiğimiz yekpare bir yer değildir. İsrail arazi mafyasının işgali altında bulunan Batı Şeria bölgesinin bugün kala kala Filistin’in ancak yüzde 15’i elindedir. O da duvarlarla çevrili olarak. Bir benzetme yapacak olursak Millî Mücadelede Batı Şeria İstanbul Hükümeti gibi; Gazze ise TBMM hükümeti gibidir. Devlet Başkanı Mahmut Abbas ‘da Sultan Mehmet Vahdettin’i simgelemektedir. Vere vere Batı Şeria’nın topraklarının ancak yüzde 15 ‘i kalmış, yüzde 85’ini yitirmiştir. Batı Şeria, AB(D)- İsrail istediğinde topraklarını kepçe ile dağıtan, Batı Şeria halkına parmağını yalatan bir konumda bulunmaktadır. Sosyal medyadaki alabildiğine yapılan dezenformasyon faaliyetlerinde Filistin, yok Ermeni Sorununu tanımış, yok Karabağ’da şöyle yapmış, KKTC’yi tanımamışlığının ardında, mütareke döneminde İstanbul Hükümeti gibi, ne yapabilirse onları yapamama yetisi bulunmaktadır.
Evet sevgili okurlar, Gazze’de yaşanan problemin en temel boyutunu insan hayatına yönelik ihlalleri de kapsayan hukuki boyut oluşturmaktadır. İsrail, 1993 yılındaki Oslo Antlaşması ile en geç 1999 yılında Gazze’yi de içine alan bir bağımsız Filistin Devleti kurulmasını kabul ettiği halde, sonraki anlaşmaların hiçbirini uygulamamıştır.
Tarihindeki ilk demokratik seçimlere sahne olduğu 2006 yılında HAMAS seçimlerden zaferle çıkmıştı. 132 sandalyeli Filistin meclisinde HAMAS 76, El Fetih ise 43 sandalye kazanmıştı. Umutlar büyüktü, yalnız başına iktidar geldiği halde El Fetih koalisyon öneren HAMAS’ın bu teklifi reddedilmiştir. Maalesef 2006 Filistin seçimleri istikrar yerine giderek kronikleşen bir krizin ve bugün yaşananların başlangıcı olmuştur. 2006 yılından itibaren iktidardaki Hamas’ı kabul etmeme politikasında ısrar eden uluslararası aktörler, ilişkileri askıya alma, ekonomik ambargo, askeri saldırılar ve El-Fetih’in kontrolündeki cumhurbaşkanlığı makamını ikinci bir hükümet gibi muhatap alma siyasetinden sonuç almaya çalışmışlardır.
2005 yılında çekildikten sonra da bölge üzerindeki hukuki olmayan denetimini sürdürmüş, tüm kara, deniz ve hava kontrolünü elinde tutmuştur. Bu denetim Gazze halkına yönelik her türlü keyfi uygulamaya fırsat verirken, Ekim 2007 tarihinden itibaren bölgenin “düşman bölge” ilan edilmesiyle kara ablukası başlamış, 2009 ‘dan itibaren de deniz ablukası başlamıştır. Gazze’den, o da yeter kabilinde İsrail’e atılan maksimum 10 km menzilli atıldıktan sonra güdülenmeyen roketler (El Kassam), İsrail saldırganlığının, kuşatmasının ve ambargolarının en temel gerekçesi olarak gösterilmiştir.
Filistin tarafı İsrail saldırılarına misilleme olarak bu füzeleri kullandığını söylerken, İsrail füze saldırılarına misilleme amacıyla bölgeye operasyon düzenlediğini ileri sürmekte ve bu şekilde çok sayıda Filistinli sivilin yaşamını kaybettiği saldırılar, sonuçsuz tartışmalara kurban gitmektedir. Bütün bunlar İsrail’in saldırılarını meşrulaştıran kendinden menkul bir hukuki zemin oluşturmuştur. Gerek kara gerek deniz ablukasında bulunan gereklilik, orantılılık ve haklılık ilkelerinin Gazze Şeridi üzerinde uygulanan ablukada bulunduğunu söylemek maalesef mümkün değildir. İsrail, getirdiği yasaklamalara ve uyguladığı ablukaya dayanak olarak “şiddeti önlemek ve terörizmle savaşmak” gerekçelerini gösterse de Gazze’de uygulanan ablukanın siyasi bir amaç güdülerek yapıldığı ve bölgedeki sivil halkı cezalandırdığı, uluslararası toplum nezdinde de kabul gören bir gerçektir.
San Remo Düzenlemesi olarak adlandırılan Denizde Silahlı Çatışmalara Uygulanacak Uluslararası Hukuka İlişkin San Remo Düzenlemesi, 1994 yılında hazırlanmıştır. Düzenleme, denizde çıkan askerî uyuşmazlıklar durumunda uygulanacak kuralları ortaya koymaktadır. Düzenleme oluşturulurken 1907 tarihli Lahey Sözleşmeleri, 1909 tarihli Deniz Savaş Hukukunu ilgilendiren Londra Deklarasyonu ve uluslararası örf ve âdet hukuku temel alınmıştır. Ancak örf ve âdet hukukuna göre oluşturulmasına rağmen, San Remo Düzenlemesi uluslararası hukukta bağlayıcılığı olan bir metin olmadığı gibi silahlı çatışmalar sonucu uygulanan deniz ablukasının nasıl olacağı ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Kısaca İsrail tarafından on dört yıldan beri uygulanan abluka tam anlamıyla bir devlet terörüdür.
Bu siyaset El Fetih’in desteğiyle tam 15 yıl sürmüş, İsrail yerleşimlerinin ilhaka evrilmesiyle iyiden iyiye El Fetih’i köşeye sıkıştırmıştır. 15 yıl aradan sonra Devlet Başkanı Mahmud Abbas, İsrail işgali ve ablukası altındaki Filistin topraklarında seçim yapılmasını öngören kararnameyi 15 Ocak 2021 tarihinde imzalamıştır. Kararnamede, 22 Mayıs’ta milletvekili, 31 Temmuz’da devlet başkanı ve 31 Ağustos’ta da Filistin Ulusal Konseyi seçimlerinin yapılması öngörülmüştü. Nisan 2021 ayının sonunda 22 Mayıs’ta yapılması planlanan Filistin seçimlerini görüşmek üzere, işgal altındaki Batı Şeria’nın Ramallah kentinde düzenlenen Filistinli Liderler Toplantısı’ndan sonra bir açıklama yapan Devlet Başkanı Mahmut Abbas İsrail’in işgali altındaki Doğu Kudüs’te yaşayan Filistinlilerin katılımına izin verilinceye kadar seçimlerin ertelendiğini duyurmuştur. Ancak Filistinli gruplar, Devlet Başkanı Abbas’ın seçimlerin ertelenmesi kararına itiraz etmişlerdir. İşte olayların kırılma noktası tam da burasıdır. Malum Ramazan ayının son Cuma’sı Filistinliler için ‘Kudüs Günü’ olarak anılmaktadır. Bu biraz da bölgeye düşen İran’ın izdüşümüdür. 1982 yılında İran İslam Devrimi lideri Ayetullah Humeyni tarafından Ramazan ayının son cuma günü Filistin’in bağımsız olması isteğine dikkat çekmek ve bu düşünce taraftarlarını desteklemek amacıyla ‘Kudüs Günü’ olarak adlandırılmıştır. ‘Kudüs Günü’ İranî bir paradigmadır. Olaylar beklendiği gibi HAMAS’ın bir meydan okumasıyla başlamıştır. Stratejik tercihi direniş olan HAMAS Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye, Katar’ın başkenti Doha’da düzenlenen Filistin’e destek etkinliğinde yaptığı konuşmada, “Kıblemiz, kimliğimiz, inancımız ve devrimlerimizin tetikleyicisi Mescid-i Aksa’ya el sürülmemesi konusunda düşmanı defalarca uyardık. Mescid-i Aksa kırmızı çizgimizdir.” demiştir. HAMAS, İsrail polisinin işgal altındaki Doğu Kudüs’te yer alan Mescid-i Aksa ve Şeyh Cerrah Mahallesi’nden çekilmesi için 10 Mayıs Pazartesi günü yerel saatle 18.00’e kadar süre tanımıştır. İsrail polisinin Mescid-i Aksa ve Şeyh Cerrah’tan çekilmemesi üzerine 12 Mayıs 2021 Çarşamba sabahı itibarıyla HAMAS tarafından İsrail’e çok sayıda roket fırlatılmıştır. Hemen akabinde de İsrail tarafından, Gazze’den 1000’den fazla roket atıldığını açıklanmıştır. Bu roketlerin yaklaşık 850’sinin Demir Kubbe (Iron Dome) tarafından imha edildiği söylenilmesine karşın, İsrail resmî kaynakları geri kalanlarının İsrail topraklarına düştüğü belirtilmiştir. (5) Bunun üzerine İsrail Ordusu da Gazze Şeridi’ne yönelik “Surların Muhafızı” adıyla askeri operasyon başlatıldığını bildirmiştir. Bunun tek bir anlamı vardır, o da İsrail Başbakanı hemen her açıklamasında açıkça belirttiği gibi Kudüs’ün İsrail’in başkenti ve İsrail’e ait olduğu betimlemesidir. İsrail’in Demir Kubbe adı verilen hava savunma sistemi, bugüne kadar Gazze’den gelen roketlerin savuşturulmasında önemli bir rol oynarken, son çatışmalarda bu roketlerin oldukça büyük bir yüzdesinin bu savunma sistemini aşmayı başardığını göstermektedir.
14 Mayıs 1948 tarihi Filistinli için zorla göç, yağma ve katliamların simgesi olan bir apertheid rejiminin başlangıcı ‘Nekbe’ olarak görülmüştür. İsrail’in 1948’den beri Filistin’de uyguladığı düzenli fakirleştirme, kaçırtma, maddi ve manen göçertme ve mülksüzleştirme politikası Apertheid siyasetinin özü olmuştur. Felaket olarak adlandırılan Nekbe’nin 73. yılında işgal altındaki Kudüs, Batı Şeria ve abluka altındaki Gazze’de İsrail’in orantısız güç kullanımı ile III. ‘üncü İntifada’ya doğru hızla yol alınmaya başlanılmıştır. İsrail’in Nekbe gününün 73’üncü yıldönümünde kara, hava ve deniz bombardımanını arttırmasıyla yıkım arttığı gibi, bu satırların yazıldığı 16 Kasım 2021 tarihinde öğle vakitlerinde Gazze’de can kaybı 53’ü çocuk olmak üzere 181’e yükselmiştir, yaralılar binli sayılarla ifade edilmeye başlanmıştır. Uluslararası ajans, gazete ve televizyonları bünyesinde barındıran bir bina Nekbe’nin 73’üncü yıldönümünde yerle bir edilirken, aynı medya Filistinli çocukların ölümünü sadece sessizce izlemekle kalmamış, aynı zamanda olayların çarpıtılmasını da maharetle uygulamıştır. Ayrıca Batılı Gazetecilerin suskunluğu da tarihe kara bir leke olarak geçmiştir.
HAMAS ’ın önünde İsrail-Hizbullah Savaşı bir örnek olay olarak bulunmaktadır. 12 Temmuz 2006 tarihinde askerinin kaçırılmasını bahane eden İsrail, kara, deniz ve havadan Güney Lübnan’ı ağır bombardımana tutmuştur. İsrail, zırhlı birlikler ve özel birliklerle Hizbullah bölgesine girmeye kalkışmış, umulmadık, beklenmedik bir direnişle karşılaşmış, askerî açıdan ağır bir yenilgiye uğramıştır. Bir nevi ‘Pirus Zaferi’ mertebesindeki, İsrail-Hizbullah Savaşında 433’ü çocuk ve 378 kadın bulunan savaşta 1.300’e yakın sivil hayatını kaybetmişti. Savaşta bugünküne benzer tarzda 4.300 ev yıkılmış, 226 apartman yerle bir olmuş ayrıca 163 köprü ve 48 cami de tamir edilemeyecek tarzda tahrip olmuştur. İsrail, halkın direnişini kırmak için sivil bölgeleri ağır bombardımana tutmuştur. Tıpkı bugün Gazze’de olduğu gibi… Savaş bir anlamda İran’ın seferber olduğu tam anlamıyla İsrail-İran-Suriye Savaşı olmuştur.
Gazze’den yapılan roket ateşinin HAMAS ’ın silah programında daha büyük bir İran ayak izini ortaya çıkarmıştır. Demir Kubbe’ye karşın, HAMAS ’ın roketleri İsrail’in en büyük şehri olan Tel Aviv’deki ‘Ben Gurion Uluslararası Havaalanı’ yakınlarındaki yerler de dahil olmak üzere kalabalık bölgeleri vurmayı başarmış, havaalanının geçici olarak kapanmasına ve uçuşların başka bir havalimanına yönlendirilmesine neden olmuştur. HAMAS, İsrail ordusunun kendisinden daha üstün olduğunu bilmektedir, ancak elinden gelenleri de ortaya koymaya çalışmaktadır. HAMAS, çok önceden İsrail’in olanak ve yeteneklerini bir millî askerî stratejik konsept olarak değerlendirmiş, kavrama dayalı ihtiyaçlar sistemini bir ömür devrî sistematiğinde ortaya koymuştur. Bu kapsamda İran’dan Fajr-3 ve Fajr-5 roketleri ve Suriye’den M302 roketleri de dahil olmak üzere kendi üretebileceği Kassam- A füzeleri için yeterli malzemeyi yurt dışından satın almıştır. Bu iyileştirme programı sayesinde HAMAS, artık yerel olarak yaklaşık 100 mil (160 Km.) menzilli füzeler üretebilmekte ve bu durum İsrail topraklarının çoğunu teknik olarak füzelerin menzili içerisine sokabilmektedir. Diğer bir deyişle, silahlarının büyük bir kısmını yerel ve kaçak malzemeler ile İran ve Lübnan Hizbullah’ından aktarılan bilgi birikimini kullanarak Gazze’deki tesislerinde üretme olanak ve yeteneğine kavuşmuştur. Al-Monitor haber sitesine göre, yurtdışından tamamen monte edilmiş silahlar elde etmek giderek zorlaşsa da HAMAS liderleri Eylül ayında bir Al Jazeera programında Fajr füzelerini ve Rus Kornet tanksavar füzelerini kara ve deniz yoluyla Gazze’ye gizlice sokmayı başardıklarını söylemiştir. Özellikle füzeler HAMAS’ın İsrail topraklarına karşı kullandığı / kullanacağı bir taarruz silahı olurken, Gazze’ye sokulan tanksavar silahları ise İsrail’in korkulu rüyası Gazze’ye yapabileceği bir kara harekâtında kullanabileceği tank avcılığı harekatının ana muharebe silahı olabileceğini dikte ettirmiştir.
Bizler alışkanız da dünya kamuoyuna bu durum onlara ters gibime geliyor. Bizler, Suriye ‘PeKaKası’ndan alışkınız, Yunanistan’dan, GKRK’den alışkınız, hele ki Türkiye’nin Güney komşusu AB(D) olunca, hipokrasi, riyakârlık diz boyu. Terör örgütü PKK/PYD’nin katliamlarını gizleyen Batı medyası, iki yüzlü tutumunu bu sefer Kudüs’te Gazze’de gözler önüne sermiştir, bizzat şahit oldunuz. Öyle değil mi? Sevgili okurlar. Birçok ünlü medya organı, İsrail’in Filistinlilere saldırılarıyla ilgili haberleri bayağı bir çarpıtmasını bilmiştir. Nasıl bir senarist bu İsrail yanlısı yazılan senaryoya bir bakar mısınız? Londra merkezli Reuters, Filistinlilerin üzerine araç süren İsrailli ile ilgili haberi, “Filistinlilerin taş attığı İsrailli kaza yaptı” şeklinde bir çarpıtma şampiyonu olmuştur. Nedir bu yaklaşım ve alet oluş? Bu soruya ‘pes’ demek yetersiz kalır, ‘el insaf’ demek lazım değil mi? Bu arada söyleyelim, Gazze’de olanlar, bırakın orantısız güç kullanımı kavramını, diz çöktürmeyi köleleşmeyi bir hareket tarzı olarak benimsemiştir.
Medyanın Yahudilerin elinde olduğu yer kürede dünya kamuoyunu nasıl inandırabilirsiniz? Zaten bütün terimleri çarpıtarak İsrail yanlılığını benimsemiş durumdadırlar. Hiç kullanılabilir mi? Gerçekten ‘İşgalci, istilacı İsrail’ ifadeleri. Ama doğrusu bu. İngilizce ‘settler’ anlamında masum İsrailli ‘yerleşimci’ tabirini, sorgu sual olmadan hukuk müktesebatına bile sokmayı başarmışlardır. Bu terim, öylesine çok kullanılmıştır ki, söylenile söylenile masumiyet karinesi içerisine bile sokulmuştur. Defalarca televizyon ekranlarından izlediniz, videoda telaffuzundan Newyork’lu bir Yahudi olduğu anlaşılan işgalci “Evet, fakat ben gitsem bile sen (bu eve) dönemeyeceksin. Sorun ne? Neden bana bağırıyorsun, bunu yapan ben değilim?” diyordu. Bunu, Şeyh Cerrah’da evini gasp etmeye çalıştığı Filistinli kadın Muna el Kurd’un “Yakub, biliyorsun bu ev senin değil” itirazına yanıt olarak söylüyordu. “Sen benim evimi çalıyorsun” diye direniyordu Filistinli kadın. Yakarırcasına, yalvararak sözlü bir direniş sergilemeye çalışıyordu, mülksüzlüğe doğru adımını atarken. Amerikalı Yahudi Yakup da gayet rahat bir şekilde cevap veriyordu, yıllarca birlikte komşuluk ettiği Filistinli kadına: “Ben çalmazsam bir başkası (işgalci) gelip çalacak.”
Zulmün olduğu yerde tarafsız kalınabilir mi? Hele ki Ortadoğu’da zalimin yaptıklarına sessiz kalmak, kısaca ‘tarafsız, bitaraf olmak demek, bertaraf olmak’ demektir. Dünya kamuoyunun önünde çocuk, kadın demeden sivilleri, masum Filistinlileri vuran İsrail’e dur demek bence insanlığın ilk görevi olmalıdır. Zalimle mazlumun mücadelesinde, olaylar ne kadar çarpıtılırsa çarpıtılsın mazlumdan yana olunur, insanlık bunu gerektirir, gibime geliyor. Haksızlıklar karsısında haktan yana taraf olmayanlar bir gün bu haksızlıklarla kendileri karşılaştıklarında kendilerini yapayalnız bulacaklar, kuşkusuz bertaraf olacaklardır. İnsanlıktan nasibini alamayanların zalimin lejyoneri olduğu bu vasatın bu kavganın karşı tarafı olmak onurludur, ancak savaşın ‘Son Mohikanı’ olmayı gerektirir. ‘Son Mohikan’ olmak demek bu uğurda sonuna kadar mücadele vermekten zerre kadar imtina etmemek demektir, sevgili okurlar.
Dipnotlar
(1) Turgut Alp Boyraz, “İşgal altındaki Golan Tepeleri İsrail için neden önemli?” Anadolu Ajansı, 22.03.2019;https://www.aa.com.tr/tr/dunya/isgal-altindaki-golan-tepeleri-israil-icin-neden-onemli/1425457/Erişim Tarihi 16.05.2021/
(2) Murat Yazan, “Şişkin Ego ve Kibir”, Ortak Ses, Türkiye’nin Ortak Sesi 3 Nisan 2018; http://www.ortakses.com/siskin-ego-ve-kibir-1583yy.htm/Erişim Tarihi 16.05.2021/
(3) İbrahim Varlı, “Davud ve Golyat”, Birgün Gazetesi, 26.06.2018; Https://Www.Birgun.Net/Haber/Davud-Ve-Golyat-220835/Erişim Tarihi 16.05.2021/
(4) İclal-Tunca Örses, “Davut ve Goliath (Muavenet Destanı)”, 18 Ocak 2018; https://canakkalemuharebeleri1915.com/makale-ler/iclal-tunca-orses/456-davut-ve-goliath-muavenet-destani/Erişim Tarihi 16.05.2021/
(5) BBC News, Demir Kubbe: İsrail’in hava savunma sistemi nasıl çalışıyor, Filistinli gruplar sistemi nasıl aşıyor?13 Mayıs 2021; https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-57065623/Erişim Tarihi 16.05.2021/