Hanefi Yontar’ın Ardından

“Yıllar önceydi. Bir akrabamızın kapımıza bakan evi, titiz araştırmalar sonucunda kiraya verilmişti. Kiracımız bize ve coğrafyamıza oldukça uzak, yabancı bir iklimdendi. Tedirginlikten ve ortama alışamamaktan olacak, neredeyse bir hafta evden dışarıya çıkmayan bu kiracılarımızı zamanla tanımaya başlamıştık. İki çocuklu ailelere bile sıcak bakmazken yeni komşumuzun altı çocuğu gözümüzden kaçmıştı. Yapacak bir şey yoktu, olan olmuş, taşınan taşınmıştı. Önyargılarla geçen birkaç aydan sonra tanıdıkça sevdik bu insanları ve sanırım sevildik de.

Konumuza gelelim. Evin hanımı kısa sürede annemle -ana kız gibi- samimi oldu. Gurbete uğurladığı kızına şöyle dua etmiş meğer annesi: “Kızım, inşallah gittiğin yerde beni aratmayacak bir insanla karşılaşırsın. Müşkülünü halleder, dertlerine çare bulur… Sana destek olur…

Hayatını hep başkaları için fedakârlık yapmaya programlamış ve mutluluğu bu şekilde yakalamaya alışmış olan annem komşumuzu, yedi kız kardeşimden sonra, sekizinci kızı gibi görmüştü. Biz de çocuklarını kardeşlerimiz gibi…

Niçin anlattım bunları, şunun için: (öğretmen olarak çalıştığım) Bartın’dan (araştırma görevlisi olarak) Eskişehir’e gelirken belki de kafamdaki en büyük soru işareti burada kimlerle ve hangi zorluklarla karşılaşacağımdı. Çok sıkıntı çekmiştim Bartın’da. Annemin duaları hep kulağımdaydı: “Allah seni hep iyi, güzel insanlarla; Allah korkusu olan insanlarla karşılaştırsın!” Duaya çok inanırım, hele bu, bir de anne duasıysa.

Annemin kabul olmuş duasıydı onlar. Hele babamı öbür âleme uğurladıktan, bu kaybedişin içimde açtığı boşluğu yüreğimde hissetmeye başladıktan sonra, ‘baba yarısı’ydı onlar. Hani insan babasından annesinden ayrıdır, onlara çok uzaktır, ama olsun. Onlar ordadır, onlar sağdır, onlar vardır. Gelmeleri gerektiğinde koşa koşa gelirler. İşte bu duygunun baba ayağını kaybedince, onlardı benim hayatımda bu boşluğu dolduranlar. Hocalarım oradaydı, dağ gibi duruyorlardı. Sağdılar, vardılar, gelmeleri gerektiğinde ‘gel’ bile demeden koşa koşa gelirlerdi.

Edebiyatla ilgili sıkıntılarımın, boşluklarımın önemli bir bölümünü onlarla doldurdum. İyi bildiğimi zannettiğim şiirin birçok karanlık noktasını onlarla yeniden keşfettim. Edebiyatı sadece kuru ve ezbere bir bilgi yığını olmaktan onların sayesinde çıkardım. Yine edebiyatın bir tarafının sanata, diğer tarafının bilime açıldığını, onların yönlendirmeleriyle fark ettim. Yeni açılan üniversitelerde genç akademisyenlerin en çok ihtiyaç duydukları bir bilge insan ve bir bilge hoca ihtiyacını onlarla doldurdum. Yazdıklarımı önce onlara okudum, yazmayı düşündüklerimi ilk onlara danıştım.”

Yukarıdaki cümleleri bundan on sene önce Saadettin Yıldız ve Hanefi Yontar hocalarım için yazmaya başlamışım, ama şu anda hatırlayamadığım bir nedenden dolayı tamamlayamamışım. Tıpkı, Saadettin Yıldız hocamın yarım kalması gibi hayatta. Yazıyı tamamlamak için 2015 yılının kasım ayını beklemem gerekiyormuş.

Kasım ayının üçüncü pazar gününde, zihnimizde birbirlerinden hiç ayrı düşünmediğimiz bu iki insandan birini, Hanefi Yontar hocamızı, ebedi âleme uğurladık. “Ölümden korkmuyorum, çünkü ben hayatımda hiç kul hakkı yemedim ki!” diyen bu güzel insan annesiyle buluştu, akrabalarıyla buluştu. Bu buluşmanın kıskanılacak ve imrenilecek kadar güzel olduğunu ben biliyorum, siz de bana itimat edin.

Hanefi Yontar kimdi? Nasıl yaşadı? Nelere değer verdi? Bize düşen gölgesi neydi? Hoşgörüsüne sığınarak, ruhundan istimdat ederek bendeki “O”ndan bahsedeceğim bugün.

Abartıyı hiç sevmezdi, hemen uyarırdı biraz itidal çizgisinden koptuğumuzda, ama yüzünü hiç terk etmeyen gülümsemesini de elden bırakmazdı. Bu yüzden onu anlatacak yazıda söz terazisini çok dikkatli tutmak gerek.

Kendi lügatını oluşturmuş insanlardandı. Çocuklarının, öğrencilerinin, sevdiklerinin, dostlarının, hocalarının ya kendince ayrı bir adı vardı ya sıfatı. Biraz dikkat ederek hemen çözüverirdiniz onun dilini. İçinde sevgi, incelik ve nükte barındıran bu isim veya sıfatlarda asla küçük görme veya tahkir olamazdı. Yakın dostu Saadettin Yıldız doğal olarak en çok ismi, sıfatı hak eden insandı. Bazen adını kısaltır “Sadi” derdi ona, bazen “Reis”, bazen “İhtiyar”. Öylesine kendi dillerini ve esprilerini üretmişlerdi bu insanlar, temelini saygı ve sevginin oluşturduğu ikinci bir dil oluşmuştu aralarında. Çok severdi Vahit Türk hocayı. Bir kere bile soyadıyla birlikte adını andığına şahit olmadım, “Bizim Vahit”ti o. Hasan Çebi, daha adındaki heceler tamamlanmadan tebessüm ettirirdi onu, o da “Bizim Hasan”dı. Sedat Yurtseven adı da gözlerinin parlamasına yeterdi ve o da “Bizim Sedat”tı. “Hoca” kelimesinin tek karşılığı vardı hayatında; “Necmettin Hacıeminoğlu”.

Ya öğrencileri? Onlar kızlı erkekli “evlat”tı. Çok kızdığında ağzından duyduğum en ağır ifade “sıpa” olurdu, ama hemen arkasından “ne yapacaksın sıpa da olsa evlat” der yumuşatırdı kelimelerinin kendince sert çıkan köşelerini. Bölümün bayan araştırma görevlileri onun kızı, bizse erkek çocuklarıydık. Bu öyle laf olsun diye takınılan bir büyüklük taslama hadisesi değildi. Evlatlardan veya çocuklardan biriyle bir yere gidildiğinde asla para harcatılmazdı bu insanlara.

Onunla yaşadığım ve daha sonra hikâyeye dönüştürdüğüm bir olayı sizinle paylaşmak isterim.

Bir yaz günü Eskişehir’in tanınmış kebapçılarından birisine gitmiştik. Klima olduğunu duyunca doğal olarak ikinci katı tercih ettik. Mekân biraz basıktı ve yan tarafımızda üniversite öğrencisi oldukları her hallerinden belli olan beş altı kız oturuyordu. Şamata, gırgır gırla gidiyordu. Sohbetin seviyesi hocanın yüzünü daha baştan ekşitmeye yetmişti. Neden sonra bunlarla aynı yaşta bir garson kız beliriverdi merdivenlerin başında. Siparişleri almak için gelmişti. Önce yanımızdaki masaya sordu garson kız ne almak istediklerini. Üniversite öğrencisi olan kızlar aşağılar bir tavırla “anlat bakalım” dediler “menüde neler var.” Garson kız çorbalardan başlayarak, kebap, tatlı ve içeceğe kadar bütün menüyü tek tek saydı. Yan masaya kulak kabarttıkça hocanın yüzü her dakika biraz daha ekşiyordu. Kızlardan biri susuyor diğeri konuşmaya başlıyor, bazen üçü birden konuşuyor ikisi gülüyor, bazen ikisi konuşuyor üçü kahkaha atıyordu. Tekrar tekrar anlattırıyorlardı garson kıza o da “tamam efendim” diyerek baştan başlıyordu menüyü saymaya. En son “ya öyle mi”, “vay vay” gibi garson kızı küçümseyici nidalar belli belirsiz bir şekilde kulaklarımıza çalınır çalınmaz büyük bir hışımla masadan kalktı ve “terbiyesizler” dedi hocam. Seri ve kızgın adımlarla mekânı terk ettik. Ne kadar uğraştıysam da orada kalmaya ikna edemedim hocamı. Hatta sözü biraz uzatınca bana da haddimi bildirdi; “Babalarının parasıyla buraya gelip, belki de ailesini geçindirmek için çalışan bir kızı küçümsemek, ona saygısızca davranmak onların hakkı mı”, dedi. Yürüdük. Hiçbir şey konuşmadan bir saate yakın yürüdük. En son ayrılmadan önce başını kaldırdı ve yedi kelimelik bir cümle kurdu. Dünya durdukça zihnimden silinmeyecek bu yedi kelime şöyle yan yana dizilmişti: Ben bu akşam da yemek yiyemem arkadaş.

Çok insan tanımıştım, çok büyük görmüştüm ama hassasiyetin ve inceliğin bu kadarına ilk defa tanık oluyordum. O akşam ben de yemek yiyememiştim.

Sevdiklerine takılmayı çok severdi.

Masamın üzerinde kargodan yeni gelmiş dergileri görüp “nerden buldun bunları, bu kadar dergiye ne gerek var,” gibi sözlerle bana takılınca “aboneyim hocam” dedim “ayağıma geliyor”. “Hiçbir şeye abone değilim”, dedi. “Belki farkında değilsiniz ama hayata abonesiniz hocam” dedim ve ekledim: “Güneş her gün sizin için doğuyor, rüzgâr sizin için esiyor, tâ uzaklardan mutluluklar sizin için geliyor”, diye sözü uzatınca o meşhur gülüşüyle gönlümü alıp elleriyle yüzümü okşadıktan sonra “sen şiir yazmadan ben gideyim” dedi. Bilmişti, bu bahis daha sonra ona ithaf edilen bir şiire dönüştü:

Ben hayata aboneyim
Güneş her gün benim için doğar
Benim için eser rüzgâr
Tâ uzaklardan benim için
Sırf benim için gelir mutluluklar…

Ben hayata aboneyim
Elimin sıcaklığı bundan
Yüreğimin sıcaklığı bundan
Bundan gözlerimin içinin gülmesi
Umutlarımın yeşermesi bundan…

Soğuk şubat rüzgârlarının estiği süreçti. Bir yöneticimiz kendisi fen bilimleriyle uğraştığı hâlde bizi gördüğü her yerde, “ben de edebiyatı en az sizin kadar bilirim, lisede edebiyat okudum.” der ve kendisini de buna inandırırdı.

Yine bir toplantıda aynı cümleler tekrarlanınca sözü kibarca aldı hocam. “Ben de fen bilimlerini iyi bilirim.” Yöneticimiz şaşırdı, “nasıl yani” dedi. “Anlatayım” dedi “hocam”, “lisede biyoloji okudum, hatta birkaç fare ameliyat etmişliğim de var!”

O günden sonra “ben de edebiyatı en az sizin kadar bilirim” sözünü bir daha duyduğumu hatırlamıyorum.

Zor zamanda konuşacak, doğruyu muhatabının gözlerinin içine baka baka söyleyecek kadar yürekli insandı.

Güzel giyinir, giydiklerini kendisine yakıştırırdı. Öyle titizdi ki, tozlar onun takım elbisesine konmamak için yön değiştirirlerdi. Baş ve orta parmağıyla ceketindeki tozları silkelemesi gözümün önünden hiç gitmez. Ayrıca, otuzüçlük tesbihi elinden düşmezdi. “Hocam, en büyük hayalim bir gün sizin gibi otuzüçlük tesbihle sınıfa gitmek” deyince bayağı bir gülmüştü.

Hafızamdaki şiirleri zamanlı zamansız, yerli yersiz okumam bahsinde bana bir ders vereceğini hissediyordum. Yine ezbere şiir okuduğum bir gün şiir okumam bittikten sonra gülerek ve gözlerimin içine bakarak şunları söyledi: Evlat şiir ezberlemeyi bırak, onu kaset de yapıyor, anlama kafa yor!

Merhamet sahibi bir cömertti ve maddi durumu iyi olmayan öğrencileri tek tek bilirdi. Bu öğrencileri kırmadan incitmeden ya yemek ya kitap ya yol parası koyardı ceplerine. Almak istemeyenleri, “öğretmen olunca ödersin evlat” sihirli cümlesiyle ikna ederdi.

Eğitim ve kültür hayatımız son idealist neslini de ebedi âleme uğurluyor. Öğrenciyle öğretmen arasındaki uçurum her gün biraz daha büyüyor. Dimağına bilgi, yüzüne gülümseme, ağzına şiir yakışmayan insanlar biraz daha karartıyor dünyamızı.

Kendime söz verdim hocam, bu yazıda mümkün olduğunca az kullandım ölüm kelimesini. Ölümün, insan olarak hayatını tamamlayanlara sunulan en büyük armağan olduğunu biliyorum. Senin istediğin gibi bir yazı yazmaya çalıştım, orada da imtihana çekilmenin olduğunu hiç aklımdan çıkarmadan.

Bir duanın karşıma çıkardığı bu güzel insandan dualarınızı eksik etmeyeceğinizi biliyorum.

Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen