Hangisi?

22 Ocak 2025 Çarşamba, Akşam Haberleri Halk Tv:

Bolu Kartalkaya’daki yanan ve 76 insanımızın canına mal olan otel anlatılıyor: bayan sunucu, otel yönetiminin, Bolu Belediyesi’ne başvurduğunu, yangına karşı 8 maddelik eksikler olduğunu belirten rapordan haberdar olan otel işletmesinin, müracaatını geri aldığını, raporu istemediğini bildiriyor, Belediye’nin, Turizm Bakanlığına bu durumu iletmek ve şikâyet yetkisi yoksa bile, vicdanını dinleyip gerekeni yapması gerektiğini belirtiyor ve belki de Belediye bu vicdanî görevi yerine getirmiştir, diye de ekliyor.  Bu arada, yanan otelden sahneler yer alıyor, otelde kalan insanlarımızın, o karanlıkta ve o korkunç durumda, kurtulmalarının imkânsız olduğu gösterilirken, bayan sunucu, gayr-ı ihtiyârî, çok tabiî, pek iyi bilinen bir şeymiş gibi; ORTAÇAĞ diyor!

Bu ORTAÇAĞ kelimesinin altında muazzam bir fâcia, korkunç bir cehâlet, kendi toplumuna tepeden bakan ters devşirilmiş, ayrıcalıklı bir azınlık zihniyeti, büyük bir milletin kendini inkâr edişi ve KİMLİKSİZLEŞTİRİLMİŞ hâli yatıyor. Yâni, bayan sunucu, böyle ilkel, cehâlet şartları içinde yaşamak ve kazaya uğramak, ancak ORTAÇAĞ’da olurdu, demek istiyor, kısaca.  Doğru; ama, Ortaçağ’da AVRUPA’da OLURDU!!!    

Bizde değil!

ORTAÇAĞ’da Avrupa’da durum şöyle idi:

“Caddeler ve evler, insan ve hayvan pisliğiyle iğrenç bir durumdaydı. Krallardan halka kadar, pis, bitli Hristiyanlar, yaralarla dolu ve hastalıklarla perîşândılar.” (Robert J. Scrutton,  Nature’s Way to Nutrition and  Vibrant Health, California, 1977, p. 17).

İngiltere’de, “Ortaçağ’da, pek çok ev hâlâ keresteden bir iskelet ve çit dalları dolgusu ile sıvalı duvarlarla yapılırdı. Ateş, her gece bastırılmalıydı. Önceleri, duman, duvarlardaki deliklerden dışarı çıkardı. Baca çömlekleri ancak 1400 yıllarında çatıların tepesine kondu. Pislik sokağa atılır, sokakta akan dere, açık lâğım olarak kullanılırdı.”

İngiltere’de 14. yüzyılda caddenin ortasından lağım akan şehir

 

Philip Steele and Fiona Mac Donald, British History, 2013, p.181.

Avrupa’da, o çağda, (vaftiz suyu gitmesin diye) yıkanmak suç, günah sayılırken Müslümanların bedenleri ve şehirleri tertemizdi. Avrupa’da dogmatizm hüküm sürerken, Osmanlı medreseleri bilgi ışığı yayıyordu. Avrupa’da halk sefâlet içinde yüzerken, Osmanlı Devleti’nde yaşayanlar, zekât verebilecekleri yoksul bulamıyorlardı.

Halbuki o çağlarda, Anadolu’da, en küçük bir köyde bile, oturulan odada (hayat’ta) ocak ve evin bahçesinde ayakyolu bulunurdu. Ocaktaki közlerin yanında duran ibrikte, abdest için kullanılacak sıcak su bulunurdu. Orta Anadolu’nun bâzı şehirlerinde, Selçuklu’lardan kalma yeraltı lâğım kanallarından bahsedilir. Tıkanıklık olduğu zaman, kanalların yerini bilenlerden sorulup açılırmış.

Orhân Gâzi (1326-1360) zamanındaki durumu Osmanlı târihçisi Neşrî şöyle anlatır:

Ve bilcümle Orhân Zamânında ulemâ ve fukarâ müreffehül hâl oldular. Hattâ zekât virecek kimesne bulunmaz oldu.” (Neşrî, Kitâb-ı Cihân-Nümâ, Ankara, 1949, TTK yayını, c.I, s.186.)

Evet, 650 yıl önce, Orhân Gâzi zamânında, bu ülkede, Müslümanların vereceği zekâtı alma, kabûl etme durumunda yoksul bulunmuyordu! Gelir dağılımı mükemmeldi. Bu, bir vâkı’a, olgu. Günümüzde, dole, stamp vb. yardım/yardımlaşma yolu uygulayan Amerika yönetimi mevcud değildi.  Biz, 650 yıl önce, insan ilişkileri ve yardımlaşma, maddî refah bakımından, günümüz Amerika’sından çok daha iyi durumda idik. Amerika’da, süpermarketten, elindeki kartla ücretsiz olarak -sâdece yiyecek maddesi – bir şey alana, diğer vatandaşı, “bu asalak, benim ödediğim vergiden geçiniyor” bakışıyla bakabilmektedir. Halbuki, bizde, her ihtimâle karşı, belli yerlere konulmuş olan sadaka taşları’ndan, ihtiyâcı kadar para alan, parayı oraya koyanla karşılaşmazdı, haysiyeti korunurdu.

Fâtih çağında, “zina suçu derhâl ve şiddetle cezâlandırılırdı, yol kesicilik âlemden silinmişdi. Öyle ki, bir kadın, yanında büyük mikdârda altınla, yalnız başına bir iki günlük Yola gitse, hiçbir zarâra uğramadan döneceğinden kimse şüphe etmezdi.” (Neşrî, Cihân-Nümâ, Ankara, 1949, TTK yayını, c.II, s.838-840.)

Fâtih’in yıktığı Doğu Roma İmparatorluğunda, Constantinopolis’te ise “fuhuş yaygındı, kölelerin durumu fecî idi.”  R.J.H. Jenkins, “Social Life in the Byzantine Empire” The Cambridge Medieval History, vol. IV, part II, Cambridge University Press, 1978, pp. 88-89).

Osmanlı ordusu şehri kuşattığında halk, Hipodrom (Sultanahmed) meydanına, Mâviler ile Yeşiller arasındaki araba yarışlarını seyretmeğe koşuyordu. Halk öylesine değerlerini kaybetmiş, bilinçsiz duruma gelmişti ki, Roma İmparatorluğunun elde kalan bu son şehri düşmanlarının eline düşme tehlikesi ile karşılaşmışken, eğlence düşkünü hâle gelmiş Rumlar, -futbol henüz icâd edilmediğinden- hipodroma araba yarışı seyretmeğe koşuyordu!

***

Ortaçağ’da (395-1453) Medeniyet, uygarlık, İslâm dünyâsında idi; zamanla, Palermo-İtalya ve İspanya (Endülüs) yoluyla Avrupa’ya geçti. Dr. Sigrid Hunke, “Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi” (çev. Servet Sezgin) adlı kitabında, Avrupa’lıların, 1000 yıllık İslâm Medeniyetini YOK saydıklarını anlatır. Zâten oryantalistlerin asıl yaptıkları, İslâm Tarihini, Türk Tarihini, istedikleri, işlerine gelen biçimde inşâ etmektir; arada, bozuk saatin günde iki defa doğru zamanı göstermesi gibi, yazdıklarında bazı doğrular da vardır. (Tarih çağlarının öyle bölümlenmesi de ‘Avrupa merkezlidir’ ve bütün insanlık için doğru değildir: 395 yılında Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesi, Türkler için, Çinliler için, Japonlar, Ruslar, Hintliler, İranlılar, Araplar, Berberîler için, Amerika’nın aslî halkı Aztekler, İnka’lar, Maya’lar için, Afrika, Avustralya halkları için ne diye “bir dönüm noktası” olsun?)

Avrupa’lılar, Müslümanlardan -günümüzde kullanılan- Arap rakamlarını ve sıfırı aldılar (shifre, zero). Roma rakamlarıyla doğru dürüst hesap yapamazsınız: I,II,III,IV, V, VI, VII, VIII, IX, X (10) L (50) C (100), D (1000). Avrupa’lılar, hesap için, günümüzde ilkokul öğrencilerinin kullandığı abaküs’ü kullanırlardı.

Kan dolaşımını, bize öğrettikleri gibi Harvey değil, ondan yüzyıllarca önce Müslümanlar bulmuştu. Meridyeni Müslümanlar ölçmüştü, namaz vakitlerini hesaplamak için astronomi’de çok ileri gitmişlerdi. İbn Heysem’in optik buluşları vardı. Cebir’i, Avrupa’lı, Müslümanlardan öğrendi, Kimya’yı da öyle. Hayy ibni Yakzân hikâyesi, Avrupa’da Robinson oldu. Kelile ve Dimne hayvan hikâyeleri, La Fontaine’de kılık değiştirdi. Binbir Gece Masalları, Avrupa romancılığına kaynak oldu, ama;

Türk çocuğu, okulda, bunları OKUMAZ, Avrupa’lının yaptıklarını okur, kendi târihine, Avrupa’lının Türk târihine baktığı açıdan baktırılarak eğitilir/imâl edilir, yetişme/formasyon çağında (12-18 yaş) benliğine aşağılık kompleksi yerleşir: her iyi şeyi Avrupa’lı yapmıştır, biz hiçbir şey yapmamışız, yapamayız boş görüşü, vehmi, zihnine, gönlüne yerleşir. Bu ters gidişe itiraz edecek olan, “kendimize dönelim” diyen de gericilikle, çağdışı olmakla suçlanır.

***

Bu çarpık, fecî durumu anlamak için 233 yıl geriye bakmak, o zaman olanları hatırlamak (daha doğrusu: ÖĞRENMEK) gerekir.

Keşiflerle yeryüzünün her tarafına gidip pek çok yerini sömürge yapan, bu arada sanayi devrimleri de yapan Avrupa’lıların karşısında, yenilenmek ihtiyâcı, kendini kuvvetle hissettirdi. Üçüncü Selîm Hân, 1789 yılında tahta çıktı,  örnek alınması düşünülen Avrupa’yı daha iyi tanıyabilmek için, Ebubekir Râtıb Efendi’yi 1791 yılında Viyana’ya sefîr olarak gönderdi. Çâreler aramakta olan Sultân Üçüncü Selîm tahta çıkışının ikinci yılında, “1791 ekiminde, 19 Türk ve 2 yabancıdan Devletin niçin eski gücünü kaybettiği, bu güce erişmek için şimdi hangi yeniliklerin yapılması gerektiği hakkında birer lâyiha (rapor) istedi. 21 lâyiha tek noktada birleşti: Devlet, eski gücünü kaybetmişti, müesseseleri bozulmuş veya işlemez hâle gelmişti, mutlaka ıslâhat (reform) lâzımdı. Ancak lâyıha sâhibleri çâre’de ayrılıyorlardı. Başlıca üç grup vardı:

1.Muhâfazakâr idealistler: “Osmanlı, mâzide cihân devletiydi, rakıybi de yoktu. O zaman bütün müesseseleri mükemmeldi. O müesseselere dönebilir, onlar canlandırabilirsek, devlete eski kudretini iade ederiz” kanaatindeydiler.

2.Tâvizci romantikler: “Avrupa bâzı bakımlardan bir müddenten beri bizden ileri gitti. Toplum düzenimizi bozmadan, acele etmeden, Avrupa’nın bizde olmayan tekniğini alalım ve hazmedelim. Zâten Avrupa ile aramızdaki mesâfe ancak 30 yıldan beri açılmıştır. Hızla onlara yetişmemiz ve gene en büyük devlet olmamız mümkündür” diyorlardı.

3.Düzen değiştirmek isteyen radikaller : “Avrupa’nın bizi bâzı hususlarda geçtiği ortadadır. Bu düzene devâm edersek, her sahada bizi geçecektir. Biz de düzen değiştirip onlara yetişelim ve onları geçelim. Bizim aklımız onlardan eksik, zekâmız geri midir?”  görüşündeydiler.  (Yılmaz Öztuna, age, I, s. 411-412.)

Rahmetli Öztuna’nın, “Tâvizci romantikler” dediği kimselerin görüşünün ne kadar haklı ve isâbetli olduğunun canlı örneği Japonya’dır. “Toplum yapısını değiştirmeden, sâdece tekniği almakgerekiyordu! Aradan geçen 233 yıl sonra, hâlâ bu konu tartışılıyor ve gündemden düşmüyor. Rahmetli’nin kendisi de, ağır basan üçüncü görüşün devâmı olan akımın bir ürünü olduğu için, Pâdişâhın üçüncü şıkkı uygulamasını isâbetli bulmaktadır.

Rahmetli, hattât, şâir, bestekâr Sultân Üçüncü Selîm Hân, 21 lâyihayı okudu, üçüncü şıkkı beğendi: her şeyimizle Avrupa’lı olmak. Bu anlayış doğrultusunda, amcası Birinci Abdülhamîd’in oğlu İkinci Mahmûd kıyâfet değişikliği yaptı, onun 16 yaşındaki oğlu Abdülmecîd, 1839 yılında Tanzîmât ilân etti (bu konuda İngiliz maşası mason Mustafa Reşid Paşa’nın hizmeti (!) büyüktür), 1856 yılında Avrupa’lı emperyalistlerin ‘uygun görüp’ ilân ettirdikleri İslâhât geldi, bu anlayış ve tutum, günümüze kadar devâm etti. Bu zihniyetin tabiî durumu olarak, Tanzîmat ve İslâhât, okullarımızda hâlâ “ileri atılım hareketleri” olarak öğretilir. Okul kitaplarında öğretilenle yetinen, bu konularda OKUMAYAN, DÜŞÜNMEYEN diploma sâhipleri de, bu yolda gitmeğe devam ederler.

Tanzîmât’la gelen yenilikler arasında, günümüzde kullanılan, “kaynakları dip notlarında gösteren” târih yazma yöntemi de alındı. Yöntem iyidir de, Tanzîmât aydını, (genellikle, aşağılık duygusu baskındır, ona göre ‘Fransızca bilmeyen, eşektir’) (Tıbbiye’de dersler, Fransızca öğretilir, Türkçeye çevirmek akıllara gelmez: ‘her şeyiyle’ Avrupa’lı olmak, kolay değildir) Avrupa’lıya tam teslimiyet içinde olduğu için, Avrupa’lının bizimle ilgili yazdığı HER ŞEYİ, sorgusuz, eleştirisiz, OLDUĞU GİBİ Türkçeye aktarır. “Aydın” denilen, öyle zannedilen diplomalılarımızın -okuyan, düşünen- pek azı müstesnâ, zihinleri tutsaktır, captive mindsâhibidir, bu yaygın tip, ve imâl edildiği gibi, devam eder, gider.

Avrupa’lı, Osmanlı Devleti için Ottoman Empire diye mi yazdı, olduğu gibi ‘Osmanlı İmparatorluğu’ diye aktarılır, imparatorluğun üniformalı eşkıyalık olduğu, yaptığı işin sömürme olduğu düşünülmez, fark edilmez. Çok şükür, son yıllarda, okul kitaplarımıza bile girmiş olan bu çirkin iftirâ dan kurtulma yolundayız. Diğer bir misâl: Fâtih’in 1453 yılında yıktığı kuruluş, (Rum) Roma İmparatorluğu’dur, onun tebeası (uyruğu) olanların torunlarına da günümüzde bile ‘Rum’ denilmektedir.  Ama, Avrupa’lı (Amerika, onun kültürel ve politik uzantısıdır) Fâtih’in tarihe gömdüğü bu kuruluştan Bizans (Byzantium) diye söz eder, öyle yazar, bizim târihçilerimizin çoğu da ÖYLE yapar, (Bizans, 20 küsûr yüzyıl önce, bir Yunanlı’nın kurduğu şehir idi, yıkılmıştı, onun yerinde, Konstantin, Konstantinopolis’i (İstanbul’u) kurdu. Rum İmparatorluğu’nun dili ve kültürü 6. Yüzyılda yunanlılaştı. Avrupa’lının kafasında, “Müslüman Araplar İspanya’da 800 yıl kaldılar ve atıldılar, Müslüman Türkler de 1000 yıldır bulundukları Anadolu’dan atılmalılar” anlayışı vardır. Yunan’ın Anadolu’sundan Türkler atılacaktır. Nitekim Sırpların ağzında şu deyim dolaşmaktadır: “od Jadrana do İrana nece biti Müslümana” (Adriyatik’ten İran’a Müslüman kalmayacak). (Batı’lının aklına; “Avrupa’lılar, Amerika’ya 1492 yılında gittiler, 550 yıl önce geldikleri yere dönmeliler” diye bir anlayış gelmez: çünkü zihninde ‘hak’ kavramı, dilinde ‘hak’ kelimesi yoktur.)

Bu YANLIŞ tutum okul kitaplarımıza bile girmiştir: Okullarımızdaki müfredat programları, ‘sömürgecinin, sömürgesinde uyguladığı’ metodu andırmıyor mu? Bu müfredat uyarınca yetiş(tiril)en diploma sâhiplerimiz de, kendimize, Avrupa’lının baktığı açıdan bakar, kendini, öylece Avrupa’lı sayar. Bu zihniyet sâhib, kafasına okulda doldurulandan son derece emîndir, kimseyi dinlemez, her şeyi en iyi kendisinin bildiği kanâatindedir. Birkaç gün önce, bu kanalın kardeşi Tele 1 de, Sûriye’nin devrik diktatörü, ‘insan’ denilemeyecek mahlûğun adıyla ilgili olarak, “Erdoğan’ın kafasına kim sokmuşsa, Esad’ı, Esed diye yanlış söylüyor” diye bilgiç tonlarla, tavırlarla  konuşuyorlardı. Bu okumuş câhiller bilmiyorlardı ki, o mahlûk’un adı ESED’dir, Türkçede kullanılan “Esat”, Arapça “Es‘ad”ın bozulmuş şeklidir.   Esed,    أسد     arslan demektir,   Es‘ad:   أسعد  en mesud demektir.   O  iki ayaklı mahlûka Esed adını koymuşlar. Kültür kopukluğu, insanı böyle acınacak ve gülünç durumlara düşürür: hem bilmez; hem de bilmediğini bilmez, eskilerin deyimiyle, “cehl-i mürekkeb” sâhibidir, üstelik, karşısındakini, gayet emîn tavırlarla suçlar. Bu tavır ve zihniyettekiler, (Allah korusun!) Türkiye’nin yönetimine ciddî ciddî talipdirler. Ne günlere kaldık !

***

Türkiye’de okumakta olan Afrika’lı bir öğrenci diyor ki: “ben, ülkemizi çok fakir olarak biliyordum, kendimizi de değersiz buluyordum. Burada (ülkesinden ÇIKINCA) anladım ki, ülkem zenginmiş, kaynakları çok iyi imiş.”

Bizim okumuşumuz da, ufku olmayınca, “o müfredata göre” imâl edilip kalınca, captive mind sahibi olarak aynen o Afrika’lı öğrenci gibi olmuyor mu?

Yakın zamanlara kadar, kır hayatı için “feodal”, “feodalite” diyen bir çok aydınımız(!) vardı. Ne olacak, bazı akademisyenlerimizin idol’ü Prof Dr. Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey kitabında, “tımarlı sipâhiler” için utanmadan “feudal cavalry” (feodalite atlıları) demiyor mu? ve dahî, bu adamı (çok bilgilidir ha!) bilim adamı zanneden bol mikdarda akademisyenimiz mevcuttur! (birkaç yıl önce, Türkiye’de, ona madalya da verildi). Feodalite ile Tımar Düzeni arasındaki FARKI bilmeyen akademisyenin, cehâlet timsâli olarak heykeli dikilse, iyi olur, yakışır.

Evet, “ortaçağ” fecâatinden buraya geldik. Tv. de Reha Muhtar’ın yönettiği bir programda, ressâm, san’atkâr Bedri Baykam da (bir zamanlar, kurultay’da,  CHP başkanlığına aday olmuştu) “ortaçağ karanlığı”ndan söz etmişti, tabiî, kendimizle ilgili olarak.

Yangında 78 insanımız yandı, milletçe çok üzüldük, ölenlere Allah’tan rahmet, yaralılarımıza âcil şifâlar dileriz,  inşallah, gerekli tedbirler alınır da bundan sonra böyle çok üzücü olaylar yaşamayız.

Öte yandan:

Rahmetli Hünkâr Üçüncü Selîm’in, YANLIŞ (olduğu Japon örneğinde görülüyor: ne kıyâfetlerini, ne yazılarını değiştirdiler; sosyal dokularına da dokunmadılar, Avrupa’dan sâdece teknoloji aldılar; ikinci şık isâbetli idi) tecîhinin koyduğu yörünge üzerinde gelişen Tanzîmât, İslâhât çığırında bugüne kadar geldik, aydın kabûl edilen okumuşlarımız, KENDİMİZİ, böyle, Avrupa’lı imiş gibi, Avrupa’nın yaşadığı safhalardan geçmişiz gibi görmekteler ve captive mindsahibi bu zihniyet, STATÜKOyu   temsîl etmektedir.

 

Captive mind (tusak zihin): Bağımsız duruşundan saptırılmış, dış kaynak tarafından yönlendirilen, eleştirisiz ve taklîdî zihin.

 

 “Aydın” denilen, “aydın” kabûl edilen diplomalılarımızın ezici çoğunluğu tutsak zihin (captive mind) sahibidirler ve bu zihin yapısını “ilericilik”, “çağdaşlık” alâmeti, imtiyâzı saymaktadırlar.

 

         Bu durum, Yangın Fâciasından daha az mı üzülmeyi gerektirir?

         telâfisi için bir şeyler yapılması gerekmez mi?

         NE  dersiniz?

 

Cevâbınız, “duruş”unuzu belirleyecektir.

***   ***   ***

22 Ocak 2025

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen