Prof.Dr. Mustafa ERGÜN[i]
Son Buzul çağı süresince (120 ile 12 bin yıl öncesi), dünyadaki su çoğunluğunun genel olarak 40-45° enlemlerinin kuzeyinde kutup bölgelerinde tutulmaktadır. Bu süreçte okyanuslardaki deniz seviyesi -130 m’lerde idi. Bu devirde genel olarak 30-35° enlemlerinin güneyinden ekvatora kadar olan bölge yağış olmamasından dolayı (buzul çağları dünyamızda kurak çağlardır) çok kurak ve çöllerle kaplıdır (doğal olarak morfolojiye bağlı olarak). Buzul çağlarında yaşama uygun bölgeler ekvator civarında dar bir alanda ve genel olarak 35-40° enlemleri arasındaki kuşakta var olabilmektedir. Buzul çağı sırasında, Güney Hazar Denizi yaşam koşullarının en uygun olduğu bir bölgede yer almaktadır.
Buzul çağının bitimiyle bu uygarlıklar (deltalar oluşuncaya kadar) başta Harran, Aran ve Turan olmak üzere Hazar çevresinde oluşmuştur. Erken uygarlıkların, Buzul Çağında Hazar Denizi bölgesi ile sıkı bir şekilde ilişkili olduğu bilinmektedir. Buzul çağında Toros Dağları buzdan bir duvar örmüşler ve kuzeyinde Anadolu ve tüm Avrupa’da aşırı buzul koşulları canlı yaşamına uygun yerler değildi.
Şekil 1. Avrasya’nın genel genel görünümü ve Buzul Çağı sonrası (HARRAN; ARAN; TURAN) ve daha sonra Delta (MISIR; SÜMER; İNDÜS) uygarlıkları.
Yaşam için su çok önemlidir. Onun için, tatlı suyun tedariki uygarlığın yaratılması ve sürdürülebilirliğinin olmazsa olmazlarındandır. Buzul çağında suyun çoğunluğu kutuplarda ve yüksek dağlarda tutulmuştur. Buzul çağında su seviyesi 120/130 m günümüz seviyesinin daha altında idi. Buzul çağında yeryüzündeki yaşam sınırlanmış bir alan içinde var olmuştur (Şekil 1). Buzul Çağı sonrası uygun yerler olan Harran, Aran ve Turan uygarlıkları oluşmuştur. İklim değişip ısı yükselince buzullar erimeye başlamıştır. Dünya ikliminde 5-6 bin yıl önce aşırı ısınma olmuş ve buzullar hızlı olarak çözünmüştür. Buna koşut olarak deniz su seviyeleri hızlı olarak yükselmiş ve Mısır, Mezopotamya ve İndüs Deltaları oluşmaya başlamıştır. Kuzeydeki buzullardan gelen su miktarı azaldıkça (özellikle Turan ovasında) çoraklaşma ve çölleşme başlamıştır. Bunun sonucunda insanlar daha sulak dağ yamaçlarına ve deltalara doğru hareket etmişlerdir. Dolayısıyla Mısır, Mezopotamya ve İndüs deltalarında uygarlıklar gelişmeye başlamıştır.
Turan bölgesinde iklim değiştikçe Hindukuş Dağlarını aşarak İndüs vadisine inmişlerdir. Önce Belücistan’ın kuzeyinde Mehrgarh (MÖ 7 binler)’ta uygarlık oluşturmuşlardır. Daha sonra da İndüs üzerinde Harappa (MÖ 5300)’ta uygarlık gelişmiştir. İndüs’ün güneyinde ise delta uygarlığı olarak Mohenjo-daro (MÖ 2500)’da uygarlık gelişmiştir.
Şekil 2. Turan’dan uygarlığın dağılış yolları.
Batıda ise, Uygarlık Hazar Denizi çevresinden başlayarak ARAN ülkesi ve URMU’ya (Güneybatı İran; güney Azerbaycan) ulaşmıştır. ARYAN uygarlığının kökeni de büyük bir olasılıkla budur (Childe, 1926). Buradan da Toros ve Zağros Dağlarındaki geçitlerden ilerleyerek, dünyanın ilk uygarlığının (yaklaşık 12 bin yıl önce) oluştuğu Harran Ovasına ulaşılmıştır. Buzul çağı sonunda Harran bölgesi en uygun iklim koşulları ve coğrafyaya sahipti. Dünya uygarlığında asıl sıçrama, bundan 5-6 bin yıl önceki sıcak iklim koşullarında buzulların hızla erimesi ve deniz seviyesinin hızla yükselmesi sonucunda deltaların oluşmuşmasından sonradır. Sümer uygarlığı da Turan, Aran ve Harran’dan güneye ve batıya doğru Mezopotamya’ya ilerlemiştir. Ayrıca Harran uygarlığı Torosları aşarak önce Konya Ovası’na (MÖ 8000) ve batıya doğru ilerleyerek Ege Denizi kıyısında Troya uygarlığını (MÖ 4000) meydana getirmişlerdir. Uygarlık buradan batıya Trakya’ya geçmiş ve Avrupa uygarlığının temelleri atılmıştır (Şekil 2).
Orta Doğu’da buzul çağı sonunda iklimin ani olarak değişmesiyle, geniş alanların bitki ve hayvanların yaşamları için uygun hale gelmiş olması nedeniyle yiyecek sıkıntısı çekilmemiştir. Bu süreçte, Avrupa ve Asya’da tundra ile kaplı alanlar devamlı ormanlık (Balkan) doğal görünümü ile kaplanmıştır. Bu süreçte, kış yağmurları Toros ve Zağros Dağlarının kesişmesinde yer alan Harran bölgesinde artmıştır. Fırat ve Dicle ırmaklarının su miktarları kuzeyde yer alan Doğu Anadolu buzul örtüsünün erimesiyle (zaten Bingöl adı bu bölgede su kaynağı pınarlarının çok olması nedeniyle verilmiştir) fazlalaşmıştır. Buna göre de, zengin bir bitki örtüsü Harran’da oluşmuştur.
Buradan da şu anlaşılmaktadır, daha önce 35º-40°K enlemlerindeki uygarlıklar, deltalar oluştuktan sonra, daha güneye 30º-45°K enlemlerine kaymıştır. Burada MISIR uygarlığı bir istisna teşkil etmektedir. Çünkü Nil Irmağı güneyden kuzeye doğrudur. Nil ekvatordaki tropik yağışlardan beslenmektedir. MISIR Uygarlığı daha gençtir (MÖ 3500) ve Hazar bölgesinden etkilendiği söylenmektedir (Petri 1920’ler). SARI IRMAK Uygarlığı doğuda kendiliğinden oluşmuştur. Uygarlık SARI IRMAK bölgesinde daha geç başlamıştır.
Dünya’mızda doğa inançları dışında yaygınlaşmış dinlerin gelişim evreleri genel olarak aşağıdaki şekildedir:
Bunlardan inananların sayısı açısından ilk sırayı Hristiyanlık, ikinci sırayı Müslümanlık, üçüncü sırayı da Hinduizm ve son sırayı da Musevilik almaktadır. Musevilik MÖ 2000’li yıllarda ortaya çıkmıştır. Çıkış kaynakları Sümer yazıtları ve yasalarına bağlanmaktadır.
Bilgi insanın doğasıyla eşdeğer bir kavramdır. Bilgi yok olmaz fakat bir yerde doğanın yarattığı nedenlerle gerilerken buradan göç eden insanlar onu yeni gittikleri yerlere taşırlar. Gittikleri yerin yaşam biçimleri ve inançları ile yoğrularak yeni inanç düzenleri ve yaşam biçimleri oluştururlar. Sonsuz mavi göğün üç rengi olduğu için Altaylıların sancaklarında da üç renk, gündüzün mavisi, sabahın kızılı ve akşamın beyazı vardır. 13. yüzyılda, o zamanlar âdet olan büyük hanın seçimi töreninin gösterdiği gibi, bayraklarındaki renklerinin göksel kaynaklı olduğunun bilincindeydi Türkler. Gerçi Altay’ın bu eski Türk geleneği Avrupa’da şimdiye kadar muhafaza edilmekte, nüfusu buralara Kavimler Göç’üyle gelmiş devletlerin bayraklarında Altay’ın renkleri parlamaktadır. Tevhit dini ve onun ya da “Hanif inancının” sembolleridir bu haç şekline bürünmüş çizgiler. Türk kültürünün neden az tanındığına ve yüzyıllarca ondan kalan anıların neden yok edildiğine dair cevaplar onlarda gizlidir. O, Hıristiyanlığın ve İslam’ın başlangıcıdır (Adji, 2019).
Demirin bulunması ile inanç bağlamını Murad Adji (2019) şöyle tanımlamaktadır: Doğu’nun tarihine bakıldığında, Türklerde dini geleneklerin MÖ 5. yüzyıla doğru şeklini bulduğu görülür, başlangıcı ise yüzyılların derinliklerinde kaybolmaktadır. İnancın doğuş nedeni üzerine yapılabilecek en yakın tahmin, Altay halkının yaşamını değiştiren madencilikle ilgili olabilir. Eski bir destan bu olayı, Altay halkına Gök Tanrı’yı anlatan ve onlara demir cevherini işlemeyi öğreten Gezer Han öyküsüne bağlar. Yeni Tanrı ve yeni element ilişkisi aşikârdır. Altaylının bilincinde onlar her zaman tek ve ayrılmaz bir bütün olarak kalmıştır.
Demiri boşuna “göksel metal”, “göklerin armağanı” olarak adlandırmıyorlar Altay halkının destansı şaheserlerinde. Bu isimde, göktaşını bulan insanı saran coşku ve hayranlık ifadesi vardır, çünkü göktaşları gökyüzünden gelen habercilerdir ve saf halde doğada bulunmadığı bilinen demiri eski insanlara armağan ettiler. Demir göktaşlarından elde edilmiştir. En eski aletler olarak bilinen bıçak ve hançerler bunlardan yapılmıştır.
Çin kaynakları (Taiping Huanyu Ji) kadim Altay’la ilgili olarak şunları bildiriyor:
“Onların topraklarında altın, demir, kalay çıkıyor; devletleri [de] göksel yağmurun demirine sahip, onu bıçak ve kılıç yapmak için topluyorlar, [o] bildiğimiz demirden farklı. Bir zamanlar oradan gelen bir yabancıya sordular [cevherin nasıl çıkarıldığını], cevap vermedi, sakladı. Sadece, ‘demir çok sağlam ve keskin, çok üstün ve ustalıklı işçilik gerektirir. Çünkü onların toprağında demir var. Ağaçlar fırtınalı yağmurdan donunca ortaya çıkıyor [demir]. Belli bir süre geçince, toprak onu yine içine çekiyor. Bu yüzden [o] seçmeli ve meşakkatli bir iş. Her seferinde, gökten yağmur yağınca insanlar [bu demiri] toplarlar, kuşkusuz başarısızlıklar ve ölümler de olur. Nedeni tam olarak bilinmez’ dedi.”
Göklerde birçok değerli maden yataklarının sahibi Tanrı, insanlara cevheri eritip, demir elde etme yeteneği bağışladı. Altay halkı da ona ibadet etmeye başladı. Felsefe bu anlayış zemininde bina oldu, toplumla birlikte gelişip bir dünya görüşü doğurdu ve zamanla olgunlaşıp yeni yaşamın ahlaki temel değerlerini oluşturarak din haline geldi.
Kuşkusuz, Kafkasya, Küçük Asya gibi diğer kadim madencilik merkezleri de bilimin bilgisi içeriğindedir, ancak oralarda Altay’dakine benzer bir inanç sisteminin izlerine rastlanmaz ve bu mümkün de değildir. Neden mi? Oralarda teknoloji farklıydı, metal az ve düşük kaliteliydi; bu yüzden demir çok rastlanmayan, pahalı ve altından değerli bir madde halinde kalarak insanların yaşam tarzına fazla etki edemedi.
Yeryüzünde demir madenini eriten yoktu. Yapamadılar. Demir cevherin içinden çıkıyordu ve bu çok fazla yakıt tüketimi gerektiren zahmetli bir işti. Altaylılar demiri eritmeyi öğrendiler! Onlara Gök Tanrı’nın armağanıydı yeni yaşam tarzı. Sonsuz mavi göğün Tanrı’sı ve ona ibadet geleneği buradan şekillendi. Örneğin en yüce varlık için yapılan bir şenlik, toplum liderinin getirdiği örse çekiç vurularak başlardı. Bu da çan çalma âdetinin başlangıcıdır. Çan yani “kolokol” (kalık kol) Türkçe karşılığı ise “göklere dua”.
İnanca yerleşen çan sesinin, adil insanların ruhunda doğmaması elbette olanaksızdı. Sadece işitme yeteneği olmayanlar onu duymazdı, ama onlar da bu sesi hissederlerdi. “Demirin ruhu” Türk kavmini ayrıcalıklı yaptı. Bu iddia tamamen yerindedir. Gerçekten de Altay dünyanın en kaliteli ve bol demir cevherine sahipti ve onlara silahı, “maharetli ellerinde özgürlük ve zafer aracına dönüşecek olan metali verdi” diye yazıyor tarihçiler ve metalürji uzmanları.
İşte demir, tevhit inancıyla ayrılmaz bir bütün olarak Büyük Kavimler Göçü’ne eşlik etti; onun alameti, düşünce yapısı, sesi oldu. Altaylıların eritme tekniği yeni inançla eşzamanlı olarak ortaya çıktı, Kuzey Hindistan’da, İran’da, daha sonra Avrupa’da; Don, Dinyeper ve Ren havzasında da böyleydi. Bu bütünlük her yerde görülüyordu. Yeni uygarlık bu şekilde kendini gösteriyor, cazibe merkezi oluyordu. Ve inandırıcıydı. Onu zorla değil severek alıyorlardı.
Bu konuyla ilgili Adji (2019) uzun bir irdeleme yapar ve der ki: “Avrupa dilleri içinden, ortaçağda yaygın şekilde “tektanrıcı”, yani “Hanif” anlamında kullanılan bir tek “Tyurk-Türk” sözcüğü öne çıkıyordu. Sözcük, etnik bir anlam taşımaktan çok dini çağrışım taşıyordu. Sonradan eski anlamını tamamen kaybetmiş bir şekilde “Trok-Türk”, yani “Türkiye’de yaşayan Türkler” şeklinde değiştirdiler. Yeni sözcük eski derin anlamı vermez, çünkü kavram sınırlanmıştır. Türkler -yeni şeklinde söylenirse- Türk dünyasının sonsuz okyanusunda bir zerre olarak anlaşılır. “Hanifler” kavramının üzerine sünger çekilip unutulmaya bırakılması birçok şeyi açığa kavuşturmaktadır. Türkler Batı’yı rahatsız ediyordu, onlar, kendi tarihleriyle Roma’nın bu dünyada birinci olmadığını gösteriyorlardı. Papanın kendisini İsa’nın vekili ilan ettiği Hıristiyan Kilisesi havari Petrus’tan gelmemiştir. Hiçbir şey, içlerinde ziyadesiyle “beyaz lekeler” olan ve “karanlık yüzyılları” hayli uzun tutan ders kitaplarında yazıldığı gibi değildir.”
Gamalı Haç (Svastika)’ın dört kolu, dört kozmik gücü (ateş, su, hava, toprak) simgelemektedir (Şekil 3). Yalnız bunlar ayrı ayrı değil de hep birlikte hareket eden tek bir güç oldukları görüşü etmendir. Kimi iddialara göre OZ Damgası, Gamalı Haç, Svastika, adlarıyla anılan bu işaret Ön-Türk göçleriyle Hindistan’a gitmiş, Nazilerin Hint-Cermen ırkı teorilerinin amblemi halinde ortaya çıkmıştır. Bu simge Troya ve Sümerlerde de vardır. Bunu biz Troya’da da görmekteyiz.
“OZ Damgası”, öbür dünyaya geçerek orada şekil değiştirerek (metamorfoz) yeniden oluşum şeklindeki düşünceyi kapsar. Mevlevi ve Bektaşilerde, insanların grup halinde eksenleri etrafında dönerek “göğe” yükselme inancı yaygındır. Saz şairleri de sazları ile canları “OZ”laştırır. Tanrıya eriştirirler. Bu nedenle saz şairlerine OZ/AN denilmektedir. “OZ”laşma kavramının, ateş kültünden geldiği düşünülmektedir. Bu kavram, güneş kültüne ait kutsama töreninde görülmektedir. Kutsama Töreni de, Tanrı Boğanın boynuzlarıyla güneşe erişilen yeryüzünün iyilik ve bereketini, güneş vasıtasıyla ışık ve enerji halinde yeryüzüne yılan şeklinde ulaşmasını temsil etmektedir. M.Ö. 8 binlere ait kaya resimlerinde gördüğümüz dünya görüşü, gelenek halinde günümüze gelmiştir. “OZ”laşarak Tanrıya ulaşma fikri, Mevlana’ları, Yunus Emre’leri Anadolu’ya gönderen Ahmet Yesevi’nin temel felsefesi idi. Türk dünyasının önemli önderlerinde Kazakistan‘ın Türkistan kentindedir. Burada hem Lacivert Taş (Lapis Lazuli) hem de Firuze (Turkuvaz; Türk Taşı) bezemeleri vardır. Lacivert Taş ve Firuze’nin koruyucu oldukları inancı vardı. Ayrıca Türbe duvarlarında Gamalı Haç (Svastika) OZ tamgaları vardır (Şekil 4). Alevi ve Mevlevilerdeki dönme hareketi dönerek Tanrıya ulaşmadır.
Şekil 3. Kırgızistan Gamalı Haç sembolü (Saymalıtaş; MÖ 2000).
Şekil 4. Kazakistan‘ın Türkistan kentindeki Hoca Ahmed Yesevi (1093 – 1166) Türbesi (ve “Gamalı Haç” ile “Oz” sembolleri).
Tengri, Türk dili konuşan halkları tek bir bütün olarak birleştiren terim haline gelmiş olan yaratıcının adıydı (Adji, 2019). Zamanla, diğer halkların Türklerle olan ilişkileri Taoculuk, Budizm, Zerdüştlük, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın yaratılmasına veya yenilenmesine yol açtı. Bu hipoteze göre, eski Türk dili bu dinlerin temsilcileri arasında bir iletişim aracıydı ve kutsaldı. Biz Türkler, yani “semavi ruhla dolu insanlar” olarak bu dünyaya gönderdiği için Tanrı’ya şükrediyoruz. Sema (gök) derken “Büyük Mavi Gökyüzü” yani Tengri kastedilmektedir. Semavi ruhla dolu insanlar: “Türkler” sözcüğü yakın geçmişte bu anlama geliyordu. Bu da bilinen “HANEFLİK” olgusudur. Yani putlara değil “YARATICI”ya inanmak demektir. Tengri inancında insanlar GÜNEŞE dönük olarak dua ederlerdi. Zerdüştlerde aynı şeyi yaptılar daha sonra Hristiyanlarda bunu takip ettiler. Yahudiler belki de önce böyle yaptılar daha sonra bunu Kudüs’e çevirdiler. Ayrıca Müslümanlar önce doğuya dönerek dua ettiler ve zamanla Mekke’ye değiştirdiler.
İnancın doğuş nedeni üzerine yapılabilecek en yakın tahmin, Altay halkının yaşamını değiştiren madencilikle ilgili olabilir. Eski bir destan bu olayı, Altay halkına Gök Tanrı’yı anlatan ve onlara demir cevherini işlemeyi öğreten Gezer Han öyküsüne bağlar. Yeni Tanrı ve yeni element ilişkisi aşikârdır. Altaylının bilincinde onlar her zaman tek ve ayrılmaz bir bütün olarak kalmıştır. Demiri boşuna “göksel metal”, “göklerin armağanı” olarak adlandırmıyorlar Altay halkının destansı şaheserlerinde. Bu isimde, göktaşını bulan insanı saran coşku ve hayranlık ifadesi vardır, çünkü göktaşları gökyüzünden gelen habercilerdir ve saf halde doğada bulunmadığı bilinen demiri eski insanlara armağan ettiler. Göktaşlarından elde edilmiştir. En eski aletler olarak bilinen bıçak ve hançerler bunlardan yapılmıştır.
Budizm, Jainizm, Zerdüştlük, Maniheizm, Yahudilik o dönemde kendiliğinden ortaya çıkmadı. Bunlar, Türk inanç tarzının kolları, onun yeni uygarlık alanlarına açılmış uzantılarıdır. Başka bir deyişle Hint, Pers, Yakındoğu uygarlıklarındaki uzantılarıdır. Bu dinler, Kavimler Göçü’nün başlarında topluma giren değişikliklerle şeklini buldu.
Daha iyi açıklamak için şöyle diyebiliriz: Zerdüşt ve Mani örneğin Türklerin öğretisini, onların düalizmini vazettiler; ancak bunu başka dil ve sembollerle, bilinen başka kavramlarla işleme koyarak bölge halkına sundular. Bilim adamlarını defalarca şaşırtıp çıkmaza sokan dini bilgilerin çarpıcı kavram benzerliği de buradan kaynaklanmaktadır.
Tarihi bakımından M.Ö 2000 yılının sonlarına doğru Hindistan’da yerleşen Hintlilerin kutsal saydıkları “Vedalar” adlı ilkçağ metinlerine dayanan Hinduizm, M.Ö 1200-500 yılları arasında Hint Yarımadası’nı işgal eden “Arilerin” dini inanışı haline geldi. Daha sonraki zamanlarda bazı değişiklikler göstererek zamanımıza kadar ulaştı. Sanskritçe’nin kökeninin Hazar bölgesi olduğu tahmin edilmektedir. Değişen iklim koşulları nedeniyle uygarlık Turan’dan Afganistan’ın dağ eteklerini takip ederek doğuya ve güneye kaymıştır. Kökeninin Azebaycan’daki ARAN olduğu açıklanan ARYANLAR‘ı hem Ortadoğu’da ve hem de Doğu’da birleştiren bir olgudur.
Kültürel miras tüm insanlığa aittir, herkes için bir servet ve herkes için zenginliktir. Kültürel mirastan geçmişin hafızası muhafaza eder ve kültürel miras üzerinde geleceği inşa ederiz. Toplumların en büyük sorunlarından biri de kendine ait oldukları kültürü, geleneği, inançları ve etnik kökenlerini aşırı derecede yüceltme, buna karşın kendilerinden olmayan gruplara inanç sistemlerine devamlı kusur aramaya ve onları küçültmeye çalışmak olmuştur. Bundan dolayı; baskılara, savaşlara ve katliamlara varan acılı sonuçlar doğurmuştur.
Heredot der ki:
“Hintlilerden sonra en kalabalık olanlar Traklardır. Bir tek adamın komutasında, ya da tek iradeyle hareket etseler, hiç yenilmez ve bence halkların en güçlüsü ve en kalabalığı olurlardı. Traklar için iş görmemek kibarlıktır. Toprakta çalışmaksa şerefsizlik ve aşağılık!.. “
Şekil 5. Herodot tarafından tanımlanan Trakların yayılım alanları (Batı Anadolu’da bu bölgenin içindedir).
Avrupa ile Asya arasında köprü olan Trakya Yarımadası’nda insan yerleşiminin başlangıcı MÖ 6200 yıllarına dayanıyor. Bölgede tarıma dayalı köy ekonomisiyle yaşayan toplulukların Anadolu’dan buraya geldikleri bilinmektedir. Trakya’da 3000 yıl süren tarıma dayalı köy ekonomisi modeli, tüm Avrupa kıtasının uygarlık temelini oluşturan sosyo-ekonomik modeldir.
Enez Hocaçeşme kazısı sonucunda bölgedeki ilk tarım toplumunun izi bulunduktan, MÖ 6200’lere ait bu topluluğun yerel koşullara uyum sağlamış ve tarımı sürdüren bir hali de, halen sürdürülen Kırklareli’nin Aşağıpınar bölgesindeki kazılarda ortaya çıkarılmıştır. İşte bu bölge Anadolu kültürünün, Avrupa uygarlığının temellerini attığı ve Avrupa kıtasına açıldığı yerdir. Trakya’ya adını veren uygarlığı kuran Traklar’ın yarımada tarihinin en önemli uygarlıklarından biri olduğu düşünülmektedir. Trakların yayılım alanları Ege Denizi’nden Baltık Denizine kadar uzanmaktadır. Heredot Batı Anadolu’yu da Trakların ülkesi olarak göstermektedir. “TRAK” sözcüğü daha önce belirtilen “TYRUK-TUROK” sözcüğü ile aynıdır. Demek ki Heredot zamanında bu bölge “TRAKYA” yani “Trakların Ülkesi” olarak biliniyordu.
Schliemann’ın bulduğu antik eserler arasında önceden sıradan bir süs eşyası zannettiği bir de “gamalı haç (svastika)” da vardı (Şekil 5). Schliemann’ın svastika’yı bulduğu günlerde Avrupa uluslaşma sürecindeydi. Batı dünyasında önce “milliyetçilik”, sonra “ırkçılık” birer “yükselen değer” haline gelmişti. Avrupa bilim çevreleri Aryan ırk’ın üstün nitelikleri hakkında tartışmalar yapmaktaydı… Tüm bu süreç devam ederken Schliemann bulgularını paylaşmaya başlamıştı ve kendisini birden bire bu ari ırk tartışmasının odak noktasında buldu. Yayınlanan buluntular içindeki bu gamalı haç motifinin “ari ırkın sembolü” olduğu iddiası tüm Almanya ve Avrupa’da şaşkınlıklar yarattı.
Kendilerini, tarihin başlangıcından beri bozulmamış bir ırk olarak addeden Almanlar, bu gamalı haçın bunun bir kanıtı olduğunu benimsedi. Tabii bu benimsemede Schliemann’ın asistanının Troya’daki gamalı haç motifleri’nin ari ırkın sembolü olduğu hususunda yazdığı yazılar da epey etkili oldu…
Şekil 6. Schliemann’ın Troya’da bulduğu Gamalı-Haç (Svastika) sembolleri.
Schliemann ve Avrupa’lı bilim adamlarının ve de Hitler’in tüm iddialarına rağmen bu gamalı haç-svastika ne yazık ki Hint-Avrupa ırklarının değil, kendilerinden farklı insanların, Ural-Altay dillerini konuşan Turan halklarının ve Proto-Türkleri’nin sembolü ve tamgasıydı. Troya’da başka ve Troya’dan çok eski tarihlere ait (MÖ 3200) Hasankale-Beycesultan anıtının üzerinde Ön Türkçe-Runik yazıları arasında bu gamalı haç motifi vardı. Tamga okuma ritüellerine göre bu gamalı haç işaretinin anlamı “UÇ” ya da “ÖG” (öge’nin kökeni)’dür. Kazım Mirşan bu “ÖG” sözcüğünün ön Türkçe karşılığı “Yüksek seviyede düşünce” olduğunu belirtmiştir.
Aryan ırkın sahiplendiği meşhur gamalı haç, orta Asya’daki proto türk göçleriyle birlikte İndüs vadisi’ne inmiş, oradan da silsile yoluyla Ortadoğu-Anadolu ve batı anadolu’ya geçmiştir. Öntürklerde “felsefi düşünce” anlamına gelen bu ög kelimesi yunanistan’da ses değişimi ile “gama” ya dönüşmüştür (Haluk Tarcan-tarihin başladığı öntürk uygarlığı)..
Âri ırk kuramının kurucularından Fransız aristokratı Kont Arthur de Gobineau’ya (1816–1882) göre Ârilerin anavatanı Soğdanya (Özbekistan) ve Orta Asya tüm uygarlığın beşiği. Zamanla bu görüş benimsenerek Aryanların anayurdunun Orta Asya ve Bakterya (Hazar-Turan) civarında olduğu kabulü yaygınlık kazanmıştır. Lorenzo Burge’da “Pre-Glacial Man and The Aryan Race (1887)” adlı eserinde Aryanların atalarının MÖ 15.000 dolayında Orta Asya’da ortaya çıktığını ve burada büyük bir uygarlık yarattıklarını iddia etmiştir. Buzul Çağının sona ermeye başlamasıyla da Aryanlar Orta Asya’dan yeryüzüne yayılarak yeryüzüne medeniyeti yaymışlardır. Alman hukukçu Rudolp von Jhering de “The Evolution of the Aryan” adlı eserinde Aryan anavatanını Orta Asya/Baktrerya (Hazar-Turan) olarak kabul etmiştir. Aryan kuramcılarına göre Âriler bütün diğer halklardan üstün, sâkin ve sağlam karakterli, sürekli çabalayan, düşünsel açıdan parlak, uzun boylu, açık tenli sarışın bir ırktılar. Orta Asya’dan dünyaya yayılan Ârilerin diğer halkları kolayca yönetimleri altına almaları bu şekilde açıklanmıştır. Âri sözcüğü Türkçe ve Sümerce Ara (İyi, saf) sözcüğünden türemedir.
Hazar-Turan havzası dediğimiz bölgenin büyük bölümü Sovyet Rusya’nın idaresi altındaıydı. Geri kalan bölümü’de İran ve Afganistan toprakları içindeydi. İlk defa bu bölgenin kapsamlı bir incelemesi yapılmıştır ve aşağıdaki kitapta toplanmıştır:
Lyonnet, B. and Dubova, N.A.(eds.), 2021, The World of the Oxus Civilization. Taylor&Francis, London and New York.
HANİFLİK kavramı yeniden ele alınmalıdır. Haniflik, İslamiyet’ten önce Hz. İbrahim (ABA RAHMAN; Batıda Abraham ve Hindistan’da Brahman) inancından olan yani TEK TANRI inancında olanlar için kullanılmaktadır. Bu da bizi Turan bölgesi GÖK TENGRİ inancına götürmektedir. Zaten bu inancın sembolü olan GAMALI HAÇ tüm bu coğrafyada yaygındır. Türk dünyasının çoğunluğu HANEFİ inancına sahiptirler. Bu mezhebin kurucusu İmamı Azam Ebu Hanife’dir (699-767) ve ailesi Rey (bugünkü Tahran)’den gelip Kufe (Irak)’ye yerleşmiştir. Kendisinin Arap olmadığı bilinmektedir. Hanife sözcüğü HANİF’ten türemiştir. Maturdi (852-944) Özbekistan’da doğmuş ve ölmüştür. Bugün Dünyadaki Sünni Müslümanların en azından yarısını oluşturan Hanefilerin büyük çoğunluğu inançta Maturidi mezhebine bağlıdır. Balkanlar, Türkiye, Orta Asya ile Pakistan ve Hindistan’da bulunmaktadırlar.
Avrupa devletleri 18 yüzyıldan itibaren ulusal kültür oluşturmak ve güçlendirmek için tarih yazımını bir araç haline getirmişlerdi. Göz koydukları toprakların ve burada yaşayan insanların kendileri ile geçmiş bağlantılarını ispat etmek için de tarihi bir araç olarak kullanmaya başladılar. 1800’lü yıllarda Orta ve Doğu Avrupa’da üç tür milliyetçi hareket görüyoruz. Bunlar Pancermenizm (Katolik-Protestan), Panslavizm (Ortodoksluk) ve Panturanizm’dir. Ancak Avrupa’da Turan asıllı Fin-Ogur boyları da yaşamaktaydı. Bu boylar; Bulgar, Litvan, Eston, Fin, Leton, Macar olarak Avrupa’ya yayılmış durumdaydı. Turancılık ideolojisinin fikir babası olarak Finlandiyalı bilim adamı Mathias Alexander Castren kabul edilir. 1812’de doğan Castren 39 yıllık kısa hayatına dilbilim üzerine birçok araştırma sığdırmıştır. Ural-Altay dilleri üzerinde yaptığı çalışmalar sırasında Turan coğrafyası menşeli milletlerin akrabalığını tespit etmiş ve çalışmalarını bu yönde sürdürmüştür. Fin folkloru alanında çalışmalarına genç yaşta başlayan Castren Fin dili çalışmaları yapmış ve Fince’nin kökeni araştırmıştır. Araştırmaları sırasında Fince’nin kökenini ararken kendini Sibirya’da bulmuş, mahalli diller ile Fince’nin akrabalığını keşfetmiştir. Çalışmasını Kuzey Avrasya dilleri üzerine genişleten bilim adamı bu dillerin kökeni olarak Ön Türkçe diyebileceğimiz bir sonuca ulaşmıştır. Finlandiya devlet fonlarından sağladığı burs ile Kuzey Avrupa’dan İç Sibirya’ya kadar geniş bir coğrafyada yaptığı incelemelerin sonuçlarını büyük bir heyecanla yayınladı.
1845’de başlayan Kazan’dan Güney Sibirya’ya olan gezisinden sonra etnoloji araştırmalarına ağırlık verdi ve Finler’in sadece bir Kuzey Avrupa ırkı olmadığını, Macarları da içine alan Turani kavimlerin çekirdeği olan Türkler’in bir kolu olduğunu tespit etti. Bu tarihten sonra yaptığı dil çalışmaları yukarıdaki saptaması doğrulanması yönünde oldu. Finler, Estonlar, Danlar, Vikingler, Laponlar, Letonlar ve Anglar’ın da aynı kolun uzantıları olduğu üzerinde sonuca vardığını açıklayan Castren çok genç yaşta 1852’de Helsinki’de öldü.
Fikirlerinden etkilenen Macar aydınları 1870’de Budapeşte Üniversitesi’nde bir Türkoloji bölümü kurmuşlardır. Bunu da 1910 yılında siyasetçi ve tarihçi Kont Pal Teleki önderliğinde Budapeşte’de Turan Cemiyeti (Turanî Tarsasag) izlemiştir. Turan kelimesinin yakın tarihte ilk olarak Macarlarca kullanıldığını görüyoruz. Minorsky, 1839 tarihinde Turan teriminin “Büyük Türk Yurdu” anlamına gelmek üzere Macarlarca kullanıldığını belirtmektedir (Minorsky, a.g.e. s. 880-881). Macarlar ve Finliler’in Osmanlı Devleti’nde yaşayan Türkler ve Rusya’daki Türklerle ırki bağı vardır. Bu kavimlerin dezavantajı artık bu dilleri konuşan kardeşlerin birbirlerini anlayamayacak durumda olması yeni ve ortak bir dil geliştirilmesi zorunluluğudur. Turancılık akımı Finlandiya ve Macaristan üzerinden Avrupa’nın diğer bölgelerinde yaşayan Turan asıllı topluluklarda da yayılmaya başladı. Başta Lehistan (Polonya) olmak üzere, Slovenya, Litvanya gibi bölgelerde Turancılık akımı gelişti.
Bir büyük Türk devleti olan Hazar İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ilk Macar Devleti’ni sekizinci asırda Hazar Denizi’nin kuzeyinde kurmuş olan Macarlar, daha sonraki aşamada göçler yolu ile orta Avrupa’ya gelerek Adriyatik denizi ile Baltık denizi arasında yayılan bir doğu Avrupa krallığını onuncu yüzyılda kurdular. Tarihsel olarak Macarların geçmişi incelendiğinde, günümüzde Rusya Federasyonu sınırları içerisinde özerk bir devlet olarak yer alan Başkurdistan ülkesinden geldikleri anlaşılmaktadır. Hazar Denizi’nin kuzey bölgesinde yer alan Başkurdistan ilk Macar Devleti’nin kurulduğu bölge olmuş ve daha sonra göçler yolu ile Avrupa kıtasına gidilince, ikinci Macar Devleti Tuna Nehri kıyılarında kurulmuştur.
Avrupa kıtasının ortasında beş yüz yıllık bir krallık kurabilecek kadar ileri giden Macarların, Vatikan’ın etkisiyle Hıristiyan dinini benimsedikten sonra bu kıta ile iyice bütünleşerek, geçmişlerini ve eski geleneksel yapılarını unutma aşamasına geldikleri görülmüştür. Macarlar bu yüzden Türk ve İslam dünyasından uzaklaşmışlar ve Hıristiyan Avrupa kıtası içinde eriyip gidince kendi geçmişlerini unutmuşlardır. Fakat tekrar Turan geçmişini hatırlamışladır. Macar dilinin Sümer dili ile bağlantılı olduğu ortaya konmuş. Cümle kuruluş yapısı Türkçe’ye çok benzemektedir. Günümüzde Türk Kurultaylarına katılmaktadırlar.
Atatürk`ün TURAN hakkında sözleri (1924):
Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür… Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların (soydaş Türk kardeşlerimizin) bize yaklaşmasını beklememeliyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir.” sözleri ile bu konudaki görüşünü açıklamıştır.
Atatürk`ün bu hususta bir başka vecizesi ise şöyledir:
Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk Birliği’ne inanıyorum. Onu görüyorum. Yarının tarihi yeni fasıllarını Türk Birliği ile açılacak. Dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türklüğün varlığı bu köhne dünyaya yeni ufuklar açacak. Güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek. Hayatta yegâne varlığım ve servetim Türk olarak doğmamdı.
Aşağıdaki iki yayın yukarıda belirtilen görüşlerin tüm bilgilerini içermekte ve tarih anlayışına yeni ufuklar açmaktadır:
Adji, M., 2019, Türklerin Saklı Tarihi (Rusça aslından çeviren: Varol Tümer), Görev Kitap ve Yayıncılık Ticaret Limited Şirketi, İstanbul.
Lyonnet, B. and Dubova, N.A.(eds.), 2021, The World of the Oxus Civilization. Taylor&Francis, London and New York.
[i] İzmir, Kasım – 2023