“Sirâyet” ihtimâli belirdi mi, gölgeler bile şüpheli durumuna düşer. Bu, öylesine otomatiğe alınmış bir topluluk şuûrudur ki, en babayiğit irâde sâhibi dahî, kendini birden aynı dâirenin içinde buluverir.
Eskiler, “maksûd bir ammâ, rivâyet muhtelif” diyerek, hedefe yönelen farklı yollara saygı tabelâsı asmışlar. Lâkin o türlü-çeşitli yollardan kaçı, nihâî noktaya ulaşabilir? “En azından birinin, finiş çizgisine kavuşması lâzım.” diyorsanız, “sirâyet”i hafife alıyorsunuz demektir.
“Sârî”, yâni, “bulaşıcı hastalık” tâbirinin, insan dimâğında oluşturduğu tortu, “sirâyet”in olumlu kılıklarını flû gösteriyor. Çünkü âdemoğlunun hayâtı, daha ziyâde negatif tesirlere kucak açıyor. Pozitif fiillerin yer bulup yuvalanması için, epeyi bir tâlim, temrin gerekiyor.
Teknolojinin önümüze serdiği bunca kolaylık, yine aynı mârifetle dayatılan ahlâk çelimsizliği düşünüldüğünde, medeniyetin toptan reddine ihtimâl hesapları yaptırıyor. Kitle haberleşme vâsıtalarında ortaya konan dudak uçuklatıcı ilerleme, artık gizli kapaklı hiçbir tarafımızı bırakmadı.
Harîm-i ismetimize girip bağdaş kuran ekranlar, mütemâdiyen bize, “biz”den uzaklaşmayı öğütlüyor. Eskiden, yerli-yabancı tasnîfi yapılır, yerlinin, acemîce de olsa, bizden yana tavır koyduğu düşünülürdü. Şimdi, böyle bir tasnîfe ihtiyaç kalmadı. Adı, sâdece sınırlarımız içinde hazırlandı diye “yerli” olan bilumum film ağırlığı, “yabancı”sından aslâ aşağı kalmadan, ahlâk erozyonuna kürek tutuyor.
Kadın-erkek münâsebetlerinden, bar-meyhâne muhabbetine kadar, hemen her çeşit cemiyet ve âile dinamiti, televizyon sâyesinde kalıp kalıp altımıza döşeniyor. Zevk u safâ havasında, bize de seyretmek düşüyor.
“Meşreb”in geniş olanı ile insanlığı imhâya yeltenenler, bir de bakıyorlar ki, “meşreb”siz kalmışlar. Ama ne gam? “Meşreb”i olmayanın, harâmı helâline karışmış “meşrûbât”ı var…
“Harâm lokma” edebiyâtı, bilhassa siyâsî polemiklerin değişmez söz cephâneliği. Devirler, isimler, kadrolar değişse de, bu vâdîdeki efelenme ve karalamaların hep aynı kaldığına şâhit oluyoruz.
Umûmî kaaide, her siyâsînin boğazından “harâm lokma” geçmemesidir. Yine aynı hükme bağlı olarak, rakîb mevkiindekilerin, birbirlerinin ağız ve mîdelerini, “harâm-geçen” yolunun konak yeri görmeleridir.
“Ben temizim. Başkası harâm-zâdedir.” mantığı, harâmla helâl arasındaki kontrastı yuvarlak hâle getirdi. Dolayısıyla, “harâm lokma” yemek, çok itici ve müteneffir bir fiil olmaktan çıktı. Sokaktaki vatandaş nazarında, harâma el ve dil uzatanla bunları yapmayanın, öyle ayrı saflara konacak listesi yok. Bunlar, politikacının mûtâd lâfları mesâbesinde, hattâ tebessüm sebebi addediliyor.
Hâlbuki, faydalı ile zararlının, dinî literatürdeki muâdili harâm ve helâldir. Yâni, siyâsî hançerelerde yalama olan bu pek ciddî ve hayâtî davranış şekilleri, cemiyet şirâzesinin deforme edilmesine vesîle kılınıyor.
Harâmı helâle bu kadar yaklaşmış toplulukların âkıbeti, hayra yorulmuyor. Geçmiş asırların koridorları, bu tarz ülke ve beldelerin helâk olma hikâyeleriyle dolu. Helâlin mâsûmiyeti, tevâzu ile birleşince, harâmın hempâ şarlatanlığı ortalığı inletiyor…