Harman Yeri Sürseler

Mehmet Ali Dedem ve Ali Emmim.
Bir ailede iki zıt yapıda insan.
Dedem uzun yıllar cephede kalmış, Yemen’e gitmiş. Hac zamanı değilmiş ama Mekke- Medine’ye gitmişler, “yarım hacı olduk” derdi. İki sene İngilizlere esir düşmüş. İngilizler çöldeki esir kampında çuvallara kum doldurur sırtlarında taşıtırlarmış. Yine bizim köyden Abdullah varmış yanında. O da çuvalın ucunu deler, kumu azaltırmış. “Mehmet Ali, kızlar Çalcabaşı’nda ekin biçip türkü söylüyorlar mıdır?” diye sorarmış bir taraftan da.
Köydeki caminin yanında bir “mektap” var. Mehmet Ali Dedem ve arkadaşları orada sohbet ederlermiş. İslami konularda da dedeme danışırlarmış.
Emmim de kahveden çıkmazmış.
Bir gün köye dedemi aramaya bir adam gelmiş, “bu kardeşi, o bilir” diye emmimi göstermişler. Emmim de gelen adama şöyle demiş; “Biz agamla görev taksimi yaptık. Unu arayan caminin mektabında bulur, beni arayan da gavede.”
O tarihlerde radyoevinden köye gelmişler, saz sanatçısı yetiştirmek için eleman arıyorlarmış, emmim gitmemiş. Daha sonra televizyonda türkü söyleyenlere bakıp iç geçirirdi; “Yav, ben perdenin arkasından çalcaz sandıydım, böle oldunu bilseydim giderdim.”
Gocanam vefat etti, emmim uzun yıllar yalnız yaşadı. Bir taraftan da kendine hanım arıyor. Babam da şakayı seven bir adam.
Şehire geldiği bir gün babam “Hadi emmi pazara gidem” dedi. “Ne yapcaz urda” deyince, “sana hanım bakarız” cevabını alınca kızdı tabi “Yav Bayram pırasamı alyoz.”
Şehiden köye giderken tam köyün göründüğü yerin adı Zeyret. Ben köye pek uğramam. Ana yoldan Zeyret’e sapıp tarlaya giderim genellikle. Şehirden çıkarken de ablama telefon ederim “biz geliyoruz, çay yap” diye. O da bizi kırmaz sağ olsun.”
Zeyret, tepe bir yer, havadar. Orada eskiden yol kenarında bir çeşme ve köyün okulu vardı. Şimdi ikisi de yok.
Zeyret etrafa göre düz ve rüzgâr aldığı için harman yeri olarak kullanılırdı. 
Türkümüzde diyor ya “Mezar arasında harman olur mu?” diye. Olmaz tabi.
Şehirden gelirken köy otobüsünden orada iner, harman sürmeye yardım ederdik. 
Düvenlerin altında çakmak taşı olurdu. Ara sıra onu kırar yeniden çakarlardı. Bazen de dışarıdan o taşları satmaya gelirlerdi.
“Çiçekten harman olmaz”dı elbette.
Ekinler harman yerine getirilir, serilir, düvenle günlerce üzerinde dönülürdü. Sonra tınaz yapılır, savrulurdu. Daneler yakına düşerdi.
“Harmanda harar olur” diyor ya bir türkümüzde.
Uzağa düşen samanlar hararlara, yakına düşen buğdaylar çöpür çuvallara konurdu.
“Harmana sererler sarı samanı” idi bir Emirdağ Türküsü.
Sonra buğdaylar Geverbaşı’nda yıkanır, kurutulur, Değirmenci Sadık ya da Değirmenci Osman Ağabey’lere götürülürdü. İki değirmen de çay kenarında idi. Değirmenlerin oturacak yeri olur, gelenler çay eşliğinde uzun uzun sohbet ederlerdi. Aşağıdaki suyun içinde de balıklar oynaşırdı. Değirmenci öğüttüğü buğdaya karşılık bir şinik ya da bir hakla buğday alırdı.
Sonra o un elenir, yoğrulur, fırına giderdi.
Dünya, Yunus olana lokmaydı.
“Açılsan okyanuslara,
Nefs saklanır fanuslara,
Dünya lokma Yunus’lara,
Ekmek, hamurdan ötesi” idi.
O harmanlarda düven üstünde, o değirmenlerde dönerken insanın içinde neler dönerdi kim bilir? “Acıyı sinesinde harman eyleyenlerin” yeriydi oralar.
Adile Kurt Karatepe Hanım Eskişehir’e gelmişti. Sonra dağları dolaşmaya çıktık. Dağlar insanın halinden anlardı. Türkülerimizin yaklaşık yedide birinde dağlar vardı.
Bizim köye, tam o Zeyret’e geldik, baktım ki dağların tepesinde karlar var. Adile Hanım’dan çok sevdiğim bir türküyü okumasını istedim, o da kırmadı sağ olsun.
Dağlara bakarak söyledi;
“Dağlar siz ne dağlarsız,
Kardan kemer bağlarsız,
Gül sizde, bülbül sizde,
Siz ne der de ağlarsız?”
Yine bir türkümüzün sözleri şöyle, “terse savurma harmanı” diye nasihat ediyor;
Sana bir nasihatım var,
Gel yanıma hele gardaş.
Uzaktan arayıp gezme,
Gitme elden ele gardaş.
Dünya bir acayip haldir,
Kimi elif kimi daldır,
Bu bir başka derin göldür,
Düşmeyesin göle kardaş.
Yarar isen dosta yara,
Bulasın derdine çare,
Her suyun geçidin ara,
Gitmeyesin sele kardaş.
Dinle okunan fermanı,
Bulasın derdine dermanı,
Terse savurma harmanı,
Tane gider yele gardaş.
Ziyankar olma komşuya,
Sırrı açma naşiye,
Uyma hal bilmez kişiye,
Taş getirir yola kardaş.
Katibem geldi cihana,
Çok şükür olsun Süphan’a,
Halin arz eyle sultana,
Minnet etme kula kardaş.
Annem Çömezlere gelin gelmişti.
Adım dedemin adıydı. Babam bana babasının adını söylemek saygısızlık olur diye hep Ali Mehmet diye hitap etmişti.
“Zaman ne ki gözleri: gülümseme, gözyaşı,
Kahkaha, hıçkırıkla dolmak bilmez bir heybe.”
Faruk Nafiz Çamlıbel
Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen