-Evvela dişlerimiz döküldü
Sonra saçlarımız
Arkasından birer birer arkadaşlarımız
Şu canım dünyanın orta yerinde
Yalnız başına yapayalnız
Kırılmış kolumuz, kanadımız
Tatlı canımızdan usanmışız-
Bedri Rahmi
Dışı sert bir adamdı Hasan. İçinin renkleri -ancak- yakın bakıldığında görülebilirdi. Zor bir hayatın içinden geliyordu. Kabuğunun sertleşmesi bu yüzdendi. Yine bu yüzden, hayata kendini gizleyen bir perdenin arkasından baktı. O perdeyi kaldırmasını bilmeyenler sert, huysuz, geçimsiz biriyle karşı karşıya olduklarını sandılar. Oysa dikenleri en çok kendisine batan biriydi…
Sessiz ve temiz bir hayat için, denizi uzaktan gören, yemyeşil, içinden su akan bir vadinin yamacına ev yaptırmış, orada bağlaması, kemençesi ve uduyla sesinin peşine düşmüştü. Kendi sesini dinlemek istediğini kaç kişi anladı, bilmiyorum. Kalın bir kabuğun içine saklamıştı yüreğini. Oraya kaç kişi girebildi, o gizli kapının anahtarı kaç kişide vardı, bilmiyorum. Fakat o sert kabuğun yumuşayıp açılmasını bekleyecek sabır çok kişide yoktu, bunu biliyorum.
Herkes ister ki bir sabah uyandığında, her gün görüp durduğu yorgun ağaç çiçek açmış olsun. Oysa damarlarına su yürüdüğünü, liflerinin yavaş yavaş ısındığını, dallarda tomurcukların göz göz olup gülümsediğini gün gün hissetmek gerekir ağacın. Hasan, birkaç baharda bir çiçek açan bir ağaç gibiydi. Belki de bir kaktüs… Çoğu kişi o dikenlerin arasından, ömrü tek gün de sürse dünyanın en güzel çiçeklerinin boy vereceğini beklemez… Oysa ne renkli, duygulu, zengin çiçekleri vardı…
***
Yarım asırdan fazla omuz omuza, gönül gönüle kardeş sıcaklığında yaşadık. Çocuklarımız kardeş oldular. Birlikte sıkıntılar çektik, birlikte vatan kurtardık! İkisi de zordu. Vatanı kurtarmayı beceremedik, onurumuz kurtardık.
Benim gibi, ilkokulu bitirip yatılı mektebe gidenlerdendi Hasan. Soğuğuyla yarışan iki şehrin, Erzurum’un Yavuz Selim’inden ve Sivas’ın Pamukpınar’ından gelip Ankara’da buluşan iki “leylî-meccanî” köy çocuğuyduk. “Leylî” uzak yataklarda büzüşmek. “meccanî” devletin kanatlarına sığınmak demekti. Sonradan anladık ki o Erzurum’da, ben Sivas’ta çoook üşümüşüz… Ayrı diyarlarda da olsa birlikte üşüyenler sırt sırta vermeyi çabuk öğrenirler… Aradan zaman geçtikçe memleket kurtarmayı beceremeyeceğimiz anlaşılmış, acar kurtarıcılar türeyince de pabucumuz dama atılmıştı. Bize, birlikte üşümüş olmanın sıcaklığı kaldı.
***
Bundan 25 sene önce, 5000 km uzakta misafir öğretim üyesi olarak görev yapıyorduk. Çoluk çocuğumuzla haftada bir gün telefon görüşmesi yapabiliyorduk. Birinin sesi biraz farklı gelse telaşa kapıldığımız duygulu saatlerdi. Hasan çehresi darmadağınık çıktı bir akşam kulübeden. Gözleri yaşlıydı. Bir müddet konuşamadı, sonra “kedimiz ölmüş!” dedi. Yüzünü karanlıklara doğru çeviriyordu… o sert kabuk, kim bilir kaçıncı kez kırılmıştı.
***
Bir arkadaşım, vefatından sonra “tipik bir Karadenizliydi” demişti. Belki Karadeniz’in dalgalarına, belki denize doğru inen derelerin yarattığı dalgalı araziye işaret ediyordu. Fakat teşhis doğruydu. Kırk ikindilerde olduğu gibi, on beş dakikalık sağanağın geçmesini beklemek gerekiyordu… En yakınları bile sabretmekte zorlandı ve Hasan hep kendi geçici öfkesinin sızısını çekti.
***
O sert kabuğun içinde bir fırtına koptu. Sürmene’nin Petekli köyünden yola çıkıp yetmiş şu kadar yıl didinen ayaklar dolaşmaya, gözler bulanmaya başladı. Hasan yavaşladıkça zaman hızlandı ve onu “evvel giden ahbâba” götürdü.
“Gidenler gitti, kalanlarla muztarip kaldık”…
2 Haziran 2023
Saadettin YILDIZ
Prof.Dr., Emekli Öğretim Üyesi