Beyaz Saray’ın CIA üzerinden dünyayı açık bir şekilde tehdit etmesi, yaşanan ekonomik ve politik krizlerle birlikte okunmalı ve uluslararası sistemin istikrarsızlığı nedeniyle ciddi bir bunalımın yaşandığı şeklinde değerlendirilmelidir. Bütün bu veriler bir araya getirildiğindeyse, uluslararası sistemin tıkanmaya başladığı ve küresel çaplı bir çatışma ve hatta savaş riskinin tartışılacağı bir döneme girildiği ifade edilebilir. Bahse konu dönemin oyun kurucu aktörü olarak ABD, oyunda merkezi öneme sahip aktörler ise Rusya ve Çin başta olmak üzere Kıta Avrupası, Türkiye ve İran olarak görünmektedir. Bu aktörlerden Rusya ve Çin, Washington yönetiminin doğrudan öteki olarak gördüğü devletlerdir. Dolayısıyla ABD’nin bu iki devletle doğrudan veya dolaylı olarak ekonomik ve politik düzeyde çatışma yaşaması şaşırtıcı olmayacaktır. Askeri metotlar ise daha çok vekil aktörler aracılığıyla devreye sokulacak seçenekler olarak düşünülebilir.
*****
Kadir Ertaç ÇELİK[i]
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) istihbarat yapılanmasının en önemli ayaklarından birini oluşturan Merkezi Haber Alma Teşkilatı (CIA) Direktörü Gina Haspel, 25 Eylül 2018 tarihinde uluslararası kamuoyunda ciddi yankı uyandıran bir açıklama yapmıştır. Söz konusu açıklama, bir yandan ABD ulusal güvenlik konseptinde istihbaratın rolünü diğer yandan da Washington’un küresel tehdit algılamalarını ortaya koyması bakımından büyük önem arz etmektedir. Bu açıklamanın 18 Aralık 2017 tarihli ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi (National Security Strategy of the United States of America) ile birlikte değerlendirilmesi, iki açıdan dolayı büyük önem arz etmektedir. Bunlardan ilki, Washington’un ulusal güvenliğe ve bu bağlamda tehditlere bakışı; ikincisi de istihbaratın ve buna bağlı olarak casusluk faaliyetlerine atfedilen rolün anlaşılmasıdır.
Savaş ve barış durumlarında düşman ve dost aktörlere karşı bilgi edinmeleri, bu bilgilerin işlenmesi suretiyle ortaya çıkan sonuçlara göre karar alıcıların tahminlerde ve tercihlerde bulunması süreci olarak adlandırılabilecek istihbaratın en önemli metotlarından birisi ise casusluk faaliyetleridir. Tarihin her döneminde gündeme gelen ama Soğuk Savaş dönemine damgasını vurmuş bir olgu olan casusluk faaliyetleri, 1990’larla birlikte daha ikincil bir konu olarak ele alınmaya başlamıştır. Bu durumun temelinde teknolojik gelişmeler ve uluslararası sistemin dönüşümü yer almaktadır. Bahse konu olan dönemde yaşanan yeni teknolojik gelişmelerden dolayı geleneksel casusluk faaliyetlerinin yerini, daha modern yöntemler almış ve devletler, siber güvenlik ve siber istihbarat noktasındaki çalışmalara öncelik vermeye başlamıştır. Belirtildiği üzere, Soğuk Savaş’ın sona ermesine vesile olan Sovyetler Birliği’nin dağılması da casusluk faaliyetlerinin öneminin azalmasına sebep olan bir diğer husustur.
Son dönemlerde önemi azalsa bile her zaman başvurulan bir yöntem olan casusluk faaliyetleri, CIA Direktörü Gina Haspel’in açıklamasıyla yeniden gündeme gelmiştir. Haspel’in bu konudaki açıklamasında, istihbarat boşluklarını kapatmak ve Rusya ya da Çin gibi büyük güçlerden gelen tehditlerle mücadele etmek amacıyla ABD’ye rakip ve meydan okuyan devletlere yönelik casusluk faaliyetlerine hız verileceğini ve bunun için de Çince, Arapça, Farsça, Türkçe, Fransızca ve İspanyolca dillerini bilen casusların kurum bünyesine dahil edileceğini belirtmesi dikkatleri cezbetmiştir.[1]
Açıklama üzerinden bir tartışma yürütülmesi halinde, ilk olarak söylenebilecek husus, Washington’un Soğuk Savaş dönemi anlayışına geri döndüğü gerçeğidir. Bu kapsamda ABD’nin küresel liderliğine meydan okuyan aktörlerle, vekil aktörler üzerinden dolaylı ve gerekirse de doğrudan bir çatışma yürütüleceği ifade edilebilir. Esasında ABD, bahse konu anlayışı hiçbir zaman terk etmemiş olup Trump dönemine kadar “dini terör örgütleri” olarak adlandırdığı devlet dışı aktörleri tehdit olarak ele almış ve onlarla mücadeleye odaklanmıştır. Günümüzde ise Washington, doğrudan devletler üzerinden çıkarlarının tehdit edildiği iddiasıyla yeni bir stratejik konsept geliştirmeye çalışmaktadır.
2017 yılının Aralık ayında açıklanan Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi ise yeni tehditleri ve mücadele yöntemlerini tanımlaması açısından büyük önem taşımaktadır. Belge incelendiğinde ilk olarak Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti üzerinden küresel liderliğine meydan okunan ABD’nin her iki devleti de tehdit olarak tanımladığı görülmektedir. Bunun yanında Kuzey Kore ve İran gibi bölgesel güçler de bu belgede tehdit olarak yer almaktadır. Bu noktaya kadar Ulusal Güvenlik Belgesi ile Haspel’in açıklaması örtüşmekte ve olağan dışı bir durum görünmemektedir. Ancak Haspel’in söz konusu açıklamasında Rusça ve Çincenin yanı sıra Türkçe, Farsça, Fransızca ve İspanyolca dillerine de vurgu yapması, meseleyi daha karmaşık bir boyuta taşımıştır. Bu bağlamda Washington yönetiminin sadece Rusya ve Çin ile rekabet ve mücadele etmeyeceği açık bir biçimde deklare edilmiştir. Anlaşılacağı üzere ABD, iki küresel potansiyel tehdide ek olarak bölge politikalarını onaylamayan veya çıkarları örtüşmeyen aktörlerle de mücadele edecektir.
Gerek Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi gerekse de Haspel’in beyanatı ele alındığında, 11 Eylül saldırıları sonrasında tanımı tam olarak yapılamayan uluslararası terörle mücadele konseptinde, doğrudan devletlerin hedef olmadığı bir anlayışla güvenlik politikalarını şekillendiren Amerikalı karar alıcıların ciddi bir zihniyet farklılaşmasına gittikleri görülmektedir. Saldırılardan sonra ortaya konan yeni güvenlik anlayışında devletler, ABD ile birlikte uluslararası terörle mücadele eden rasyonel aktörler olarak ele alınmıştır. Bir devletin uluslararası terörizme destek vermesi durumundaysa, ilgili devletten ziyade karar alıcılar ya da iktidar elitleri hedef alınarak onlara karşı bir mücadele yürütülmüştür. Bunlar yapılırken sistemde meşruiyetleri tartışılmayan aktörler olan devletler de ABD ile birlikte hareket etmiş ve bir anlamda onun küresel liderliğini onaylamışlardır.
Yaklaşık 17 yıllık dönemde söz konusu olan bu durum, esasında ABD’nin başat aktör veya küresel lider rolünün ve tek kutuplu uluslararası sistemin devam ettirilmesi çabalarının ötesinde bir anlam ifade etmemiştir. Ancak günümüze gelindiğinde, Beyaz Saray’ın bu stratejisi sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Hem küresel ve bölgeler jeopolitikteki hem de aktörlerin kapasite ve algılarındaki değişimler, Washington yönetimini yeni bir konsept geliştirmeye mecbur bırakmıştır. Bu yeni konseptin temelinde, ABD’nin eski rolünü oynamak istememesinin de önemli bir yer tuttuğunu ifade etmek gerekir. Nitekim Trump dönemine kadar refah dağıtıcı ve küresel barışın mimarı olma rolünü üstlenmeye çalışan Washington, artık bu iddiasından vazgeçmiştir. Neticede küresel liderliğinin ve başat aktör rolünün sorgulandığı gerçeğiyle yüzleşen ABD, sanal öteki ve tehditler yerine doğrudan somut hedeflere yönelmiştir. Bu stratejide sadece küresel düzeyde meydan okuyan aktörler değil, bu aktörlerle işbirliği yapma ihtimali bulunan devletler ve söz konusu aktörlerin etkisi altındaki diğer devletler hedef haline gelmiştir.
Beyaz Saray’ın CIA üzerinden dünyayı açık bir şekilde tehdit etmesi, yaşanan ekonomik ve politik krizlerle birlikte okunmalı ve uluslararası sistemin istikrarsızlığı nedeniyle ciddi bir bunalımın yaşandığı şeklinde değerlendirilmelidir. Bütün bu veriler bir araya getirildiğindeyse, uluslararası sistemin tıkanmaya başladığı ve küresel çaplı bir çatışma ve hatta savaş riskinin tartışılacağı bir döneme girildiği ifade edilebilir. Bahse konu dönemin oyun kurucu aktörü olarak ABD, oyunda merkezi öneme sahip aktörler ise Rusya ve Çin başta olmak üzere Kıta Avrupası, Türkiye ve İran olarak görünmektedir. Bu aktörlerden Rusya ve Çin, Washington yönetiminin doğrudan öteki olarak gördüğü devletlerdir. Dolayısıyla ABD’nin bu iki devletle doğrudan veya dolaylı olarak ekonomik ve politik düzeyde çatışma yaşaması şaşırtıcı olmayacaktır. Askeri metotlar ise daha çok vekil aktörler aracılığıyla devreye sokulacak seçenekler olarak düşünülebilir. ABD yönetiminin bir diğer ötekisi hatta düşman kategorisinde ele aldığı devlet ise İran’dır. Trump yönetiminin yaptırımları yeniden hayata geçirmesi, iki ülke arasındaki çatışmanın en net göstergesidir. Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi ve Haspel’in açıklamaları birlikte okunduğunda, İran’a yönelik yaptırımları orta ve uzun vadede daha sert yöntemlerin izleyeceğini iddia etmek mümkündür.
Bu üç devletin dışında yer alan ve Haspel’in açıklamasında zikredilen dillerin konuşulduğu devletler ise Beyaz Saray için “elde tutulması gereken” ve şimdilik dost olan devletler olarak yorumlanabilir. Bu noktada Türkiye ise ayrı bir önem arz etmektedir. Çünkü İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı’nın ve ABD’nin en önemli partnerlerinden biri olan Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin son dönemde birtakım krizler yaşadığı herkesin malumudur. Hem söz konusu devletler arasındaki ikili müttefiklik ilişkileri ve stratejik bağlılık hem de son dönemde NATO düzleminde yaşanan kurumsal müttefiklik ruhuna uygun olamayan gelişmeler, Haspel’in açıklamasını Ankara açısından daha da önemli hale getirmektedir. Ankara’yı hala Soğuk Savaş döneminin parametreleri ve dinamikleri üzerinden okumaya çalışan Beyaz Saray, Türkiye’nin dış politikada ve özellikle de Ortadoğu’da, kendi çıkarlarını merkeze alan politika tercihlerinde bulunmasından rahatsızdır. Bu memnuniyetsizlikteki en önemli husus ise Türkiye’nin İsrail ve Suudi Arabistan gibi ABD’nin müttefikleriyle olan sorunları ve İran gibi ABD’nin düşmanlarıyla olan ilişkileridir.
Sonuç olarak, dış politikasına özne olarak kendisini yerleştiren Ankara’nın bağımsız politika tercihleri nedeniyle Washington tarafından “dikkat edilmesi gereken ülkeler” arasına dâhil edildiği yorumunda bulunulabilir. Bu noktada nihai olarak ifade edilebilecek husus; iki ülke arasındaki kriz ve çıkar farklılaşmalarının an itibariyle keskin bir kopuşla neticeleneceğini beklemek çok mümkün olmamakla birlikte Ankara’nın Soğuk Savaş dönemindeki “eksen ülke” rolünü oynamayacağı da artık aşikârdır. Haspel’in açıklamaları da Beyaz Saray’ın bu gerçeğin farkında olduğunu göstermektedir.
Kaynak
[1] “US Looking to Place More Spies Worldwide”, Voice of America, https://www.voanews.com/a/us-looking-to-place-more-spies-worldwide/4585189.html, (Erişim Tarihi: 27.09.2018).
—————————————-
Kaynak:
https://ankasam.org/haspel-manifestosu-ulus-devlet-merkezli-kuresel-ve-bolgesel-meydan-okumalara-karsi-onlemler/
[i] Kadir Ertaç ÇELİK: 2010 yılında Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden, fakülte ikincisi olarak mezun olmuştur. Aynı yıl Nevşehir Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak akademik hayatına başlamıştır. 2011 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde görevlendirme ile çalışmıştır. 2012 yılında Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan/Kazan’daki TISBI Üniversitesi’nde çalışmalarda bulunmuştur. 2010-2013 yılları arasında TÜBİTAK başarı bursuna layık görülmüştür. Yüksek Lisans derecesini 2014 yılında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde “Kimlikler Güç Dengesi ve İttifaklar: Kazakistan Örneği” başlıklı teziyle almıştır.
2015 yılında Gazi Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde (GAZİSAM) görev yapmıştır. Bölgesel Çalışmalar ve Security Strategy and Political Studies isimli iki uluslararası hakemli derginin yazı işleri müdürlüğünü yürütmüştür. “ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgelerinde Türkiye (1990-2015)” başlıklı doktora tez çalışmasını devam ettirmekte ve halen Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır.
Türk Dış Politikası, Türk Dünyası Çalışmaları, ABD Dış Politikası, Güvenlik Çalışmaları ve Kimlik-Dış Politika İlişkisi çalışma alanları arasındadır.