Hemen baştan söyleyeyim, yazımın konusu şu meşhur öznellik/nesnellik karşıtlığı ve bunda haksız yere itibarsızlaştırılmış öznellik tarafına gerçek olduğuna kani olduğum savunmalar, güzellemeler yapmak.
Her ne kadar bu konuyu uzun zamandır düşünsem de bu yazıyı yazmayı tetikleyen kıvılcımı veren şu şarkıyı ve sözlerini buraya koyayım hele bir.
http://www.youtube.com/watch?v=9sIN1mlr2f8&feature=related
BU HAVADA GİDİLMEZ
Beni bırakıp gitme bir yere
Gidersen unutursun
Dilerim böyle olmaz
Bu havada gidilmez
Güneşli günde gidilmez
Aslında hiç gidilmez
Son günüme kadar
Kalp durana kadar
Aşk mezara kadar
(sakın haa gitme)
Beni unutma
Unutama inşallah
Unutursan kahrolurum
Dilerim öyle olmaz
Bu baharda gidilmez
Yağmurlarda gidilmez
Aslında hiç gidilmez
Son günüme kadar
Kalp durana kadar
Aşk mezara kadar
(Sakın haa gitme)
Şarkının sözleri gayetten açık. “gitme” durumu olan ve “gitmesi istenmeyen” birisine “havanın uygun olmadığını” söyleyen bir şarkı. Bununla beraber havalar güzelleşse de uygun olmayacaktır. Bahar gelse de öyle.. Aslında havalar bırakılıp gidilmeye, unutulmaya hiç bir zaman müsait değildir. Zira bu mesele havayla alakalı filan değildir. Yukarıda işaretlediğim gibi aslında hiç bir hava müsait değildir. Pekiyi ama bu “aslı” nedir?
Aslının havayla alakası yoktur zira hava ne kadar değişirse değişsin “aslı” değişmemektedir. Mesele “kalp durana kadar sevilmeyi ve unutulmamayı dileyen bir garip aşıkın, doğrudan “gitme” diyemediği için, dolaylı yollardan “ne olur gitme” demeye çalışması ve bunu havaya bağlamaya çalışarak zavallı bir nesnelleştirme girişiminde bulunması” nın ardındaki kalp ağrısıdır. Asıl olan aşıkın kalbinin öznel durumudur. Yani havaya bağlı olarak hiç değişmeyen şey.
Bu durumun yanında koskoca gökyüzünün uygunluğu bile hikayedir. İnsan, tamam bir düzey havayı da yaşar ama esasında kendi tenini, kendi soluğunu, kendi hallerini yaşar. Ve bu ikinci söylediklerim o devasa gökyüzünün tüm sesini bastırabilir.
Bu şarkıyı seçmemin bir diğer nedeni de Nazan Öncel Hanımın kasvetli, siyah-beyaz iç dünyasını paylaşmasam bile onun az bulunur bir dobralık ve açıklıkla bu tür şeyleri dile getirebilmesidir. Hele ki ideologlarla kıyaslayacak olursak bir dürüstlük abidesi bile sayılabilir. O söylediği her bir şarkının söz ve müziğini kendisi yazmış üstelikte “sosyal problemler” vb. hakkında yazmayıp kendi kalp ağrılarını yazmıştır. Bu nedenle de “kulaktan çıkan kulağa gider, kalpten çıkan kalbe gider” sözünde belirtildiği gibi şarkılarıyla çok daha derin bir iletişim sağlayabilmektedir .
Hava bu sözde nesnelleştirmelerin (bahanelerin) ilk başvurduğu şeylerdendir. Oynamak istemeyen gelinin “yerim dar” demesi misali bir teklifi reddetmek istiyorsanız ve bir bahane arıyorsanız başınızı önce bir yukarı çevirmeniz gayet yerinde olur.
Bunu tersi iki gönlün bir olması durumunda samanlıkların seyran olduğudur. İtiraz var mı?
Hayatım boyunca şu “kışın piknik yapılmaz” sözüne sinir olmuşumdur. Esasında dağcılar zaten kışın piknik yapabilirler. Ve yine esasında ocak şubat aylarında bile bazı günler mayıs hazirandan evla olabilir. Ama bana soracak olursanız kimlerle gittiğime bağlı olarak -35 derecede veya daha soğuğunda da pikniğe gidebilirim.
Bu sözde nesnelliğe bir isim takmak istersem “nesnellik illüzyonundan” neşet eden “nesnellüzyon” diyeceğim.
Çocuğumuz olduğunda entelektüel tarafımla öznel tarafım çok kısa süre çatıştı ve tabii ki (elhamdülillah) öznel tarafım kazandı. Bu çocuk tabii ki Devlet İstatistik Enstitüsü, Yüksek Seçim Kurulu vb için tüm akranlarıyla aynıydı ama benim için değil. Bunun nesnel bir sebebi yoktu. Akranlarından daha akıllı mı, daha atletik mi sorusu gündeme bile gelemezdi. O benim çocuğumdu ve zekasına-becerisine vb bakılmaksızın hayatımın en önemli kişilerindendi. Öznel düzeyde kimseyle eşit filan da değildi. Bu öznel tutumu en son noktasına götürdüğümde ilginç bir yere geldiğimi gördüm. Benim durumumdaki tüm kişileri en derin düzeyde anlayabileceğimi kavradım.Herkes tabii ki benim çocuğumu değil ama kendi çocuğunu benim benimkini sevdiğim gibi seviyordu. Öznelliğin son noktası ilginç bir nesnellikti. İnsan doğasının nesnel gerçekliği. Hepimizde aynı olan bazı şeylerin ortaklığının gerçekliği. İnsanları tanımanın, anlayabilmenin yolu. Eğer öznelliğimi inkar etseydim asla anlayamayacağım diğerlerini, öznelliğimi son noktasına kadar taşıdığımda anlayabiliyordum. Hem de öylesine ki herhangi bir adamın çocuğunu riskte görsem hemen atılıp kurtarmaya çalışabilirdim zira babasının benim çocuğuma taşıdığım hisleri taşıdığına kaniydim. Öznelliğimin uç noktasına kadar götürülmesi beni kendi içime gömmüyor tam tersine kendi dışıma çıkarıyordu. Ama onun reddi beni soğuk ve sayısal nesnellüzyonlara götürüyordu.
Benzer bir şeyi tanıdığımız bir Romen fizik profesörünün oğlunda da yaşamıştım. O bize babasının üniversitesini gezdirirken anlatıyordu (sene 2000) “bilgisayar okuyorum ve maalesef okul bittiğinde, Romanya’da iş bulmam mümkün gözükmüyor ve abla/abimin yaptığı gibi Almanya’da vb. iş bakmam gerekiyor. Ama henüz ayrılmadan Romanya’yı özlüyorum”. Onun vatan sevgisi etkileyiciydi.. Bize “siz sadece büyük şehirlerin birkaç turistik yerini görüyorsunuz,isterdim ki ülkemin köylerini, köylülerini, kırsallarını da görseydiniz” ve üniversitenin AB ile İlişkiler bölümüne geldiğimizde suratı asıldı “girip de n’olacaksak?!” onun vatan sevgisinden kaynaklanan bağrı yanıklığı benimle öylesine güçlü bir empati oluşturuyordu ki e yani. Onun, geleneklerini aşağılayan AB dayatmalarıyla incinmesini istemiyordum. Daha geçenlerde bir Danimarkalı politikacı Romenleri yeterince akıllı olmadıkları ve AB’nin mensup ülkelerin nüfus yüzdesine göre yönetilmesinin saçma olduğunu (zira Danimarka’nın nüfusu pek az)) söylediğinde o aklıma geldi ve içim acıdı. “Viktor ne durumda şimdi acaba ki? Acaba bunu duydu mu? Duyduysa ne hissetti?” Onun incinmemesini sağlayabilmeyi isterdim. Onun ki hiç kibir içermeyen bir vatan sevgisiydi. Onun vatanına sevgisinde ve bu sevgiden mütevellit yaşadığı acılarda benim burada bir takım ekabirler Türkiye’ye karşı ileri-geri konuştuklarında bana yaşattıkları acıları hissedebiliyordum. Ama burada burnunu büküp “bizim millet adam olmaz” diyen tiplerle nüfus cüzdanlarında uyruğu TC yazsa da benim empati kurmam pek zor oluyor, aslında olmuyor bile. (Lakin açıkçası artık ben de nasır bağladım, iplemiyorum bile. Yine de eskiden incinirdim.)
Yine birinde bir arkadaş grubu olarak toplanacağımız zaman birisi son anda “annem rahatsız onun yanında olmam gerekiyor, gelemeyeceğim” dediği zaman klasik “yine sattın lan, bu sefer bahane de sağlam” esprisini yapamadığımı fark ettim, annesine karşı böylesi sorumluluk duyguları taşıyan asil insanlarla tanışık olmanın bedeli varsın bir akşam satılmak olsundu. Annesine karşı sorumluluk taşıyan dostlarına da taşırdı. Bu asalete takılmak racona sığmazdı. Ama şehitleriyle/geçmiş büyükleriyle alay eden bir insan bana tepsi tepsi baklava taşısa dostluğundan ne hayır bekleyebilirim ki? Ki o şehitler/geçmiş büyükler sevilmeye sayılmaya benden daha layıklar. Onları sevmeyen, saymayan beni sevmese saymasa da olur.
Sonuç olarak; öznelliklerimize doğru yerlerini vermek icap eder.Onları nesnellüzyonlara feda etmemek. İdeollüzyonların nesnellüzyonları. Bunun için biraz incitilmeyi bile göze alalım. Aynen risk alamayan işletmelerin büyüyemediği ve “ne kar eder ne de zarar” kaldığı gibi biz de incinmeleri göze almadan büyüyemiyoruz. Sallamışım dünyanın burun kıvırmalarını, hepsi topsu 72 (istatistiki ortalama yani) sene değil mi? Ve esas olan yaşayıp geldiğimiz son nokta değil mi? Yani geçmişte ne yaşanırsa yaşansın bunların gerçek pozisyonunu belirleyecek olan sonuçta ne olduğu değil mi? Kartezyen düzlemin (0;0) noktası gibi yani, diğer tüm noktaların konumunu belirleyen nokta. Açıkça ortaya koyabilelim ki benim değerlerime saygı göstermeyen adam dünyanın en güzel parklarını yapsa bile benden ona oy çıkmaz ve bunun için o parkların aslında güzel olmadığına dair açıklamalar getirmeye bile çalışmayalım. Zırnık koklatmam, o kadar…Veya geçmişime saygı duymamın sebebi hiç de onların asla hata yapmadığını, her işlerinin hikmet olduğunu düşünmem değildir. Nasıl örneğin çocuğum okulunda başarısız olsa onu evlatlıktan reddedip yerine başarılı çocuk almaya çalışmıyorsam ve onunla öznel bağım onun tonla sıkıntısına katlanmayı da içeriyorsa işte bu nedenle ben geçmişime sahip çıkıyorum. Onların sözlerinde güncelliği kalmamış olanı da seçip ayıklamayı ukala dümbeleklerinden daha iyi bilirim ve yenileyen tarafım da onlardan esin alır. Uğruna ölmeyi şeref addedecek değerlerim olmayacak da başkalarının değerlerine, müzik zevkine, hamburger mi lahmacun mu yediğine laf sokup alınacak kısa süreli kibir kaynaklı sevinçten ömrümün hasadını devşireceğim haaa? Büyük konuşmaktan, büyük iddialardan Allah’a sığınırım ama böylesi bir anlayıştan da sığınırım.
Yani şarkının nakaratında;
Son günüme kadar
Kalp durana kadar
Aşk mezara kadar
yazılsa da müziğin akışı gereği aşağıdaki gibi söylenen (ve pek keyif aldığım) bölümde olduğu gibi olsun öznel tarafımız..
Son günüme kadar KALP
Durana kadar AŞK
Mezara kadar