Varlık âleminin en muhteşem (dehşet verici) olayı şüphesiz ki, hayat denilen akılları ürpertici gerçektir. Henüz ilmin yeterli bir îzah getiremediği hayat muammâsı üzerinde Kur’ân fazlasıyla durur. Hayat ve ölüm olayına dikkatleri çekerek insanları îmâna dâvet eder. Bu konu şöyle işleniyor:
Tâne ve çekirdekte gizlenmiş olan hayat, bitki ve ağaçta gelişen canlılık. Hepsi, hepsi gizli bir sır. Allah’dan başka kimse bilmez onun hakîkatini. Yine Allah’dan başka kimse bilmez onun kaynağının ne olduğunu. İnsanoğlu bütün hayat görüntülerini ve şekillerini müşâhede ettikten, hayâtın tekâmül safhalarını ve özelliklerini iyice inceledikten sonra hâlâ duruyor. Tıpkı ilk insanın durduğu gibi gayb perdesinin bürüdüğü esrar âleminin önüne dikiliveriyor. Eşyânın tezâhürünü ve fonksiyonunu anlıyor, ama bunların nereden geldiğini, niteliğinin neden ibâret olduğunu bir türlü bilemiyor. Bütün bunlara rağmen de hayat her sâniye yoluna hızla devam ediyor. Ve yeni mûcizeler beliriyor.
Başlangıçtan beri Allah Teâlâ diriyi ölüden vâr etmiştir. Bir zamanlar bu kâinat veyâ yeryüzü vardı. Ancak üzerinde hayattan eser yoktu. Sonra hayat teşekkül etti. Allah (c.c) o cansız kâinattan canlı hayâtı meydana getirdi. Ama nasıl oldu bu? Bilmeyiz onun orasını. İşte, ta o zamandan beri ölüden hayat çıkarır Allah (c.c). Her saniye ölü atomlar canlı organizma yoluyla organik ve canlı maddeler hâline gelir. Canlı bünyeye gider ve esas îtibâriyle ölü atomlardan meydana gelmişken, canlı hücreler hâline dönüşür. Bunun terside vardır tabii. Yine aynı tarzda her an canlı hücreler ölü atomlar hâline dönüşür ve bir gün canlı organizma tamâmen cansız ölü zerreler hâline gelir.
“… O, ölüden diriyi çıkarır. Diriden de ölüyü çıkaran O’dur.” (En’am, 6/95)
Allah’dan başka kimsenin gücü yetmez bunu yapmaya. Tâ başından beri ölü varlıklardan canlı organizmayı meydana getirme gücüne Allah’dan başka kimse sâhib olamaz. Yine Allah’dan başka hiç kimse ölü atomları canlı hücreler hâline döndürüp, canlı bir varlık meydana getirme gücüne sâhip değildir.
Bir başka def’a canlı hücreleri ölü atomlar hâline dönüştürebilme gücü de, yine Allah Teâlâ’dan başka kimsede yoktur. Öyle bir devri daimdir ki bu, ne zaman başlamış ve hangi zamanda bitecek. Sâdece bir takım ihtimaller, nazariyeler ve faraziyeler var ortada.
Hayat mûcizesinin Allah tarafından yaratılmış olmasının dışında, başka esaslara göre yapılan açıklama tarzı tamâmen boş bir çırpınış olmaktan öteye gidememiştir. Avrupa’da insanlar kilisenin esâretinden kurtuldukları günden beri, “Arslandan ürkmüş yaban eşekleri gibi kaçışıyorlar.” (Müddesir,74/50-51) âyetinde ifâde edildiği gibi kâinâtın doğuşu ve hayat mûcizesinin açıklanması husûsunu, Allâh’ın varlığına hiç yer vermeden yorumlamaya çalışmaktadırlar. Şu kadarı var ki, bütün bu çırpınışlar tamâmen boşa gitmiştir. Yirminci asırda gereksiz çırpınışlardan sâdece samimiyetsizlik ifâdesi ve inatçılık örneği basit hareketler kalmıştır.
Hayat problemini Allâh’ı kabul etmekten başka hiçbir yolla açıklayamayacaklarını itiraf eden bâzı Avrupalı bilginlerin sözleri, bu konuda onların gerçek bilgilerinin durumunu gâyet iyi tasvir etmektedir. Biz burada onların söyledikleri sözleri sırf, on sekizinci ve on dokuzuncu asır gençliğinin Avrupa masallarından atılmış olan ekmek kırıntılarını kapmaya çalışanlar gibi, bu dinden uzaklaşan kimseleri iknâ etmek için ortaya koyuyoruz. Bugün yirmi-yirmi birinci asırda da durum aynıdır.
İşte bir Amerikalı bilginin sözleri. Kanada’da Manitoba Üniversitesi biyoloji ve tabiat profesörü ve Kornel Üniversitesinde doktarasını yapmış olan Frank Allen “Kâinatın Doğuşu Tesadüf Eseri midir?” adlı mâkalesinde şöyle diyor:
“Şâyet, hayat bir hikmete dayalı olarak eski bir projeye göre doğmamışsa, elbette tesadüf eseri doğmuş olması gerekir. Öyleyse bu tesâdüf neden ibârettir? Nasıl bir şeydir? İyice düşünelim: görelim bakalım, bir tesâdüf eseri hayat nasıl meydana geliyor.
Mutlak sağlam olduğuna kanaat getirilen hükümler bulunmadığı vakit, tesâdüf ve ihtimal nazariyeleri riyâzî kesinlik bakımından daha geniş bir sahada tatbik imkânı bulur. Ve bu nazariyeler karşımıza doğruya en yakın olan hükümleri getirirler. Ancak bu hükümlerde her zaman hata ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerekir. Riyâzî yönden ihtimal ve tesadüf nazariyesi üzerinde yapılan etüdler o kadar mesafeler katetmiştir ki, artık biz bugün bir takım hâdiseleri daha önceden haber verebilecek duruma gelmiş bulunuyoruz. Bunu söylerken de tesadüfe dayanarak konuşuyoruz. Zâten o vâkıaları bir başka metodla açıklayacak güçte de değiliz.
Yine bu etüdlerin gelişmesi sâyesinde biz, az veyâ çok tesâdüf eseri meydana gelmesi mümkün olan hadiselerle, tesâdüfen vukû bulması imkân dışı hâdiseleri ayırabiliyoruz. Şu kadar var ki muayyen bir zaman dâhilinde bu hâdiselerin vukû bulma ihtimâlini hesâb edemiyoruz. Muayyen bir zaman dâhilinde bu derece rol oynamış olabileceğini biraz daha dikkatlice araştıralım. (bkz. Niçin Allâh’a inanıyoruz.)
Bütün canlı hücrelerin esas yapısını teşkil eden proteinler beş elementten meydana gelir. Bunlar da karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen ve kükürt elementleridir. Bir tek elementte bulunan atom sayısı bâzen kırk bine kadar ulaşıyor. Tabiatta bulunan kimyevi elementlerin sayısı doksan iki olduğuna ve bu elementlerin hepsi gelişigüzel dağıtılmış bulunduğuna göre[1]; bu beş elementin bir protein parçasını meydana getirmek için birleşme ihtimâlini hesâb etmek gâyet tabiî ki mümkündür. Bu protein parçasının teşekkül edebilmesi için hangi maddelerin kimyevi reaksiyona girmesi gerektiğini hesâb etmek kolaydır. Ayrıca bu tek bir unsurun parçaları arasındaki birleşimin meydana gelmesi için gerekli zamânın miktârını da bilmek icab eder.
İsviçreli büyük matematik bilgini Charles Yug’ın bütün bu âmilleri hesâb etmeye kalkışmış ve tesâdüf yoluyla bir protein parçasının teşekkülü için mümkün olan fırsatın ancak (10 160/1) olduğunu görmüştür. Yâni tesâdüf imkânının on rakamının yüz altmış kere çarpımının bire bölümü gibi bir oran nisbetinde mümkün olabileceğini ve bu rakamın da ifâde edilmesinin imkân hârici olup onu anlatacak kelimelerin dilimizde bulunmadığını belirtmiştir.
Bu kimyevî oluşumun tesâdüf yoluyla bir protein parçasını meydana getirecek şekilde teşekkül edebilmesi için gereken kimyevî maddenin kâinatımızdan milyon kere daha geniş bir yer işgal ettiğini ifâde etmiştir. Ayrıca zaman bakımından yine tesâdüf yoluyla milyarlarca senelik zamânın geçmesi gerekir. Bunu yine İsviçreli bilgin on rakamının iki yüz kırk üç kere çarpılması sonunda elde edilen sayı miktarı kadar sene (10 233) olduğunu belirtmiştir.
İngiliz bilgin J.B. Seather bu basit protein birleşimindeki atomların birleşime katılabilmesi için gerekli yolu araştırmış ve bunun milyonlara ulaştığını belirtmiştir. (10 48). Bu takdirde bir tek protein elementinin meydana gelebilmesi için bu nev’i tesâdüflerin birleşmesi aklen imkânsızdır.
Ayrıca, proteinler de hayat unsuru taşımazken, hayat emmâresi göstermeyen kimyevî birer madde olmaktan öteye geçmez. Hayat denilen ilâhî sır girmediği takdirde orada canlılık emâresi görülmez. Ancak biz bu hayretengîz sırrın mâhiyetini idrâk edemiyoruz. Bu sonsuz bir aklın ifâdesidir. Hikmetinin en engin noktasını kavrama gücü sâdece Allâh’a mahsustur. Ki, bu protein parçaları hayâtın temini için bir vasat olabiliyor. Allah Teâlâ insanı ona göre yapıyor- yaradıyor, en güzel şekilde sûret veriyor ve üzerine hayat iksirini döküyor. Michigan Üniversitesi Fen ilimleri profesörü ve botanik bilgini İrwing William “Tek Başına Materyalizm Yetmez” adlı makâlesinde şöyle diyor:
“İlimler bize son derece küçük ve sayısı nâmütenâhî olan ince varlıkların nasıl neş’et ettiğini bir türlü açıklayamıyorlar. Halbuki bütün maddeler ondan meydana gelmektedir. Ayrıca tek başına tesâdüf fikrine dayanarak bu küçük ve ince hücrelerin hayâtı meydana getirebilmek için nasıl birleştiklerini de açıkça belirtemiyorlar. Şüphesiz ki bütün gelişmiş hayat şekillerinin bu üstün mertebeye ulaşması için “Bir takım gelişi güzel dağılım ve birleşmelerin yüzünden meydana gelmiştir” şeklinde ileri sürülen iddialara karşılık biz diyoruz ki, böyle bir nazariyeye selim mantık sâhibi hiçbir kimse bağlanmaz. Çünkü bu nazariye esasdan ikna ve mantık delilleri üzerine oturtulmuyor.” (Hiçbir şey, tesâdüf ve gelişi güzel yaratılmış değildir.)
Biyoloji profesörü, Teksas Üniversitesi Biyoloji mütehassısı Albert Makomb Wençester “İlimler Allâh’a Îmânımı Artırdı” adlı makalesinde şöyle diyor:
“Ben çok zaman biyolojik etüdlerle meşgul olurum. Biyoloji en geniş mânâsı ile hayat hâdiselerini incelemeyi gâye edinen bir ilim dalıdır. Ve bu kâinatta yaşayan varlıklar içerisinde canlılardan daha üstün bir varlık yoktur. Yolların kenarında bitmiş olan yoncaya bakınız. Düşününüz bir kere: İnsanların yaptıkları en üstün âlet ve makinelerden hangisi ona üstünlükte denk olabilir. Bu canlı bir âlet gibidir. Gece gündüz durmadan, dinlenmeden çalışır. Binlerce kimyevî terkiblere karışır. Ve bütün bunlar protoplazmanın baskısı altında cereyan eder. Protoplazma bütün canlı organik maddelerin birleşimini meydana getiren ana maddedir. Bu birbiri içine girmiş canlı makine nereden gelmiştir. Allah sâdece bunu bu şekilde yaratmamış, ona hayat da vermiş. Kendi kendisini koruyucu güç bahşetmiş ve nesilden nesile bütün özelliklerini muhafaza etme ve soyunu devam ettirme kudreti vermiş.
Bir bitkiyi diğer bir bitkiden ayırt etmemiz için bize yardımcı olarak husûsiyetler de bahşetmiş; canlılar arasında çoğalmayı temin eden husûsun etüdü biyolojik etüdlerin en ilerisi ve Allâh’ın kudretini en çok izhâr edenidir. Bir yeni bitkinin doğmasını sağlayan hücre o derece küçüktür ki, onu gözle görebilmek için çok büyük elektronik mikroskoplara ihtiyaç vardır. Ne kadar acâyiptir ki, bitkilerin bütün vasıfları, damarı, kılcıkları, dal ve kol salma bölümleri, kökü ve yaprağı ve bütün organları son derece dikkat sarfeden ve hacmi çok büyük olan mühendislerin gözetimi altında oluşumunu tamamlamaktadır. Mühendisler diye isimlendirdiğimiz bu kalabalık topluluk, kromozomlar topluluğudur.” (bkz: Niçin Allâh’a İnanıyoruz)
Bu konuda bu kadarlık bilgi yeterlidir. Şimdi tekrar âyetlerdeki o göz kamaştıran güzelliğe ve parlaklığa dönelim:
“İşte Allah budur…” (En’âm, 6/95)
Bütün bu esrârengizliklerle dolu, durmadan tekerrür eden, bilinmezliklerle örtülü mûcizeleri yaratan Allah’dır. Tek başına O’nun dînine girmemiz gereken Rabbimiz budur. Kulluk ve boyun eğme husûsunda tek başına emrine itaat etmemiz gereken O’dur.
“…O halde nasıl yüz çevirirsiniz?” (En’âm, 6/95)
Bu apaçık, ayan beyan ve gözler önündeki gerçeklerden nasıl yüz çevirirsiniz? Gerçekten de ölüden dirinin meydana getirilişindeki mûcize Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok kere zikredilir. Nitekim kâinatın ilk yaratılışı husûsunda da aynı konuya temas edilecektir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm bunu zikrederken insanı ulûhiyet gerçeğine ve yaradanın tekliğini (birliğini) ifâde eden açık delillere tercih edici bir metod tâkib eder. Böylece kulların ibâdet ettikleri mâbudun tekliğine (birliğine) götürür insanı. Kulların tek başına O’nun ulûhiyetine inanması rububiyetine itaat etmesi, O’na kulluk ile eğilmesi, bütün hayat nizâmını, O’nun sisteminden alması ve tek başına O’nun emirlerini kabul etmesi için…
Bu deliller Kur’ân-ı Kerîm’de lâhûti mevzûlar veya felsefî nazariyeler şeklinde serdediliyor. Gerçekten de bu din beşer tâkatini lâhûti mevzularda ve felsefî nazariyelerde tüketmek husûsunda son derece ciddiyet gösterir. Bu din insan düşüncesini sağlam bir akîde esâsına dayayarak düzeltmeyi hedef alır ki, netice îtibâriyle beşeriyetin gizli açık bütün hayat problemlerini tahsis eder. Bütün bunlar ise kulları tek başına (sâdece) Allâh’a kul etmek ve kulları kullara kul olmaktan kurtarmak içindir. Ya insanlar dünyâ hayatında Allâh’ın dinine bağlanacaklar günlük hayat mevzûlarında sâdece Allâh’a teslim olacaklar, sahte ilâhları ve sayısız tanrıları yok etmeye çalışacaklardır: Ya da hayat bozulacak ve insanlar Allah’dan başka putların kulu hâline geleceklerdir. İşte bunun için hayat mûcizesini müteâkib yukarıdaki ifâdeler serdediliyor.
“… İşte Allah budur. O halde nasıl yüz çevirirsiniz?”
İşte sizin üzerinizde rubûbiyet hakkına sâhib tek İlâh budur. Sizi terbiye eden, yöneten, efendiniz ve hâkiminiz tek başına O’dur. İşte bunun için Allah’dan başkasına kul olmamanız gerekir.
En ince noktalarına kadar hesâb edilerek tanzim edilmiştir bu kâinat. Bu kâinatın hayâta elverişli olabilmesi için her şey plânlanmıştır. Yaşamanın çeşidi ve derecesi bir plâna göredir. Her şey bir kânun içerisinde olup, başıboş tesâdüfe yer yoktur bu kâinatta.
Kâinatta hayâtın doğuşu ile ilgili ilmi deliller çoktur ve tesâdüfün imkânsızlığını açık bir delil ile îlân etmektedir. Hayâtın doğuşu, gelişmesi, devâmı ve çeşitli şekiller alması için Allah Teâlâ o kadar uygun bir ortam halk etmiştir ki, kâinat projesinde yer alan bu uygunlukları saymakla bitirmek imkânsızdır. Yukarıda bir fizik bilginin söylediği hususların bir kısmını nakledebildik. Daha niceleri var ki saymakla bitirilemez. Şu halde geriye Azîz ve Alîm olan Allâh’ın takdir ve nizâmından başka bir şey kalmıyor. Ki, her şeyin yaratılış sırrını veren ve doğru yolu gösteren O’dur. O’dur ki her şeyi yaratmış ve bir nizâm ve intizam içinde takdir etmiştir. (S. Kutub Külliyâtı, İnsan-Kâinat-İbadet. S.119,131)
Dipnot
[1] Bizim İslâmî düşüncemize göre varlıklar âleminde tesâdüf diye bir şeyin yeri yoktur. Allah Teâlâ kendi takdîrine göre her şeyi yaratır. “Biz her şeyi bir ölçü dâhilinde halkettik.” Ayrıca, kâniatta değişmeyen bir takım kânunlar vardır ki, bunlara “sünnetullah” adı verilir. Bu kânunlar tatbik edildiği vakit hepsi bir ölçü içerisinde cereyân eder. Otomatik bir zarûret bahis mevzûu değildir. Ayrıca, Allah Teâlâ’nın ölçüsü o kânunların da dışına çıkabilir. Fakat bu özel hallerde ve muayyen sebeplere binâen olur. Genel kâniat kânunları ve fevkalâde hallerin her ikisi de özel bir takdir çerçevesi dâhilinde cereyan eder.
Biz bu bilginlerin sözünü burada iktibas ederken, söyledikleri şeylerin hepsinin mutlak mânâda doğru olduğunu uygun buluyor da onun için iktibas ediyor değiliz. Ayrıca, bizim inancımıza göre kâinatta gelişi güzel dağılım diye bir şey yoktur. Allah (c.c) her şeyi yerli yerine belirli bir ölçü ve plan dâhilinde dağıtmıştır.