Öyleyse akademisyen, popüler olma kaygısı gütmeden, herhangi bir ideoloji, inanç ya da kişilerden kaynaklanan otoritelerden ve fanatik-dogmatik tutumlardan uzak olarak bilgisinin ve tecrübelerinin gereğini yerine getirmek gibi bir sorumluluğa sahiptir. Onun özgürlüğü, hakikat karşısındaki cesaretinin bir gereği olarak ortaya çıkmalıdır. Bilimin hizmet etmesi gereken en önemli yönlerinin başında, akademisyenin kendisini bilmesini sağlamak olduğu konusunda hiçbir tereddüdümüz yoktur. Çünkü bilim ve her türlü bilgi elde etme çabası nihayetinde, insanın kendisinin bütün bir varlık içindeki yeri ve değeri konusunda şuurunun aydınlanmasına ve kendisi hakkındaki bilgisinin zenginleşmesine hizmet eder. Sahip olunan bilim, kendimiz konusunda bizi cahil bırakacak bir bilgi yığınından ibaret kalırsa, bilimin amacına ulaştığı da söylenemez. Hangi disiplinle ilgilenirse ilgilensin, akademisyenin felsefi bir tavra ihtiyacı vardır.
*****
Prof.Dr. Ali Osman GÜNDOĞAN
William Barret, İrrasyonel İnsan adlı eserinde, Kierkegaard’a atıfta bulunarak dalgın bir insanı anlatır. Aslında onun dalgın dediği, günümüzde çoğunluğu ifade eden bir kavram adeta: “Dalgının biri, kendisini bizzat kendi yaşamından o kadar soyutlar ki neredeyse yaşadığının bile farkına varmadan güzel bir günün sabahında ölüverir”. Bu sözle ifade edilen şey; yaşıyoruz ama yaşadıklarımızın farkında değiliz. Olup bitenlerin arka planında neler olup bittiğini merak etmiyoruz. Yaşadıklarımızın arka planında ne olup bittiğini merak etmek, onlar üzerine düşünmek felsefi davranmanın yollarından biridir. Yaşadıklarımız ise bizim varoluşumuza ilişkin olan tecrübelerimizdir. Bu durum, varoluşumuza ilişkin sorunlar karşısında ilgisiz, duyarsız ve dalgın olduğumuz anlamına geliyor. Yani kendi varoluş sorunlarımız ile ilgilenmiyoruz. Bilincimiz uyanık değil. Sadece kitle değil akademisyenler, felsefeciler de aynı durumda.
Akademia ve akademisyen
Akademisyen ve akademia isimlerini Platon’dan aldık. Akademos adlı kahramandan gelen bir isim bu. Akademos’un hikâyesi şöyledir:
“Akademos, dul ve 50’sini aşmış olan Atina Kralı Theseus’un kaçırdığı 12 yaşındaki güzel Helen’i kurtarmıştır (Helen daha sonra kral Menelaos’la evliyken Aleksandros’la kaçarak Troia Savaşı’nın başkişilerinden olacaktır). Bu kaçırma olayının üzerine ikiz kardeşler Kastor ve Polluks, kız kardeşlerini kurtarmak için Attika’ya saldırırlar ve Atina’yı yok edeceklerine dair gözdağı verirler. Akademos ise Helen’i Theseus’un gizlediği yerden kurtararak kenti de kurtarmış olur. Atina kenti de onu kurtarıcı olarak onurlandırır. Sonrasında da kentin Akademos’a ayrılan kısmı çınar ve zeytin ağaçlarıyla süslenmiştir.” (Hakan Poyraz, Ahlak Felsefesi Yazıları, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2015, s. 282)
Akdemos’un ölümünden sonra kendi adıyla anılan topraklar üzerine tapınaklar inşa edilir. Platon, okulunu bu topraklar üzerine kurduğu için adına Akademia demiştir. Burada Akademos’un yaptığı iş öncelikle şudur: Saklanan, yeri bilinmeyen Helen’in saklandığı yeri bildiği için onun yerini haber vermektir. Bir bakıma gerçeği ifşa etmek, gizli ve saklı olan bir şeyi açığa çıkarmaktır. Akademide akademisyenin de yapması gereken şey, hakikati bulmak ve onu ifşa etmektir. Akademisyenin görevi budur. Ancak Akademos’un, kızı kaçıranlar açısından işlevi farklıdır. Theseus için Akademos, bir ihbarcı ve muhbirdir. Şimdi, üniversitelerin ve akademisyenlerin durumu ve ahlakı göz önüne alındığında akademinin ve akademisyenin Platon’un niyetinde olduğu gibi isim babamızın, hakikati ifşa eden fonksiyonunu hatırlatmak gerekmektedir. Ve akademinin ve akademisyenin acilen asli fonksiyonuna dönmesi gerekir.
Akademisyen, ilgilendiği alanın metodolojisine sadık, genel bilimsel etiğe uygun, doğru olandan taviz vermeden ve akademik olmanın ağırlığını taşımak suretiyle kendisini, ülkesini ve bütün insanlığı ilgilendiren soru ve sorunlar karşısında aydın titizliği içerisinde fikirlerini paylaşmalı ve tavır takınmalıdır. Bu durum, akademisyenin kendi bilimsel alanı dışında aydın tavrına işaret eder.
Çünkü akademisyen, bir bilim insanı olmak sıfatıyla sadece eğitim-öğretim ile kendisini sınırlandırmamalı ve bilimsel olma haysiyetini korumalı ve sürekli bu haysiyeti taşımalıdır. Çünkü onun öğrencilerine karşı sorumluluğunun yanında içinde bulunduğu topluma karşı da sorumlulukları vardır. Aydın olma tavrı, bu sorumluluğu gerçekleştirmeye yöneliktir.
Öyleyse akademisyen, popüler olma kaygısı gütmeden, herhangi bir ideoloji, inanç ya da kişilerden kaynaklanan otoritelerden ve fanatik-dogmatik tutumlardan uzak olarak bilgisinin ve tecrübelerinin gereğini yerine getirmek gibi bir sorumluluğa sahiptir. Onun özgürlüğü, hakikat karşısındaki cesaretinin bir gereği olarak ortaya çıkmalıdır. Bilimin hizmet etmesi gereken en önemli yönlerinin başında, akademisyenin kendisini bilmesini sağlamak olduğu konusunda hiçbir tereddüdümüz yoktur. Çünkü bilim ve her türlü bilgi elde etme çabası nihayetinde, insanın kendisinin bütün bir varlık içindeki yeri ve değeri konusunda şuurunun aydınlanmasına ve kendisi hakkındaki bilgisinin zenginleşmesine hizmet eder. Sahip olunan bilim, kendimiz konusunda bizi cahil bırakacak bir bilgi yığınından ibaret kalırsa, bilimin amacına ulaştığı da söylenemez. Hangi disiplinle ilgilenirse ilgilensin, akademisyenin felsefi bir tavra ihtiyacı vardır.
Akademisyen, kısaca da olsa ifade etmeye çalıştığım düşünceler çerçevesinde ilgilendiği alan ile diğer alanlar arasında bağlantılar kurmadan, dünyanın ulaştığı evren tasavvuru konusunda genel bir kültüre sahip olmadan ve insanlığın geçirmiş olduğu insanlık tarihini bir bütün olarak kavramadan her türlü hakikat tutumunu, nihayetinde insanın kendisine dönmesi meselesini anlaması da mümkün değildir. Böyle bir akademisyen tipinden de insan, insanlık, ülkesinin ve dünyanın sorunları karşısında tutarlı ve haysiyetli bir ifade ve tavır beklemek zordur.
İnsanların zaafları vardır. Parayı, mevki ve makamı, popüler olmayı, alkışlanmayı, övülmeyi seven ve bunlarla tatmin olmak isteyen insanların olmaması mümkün değildir. Akademisyenler de bunlardan muaf olamaz. Bütün bunların elbette farkındayım. Ancak hedefine yollanmış ve hedefiyle kendi eylemi arasında uygunluk kurmuş olan bir bilim insanını ve akademisyeni, zaaflarının tatmin edilmesiyle mutlu etmek imkânsız olmalıdır. Bilim, nihayetinde kendi şahsiyetimiz hakkında bilgi ve bilme meselesine dönüşmediği takdirde akademisyen de zaaflarının kurbanı olur. Oysa bilgi ve bilim, akademisyeni kendi tutkularından ve dış otoriterlerden bağımsız hale getiremiyorsa, yapılan işin ruhuna uygun davranılmadığı gibi bir sonuçla karşılaşıyoruz demektir. Böyle bir durumda da yaşadığımız sorunlar karşısında özgün düşünceler, hak ve hakikati dile getiren fikirler beklemek zor görünmektedir.
Felsefe ve felsefeciler
Özel olarak felsefeciler üzerinde durmak gerekirse, dünyanın hemen her tarafında felsefeciler, üniversitelerin felsefe bölümlerinde birer meslek adamı, felsefe hocası olarak bulunuyorlar. Üniversiteler, uzmanlaşmayı öne çıkaran kurumlardır. Oysa uzmanlık, belli bir alanda derin bilgi ve keskin görüşlülük sağladığı halde diğer alanlarda körlük yaratır. Bu, bir alanda derin bilgi sahibi olunduğu halde diğer alanlarda cahil kalınması denilen durumdur. José Ortega Y Gasset, 20. yüzyılın barbarlığının kaynağında uzmanlaşmayı ve onun yarattığı körlüğü görür. Üniversitenin Misyonu’nda, bir Çinli bilgenin sözünü hatırlatır: “Kendi göletini hiç terk etmemiş bir kurbağaya denizden nasıl bahsedeyim? Kendi doktrininin mahpusu bir bilginle hayattan nasıl konuşayım?” Bu örnek, sadece felsefe alanına ilişkin değil, bütün bir üniversite sistemine yönelik bir durumu özetler. İpek böceği misali, kendi kozasını örüp o kozanın içinde soluksuz kalarak ölüp giden bir ipek böceği.
Bilhassa felsefe, başlangıçlarından itibaren, tutkulu bir arayış ve varlık karşısında duyulan “hayret”in, “şaşma”nın eseridir. Bugün için akademik olmak, felsefeciden de bilimsel olmayı ve buna bağlı olarak uzmanlaşmayı talep ediyor. Oysa uzmanlaşma, Barret’nin dediği gibi “İnsanı, anlamanın günlük yaşam içindeki olağan ve somut şekillerinden uzaklaştırmaktadır”. Bu durum, insanı kültür sahibi bir varlık olmaktan da uzaklaştırıyor. Üniversitelerin piyasa ile ilişkileri çerçevesinde üniversite-üniversite dışı bir ilişki dışında bilim insanı ve felsefecilerin üniversite dışında pek bir karşılığı bulunmuyor. Felsefe, Bergson’un dediği gibi, “İnsanın kendisine ve çevresine naif bir biçimde bakma kararlılığı” olduğu halde felsefeci bu kararlılıktan vazgeçmiş gibi görünüyor. Sadece kendi zihninin özel olarak ilgilendiği oldukça soyut sorunlarla kendi odasında ilgilenen bir felsefeci görüntüsü hâkim. Hatta felsefecilerin çoğu, hayatın somut olgularından bağımsız olmayı, felsefenin bağımsızlığı ve onun evrensel bir bilgi olmak isteyişiyle birlikte düşünüyorlar. Bu, tikel ve tümel, yerel ve evrensel olanla bağlantılı bir şekilde düşünülmesi gereken bir sorundur. Tikel olanda tümel, yerel olanda evrensel olanı görmek ya da tikel olanın evrensel olanı temsil edip etmediğiyle ilgili bir sorundur bu. Belki farklı terimlerle ifade edecek olursak, birlik ile çokluk arasındaki ilişki sorunu olarak da görülebilir.
Felsefe, Thales’ten itibaren aslında bir birlik arayışı olarak okunabilir. “Her şeyin aslı sudur” demek, çokluğun, farklılığın dayandığı ilkenin birliğine vurgu yapmak demektir. Realite, bir çokluk olarak karşımıza çıkar. Çokluk, bir birlik ve bütünlük olarak düşünülmediği zaman kaosa işaret eder. Akıl, bu kaosu birlik ve bütünlük arayışı içerisinde sistematik olarak düzene sokar. Felsefe, önemli ölçüde çokluk ve farklılık olarak görülen realitenin birlik ve bütünlük olarak nasıl görülebileceğini anlama çabasıdır da. Hal böyle olunca felsefecinin realiteden kopması, aslında birlik ve bütünlük arayışından da kopması anlamına gelir. Realiteden hareket etmeyen hiçbir felsefe var olamaz.
Berdyaev, bilgi meselesinde onun realite ile olan ilişkisine varoluşsal tarzda dikkat çeker: “Bilginin realite içinde gerçekleşen ve realitede vuku bulan bir şey olduğunu görürüz… Realite, varlığı ayrı ve bağımsız olarak kavranan birinin ya da bir şeyin durumu değildir”. Bilmek, realite ile ilişkiye girmektir. Hakiki manada felsefi bilgi, bileni bilinen ile ilişkiye sokan ve kendisini de hem bilenin hem de bilinenin bir parçası yapan bilgidir. Bizden bağımsız, bizim karşımıza konulmuş, özne ile nesneyi birbirinden ayıran bir bilme süreci yerine özne ile nesneyi varoluşsal bir ilişkiye sokan bir bilme sürecine dikkat çekilmektedir. Filozof, bu varoluşsal ilişkiyi yaşayandır. Bunun içindir ki felsefe, filozofun entelektüel bir kaderi ya da macerasıdır. İşte bu durum felsefeyi ve filozofu doğrudan doğruya yaşanana doğru çeker. Felsefenin aleyhine olmak üzere felsefe ile gerçeklik arasına zaman zaman bazı disiplinlerin girdiği görülür. Bunlardan birisi bilim, diğeri de dindir. Felsefe, bu iki alana da kayıtsız kalamaz. Burada sorun, felsefenin bu iki alan ile ilişkisinde kendisinin bağımsızlığını koruması ve varlıkla olan ilişkisine bilimin ya da dinin bakış açısıyla bakmamasıdır. Çünkü dinin, bilimin, felsefenin dünyaya bakma, dünyayı görme biçimleri birbirinden farklıdır.
Felsefe, insanın varlıkla olan ilişkisinde varlığa, insanın görüş açısından bakarken bilim dünyaya insanın dışından bir noktadan bakar. Aynı bakma tarzı din için de geçerlidir. Felsefi bilgi, kendisine has bir bilgidir. Ne dini olan ne de bilimsel olan felsefi bilgiyi vasıflandıramaz. Felsefi olanda bilimsel ve dini olanda bulunmayan bir özellik vardır: Felsefi bilinç sürekli bir biçimde açık, uyanık ve soru soran bir bilinçtir.
Felsefenin sürekli açık ve uyanık tuttuğu bilinç sayesinde din karşısında felsefe, “idrak edici” bir biçimde tepkide bulunur. Dini olanla karşılaşan filozofun vardığı sonuçlar, onun kendi idrak gücünün bir eseri olarak ortaya çıkar. Filozofa dışarıdan empoze edilen bir dini bilgi sonucuyla karşılaşılmaz. Bu, filozofu sıradan bir müminden ayırır. Böylece felsefe dini, insani ve dünyevi bir bakış açısına göre daha dinamik hale getirir. İnançlar, onun sayesinde daha rafine durum kazanır.
Bilim ile felsefe ilişkisinde de felsefe, kendine has tavrıyla hareket ederek bilimin sonuçlarına ve başarılarına bağlı olmadan, bilimin keşiflerini beklemeden yoluna devam eder. Felsefe bilimsel bilgiden yararlanır ama kendisinin bilimsel bilginin emri ve kontrolüne girmesi beklenemez. Felsefe, din ve bilim karşısında takındığı tavır ile dinin ve bilimin yaşanan olaylar karşısında olayların nedenleri hakkında bilinci açık ve uyanık tutarak bilim insanı ve dindarı hayat karşısında dinamik kılmaya çalışır.
Felsefe, bize bilginin ne olduğunu, değerlerin ne anlama geldiğini, nasıl hareket edilmesi gerektiğini gösterir. Günümüzde her alanda bilginin, değerlerin, nasıl hareket edilmesi gerektiğinin bulanıklaştığı ve bu suretle de her şeyin kendinden menkul bir biçimde meşrulaştırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Retorik ve sofizm için uygun bir ortamda bulunuyoruz. Söz, logos olmaktan çıkıp her şeyi eğip büken bir güvenceye kavuşmuş durumda. İşte tam da felsefenin mücadele ettiği olumsuzlukların yaşandığı çağda felsefenin bilgi, değer, eylem konularında yol göstericiliğine ihtiyacımız var. Onu entelektüel bir gevezelik olarak gören tahripkâr tutumların aksine, hayat ve yaşadığımız sorunlar karşısında rehberlik edebilecek bir anlayışı tekrar gündeme taşımak gerekiyor. Tıpkı Sokrates’in, Platon’un ve hatta Aristoteles’in Sofistler karşısında takındığı tavır gibi. Çünkü hiçbir konuda sabit noktamız kalmamış görünüyor.
————————————–
Kaynak:
https://www.gazetedurum.com.tr/yazar/Ali-Osman-Gundogan/hayat-ve-felsefe-14250?fbclid=IwAR3MBOrGec-8pCgA1vmKrwWHDqlLLNzi2UBstyZZLpGxfzkE1jHo0sR9_Zo , 05.10.2022