Nereden nereye? Öyle değil mi, sevgili okurlar? Kıbrıs Barış Harekâtı üzerinden tamı tamına 46 yıl beş ay; “Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi” nin kuruluşundan 46 yıl 50 gün; “Kıbrıs Türk Federe Devleti” nin kuruluşunun üzerinden 45 yıl 9 ay yedi gün; meşruiyeti günümüzde de devam eden “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” (KKTC)’nin kuruluşu üzerinden de tamı tamına 37 yıl yedi gün geçmiş. Bir bakar mısınız? Kıbrıslı Türk’ün hiçbir şekilde vaz geçemediği devletleşme sürecinde ortaya koymuş olduğu örgütlenme sistematiğine. Her Türk soydaş gibi, Kıbrıs Türkü de başkaca hiçbir yola sapmadan ‘devlet-ebed-müddet’ şiarıyla devletleşme sistematiğine yöneldiği görülmektedir. Kıbrıslı Türklerin kendilerine toplumsal hayatiyet ve resmiyet kazandırdıkları üç resmî ve meşru oluşumla “devletleşme”sistematiğinde yaşadığı deneyimler ve buna mukabil karşılaştığı sorunlara demokratik yollarla çözüm bulmaya çalışmaları bir süreç olarak tarihe geçmiştir.
Proto-Türk Etrüsklerin Roma’yı, Türklerin Atası İskitlerin bütün Avrupa’yı yatay ve dikey olarak örgütlü bir şekilde aşarak taa İskoçya içlerine kadar devlet kurma sistematiğini götürmeleri, anayurdu Yozgat ve Ankara’yı içine alan Galatya bölgesindeki Keltlerin kuzeybatı İspanya (Galiçya), kuzeybatı Fransa (Bretonya), güneybatı İngiltere (Cornwall), Galler ülkesi, İskoçya, İrlanda Denizi’nde Birleşik Krallık’a bağlı Man adası, İrlanda Cumhuriyeti (Eire) ve Kuzey İrlanda (Ultser) bölgelerinde aynı örgütlenme sistematiğini ortaya koymaları ‘Türklük Şuuru’ nun Avrupa kıtasına yansımasıdır.Unutmayalım, MÖ III. Yüzyılda Avrupa’dan göçüp Yozgat’ta karar kılan kavim: Galatlardır. Bu arada söyleyelim, Orta Asya’da kuruyarak varlığı Hazar Denizi ve Aral Gölü ile betimlenen Türk İç Denizinin ismi “Issık Deniz”; buzulların erimesiyle büyük önem arz eden Kuzey Buz Denizinin tarih öncesi ismi de “İskit Okyanusu” dur. Barbaros Hayrettin Paşa’nın Doğu Akdeniz’i Türk Denizi yapmaları bu yaklaşımın bir tezahürüdür.
Günümüze kadar geçen süreç içerisinde devletleşme sistematiğinin en önemli parametresi olan ‘Türklük Şuuru’nun ayırt edici özelliği ünlü İngiliz Tarihçisi Prof. Dr. Arnold Joseph Toynbee’nin ‘Tarih İncelemesi’ eserinde ortaya koyduğu “Meydan Okuma & Yanıtlama” kuramıdır. Bu kuramı gerçekten çok benimser ve Doğu-Batı kapışmasının nüvesi olarak da görürüm. Efendim, bu kurama göre insanlık tarihinde barbar ve vandal batı, medeni doğuya daima barbarca doğrudan meydan okumuş, doğu da bu meydan okumaya misliyle cevap vermek zorunda kalmıştır. Bu diplomatikanın önemli parametresi olan tam bir mütekabiliyettir. Yani sana yapılana misliyle karşı koymaktır. Şöyle bir düşünelim, ‘Haçlı Seferleri’nin genel felsefesi de bu kuramın üzerine bina edilmemiş midir? Evet aynen öyledir.
Kıbrıslı Türklerin de günümüze kadar ortaya koymuş oldukları kendi geleceğini ya da kendi kaderini tayin etme hakkı (self-determination) (1) da Prof. Dr. Arnold Joseph Toynbee’nin ‘Tarih İncelemesi’ eserinde ortaya koyduğu “Meydan Okuma & Yanıtlama” kuramıyla adeta birebir örtüşmektedir. Kıbrıslı Türkler, kadim bir milli şuurun savunucuları olarak kendilerine özellikle Kıbrıslı Rumlar tarafından yapılan her meydan okumaya insan hakları ve uluslararası hukuk zemininde kendi kaderini ya da kendi geleceğini tayin etme hakkı çerçevesinde demokratik zeminde karşılık vermişlerdir.
Uğruna binlerce şehit verilen 1571 yılında ‘Türk Kıbrıs’ olan ve fakat bir oldu bitti ile güneş batmayan ülke konumundaki Büyük Britanya tarafından gasp ve ilhak edilmiştir. Oysa Osmanlı Devleti XVI. Yüzyılın son çeyreğine doğru, askeri bir gereklilik gereği Anadolu’nun çevresine atmış halkaların birincisinde bulunuyordu. Krizleri fırsata çeviren Büyük Britanya, ilk bilimsel Türk milliyetçisi baş veren inkılapçı Ali Süavi’nin Padişah V. Murat’ı başa geçirmeyi hedefleyen başarısız darbe girişimi ‘Çırağan Vakası’ ndan üç gün sonra, 23 Mayıs 1878 tarihinde, Kıbrıs’ın kendisine verilmesi şartıyla ‘Berlin Konferansı’nda Çarlık Rusyası istemlerine karşı Osmanlı Devleti’ne yardım edeceğini bildirmiştir. 93 Harbi (1877-78) sonunda Osmanlı Devleti tarifsiz zorluklar içindedir, İngilizlere hayır derse Ruslar İstanbul’un burnunun dibinde, Yeşilköy’den her an Başkent İstanbul’a yürüyebilir ve bir saatte saraya girebilirlerdi. İşte İngiliz yayılmacılığı için Akdeniz’de bir üs sahibi olmanın tam zamanı bu nedenle seçilmiştir. Henüz tahtta ikinci yılını geçirmekte olan Sultan II. Abdülhamit de 25 Mayıs 1878 tarihinde Berlin Konferansı’nda Osmanlı’ya yardım ve de Rusların Yeşilköy’den gitmeleri karşılığında Kıbrıs’ı İngiltere’ye bırakmayı istemeye istemeye kabul etmek zorunda kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı başlayıp da Osmanlı Devleti Almanya’nın yanında savaşa girince Büyük Britanya, Kıbrıs’ı 5 Kasım 1914 tarihinde ilhak etmiştir.
Unutmayalım, Türk Kurtuluş Savaşı donanmasız kazanılan ender bir İstiklal Savaşıdır. İsmet İnönü Lozan’a giderken bırakın Kıbrıs’ı, İstanbul, Marmara ve Çanakkale boğazlarından müteşekkil Türk Boğazları işgal altında bulunuyordu. Nitekim, Lozan Antlaşmasının 20. Maddesine göre Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti malumun ilanı olarak, İngiltere’nin Kıbrıs’ı 5 Kasım 1914 tarihinde ilhakını tanımak zorunda bırakılmıştır. Ancak Lozan Antlaşmasının 16. Maddesi Türkiye’ye Osmanlı Devleti’nin büyük emperyal devletlere terkedilen topraklarında bir garantörlük yolunu da açmıştır. Şöyle ki, Lozan Antlaşmasının 16. maddesinde ise Türkiye işbu antlaşmada belirlenen sınırları dışındaki tüm topraklar ile bu topraklardan olup gene bu antlaşma ile üzerinde kendi egemenlik hakkı tanınmış bulunanlar dışındaki 12 ve 15. maddede belirtilen adalarda Türkiye’nin her türlü hak ve sıfatlarından vazgeçtiği bağıtlanmıştır. Ancak bu maddede Türkiye, aynı zamanda feragat edilen toprakların ve münhasıran adaların geleceği konusunda alınacak kararların taraflarından biri olması özellikle zikredilmektedir. Türkiye’nin her halükârda geleceğe matuf olarak garantörlük sıfatı bulunmasının gerekçeli kararı bu maddede açıkça ortaya konulmaktadır.
Bu konu Sevr Antlaşmasının 132. Maddesine göre büyük bir kazanımdır. Çünkü Sevr Antlaşmasının 132. Maddesi ile “Türkiye bu muahedename ile tayin olunan hudutları haricinde olup mezkûr muahedename ahkâmınca hiçbir daire-i nüfuza dahil bulunmayan ve Avrupa haricinde bulunan kâffe-i arazi üzerinde veya işbu araziye müteallik iddia edebileceği bilcümle hukuk ve tasarrufatından düvel-i müttefika lehine olarak feragat eylediğini beyan eyler. Türkiye işbu hükmün netayicini tanzim etmek üzere başlıca düvel-i müttefikanın ledelicap düvel-i saire ile müttefikan ittihaz ettiği veya edeceği ahkâmı kabul ve tasdik eylemeği taahhüt eyler.” Bağıtlanan bu madde ile Türkiye terk edilen tüm topraklarda geleceği de içine alacak bir biçimde feragat ettiğini açıkça bağıtlamıştır. Sosyal bilimlerin laboratuvarı karşılaştırma yapmaktır. Bu nedenle Lozan Antlaşması Sevr antlaşmasıyla karşılaştırma yapılması sağlıklı sonuçları beraberinde getirmektedir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin Suriye, Libya, Doğu Akdeniz, Ege ve Azerbaycan ve Kıbrıs’ta bulunmasının sebebi hikmeti bu ünlü 16. maddedir.
1950’li yıllarda Kıbrıs Adasının Yunanistan’la birleştirilmesi demek olan ENOSİS gündeme gelince Osmanlı Devleti’nin hukukî ardılı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan’da İngiltere lehine feragat etmiş olduğu Kıbrıs’ta garantörlük statüsü gündeme gelmiş, yasal çerçevede bu durum gerçekleşmiştir. Öte yandan Kıbrıslı Türkler kendi sinerjilerinin sahaya yansıması olarak, Rumların 1960 Ortaklık Cumhuriyeti’ni silah zoruyla gasp etmesine Kıbrıslı Türklerin tüm devlet organlarından dışlanmasına karşı sırasıyla 1963’te ‘Kıbrıs Türk Genel Komitesi’ni, 1967’de ‘Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi’ni, 1971’de ‘geçici’ sıfatı kaldırılarak ‘Kıbrıs Türk Yönetimi’ni kurmuşlardır. Çünkü Türklerin mayasında örgütsüzlük yoktur, “bir örgüt olmadan hiçbir şeysiniz” mantalitesi egemendir.
Nitekim, 1959-1960 Zürih, Londra ve Lefkoşe antlaşmalarının Türkiye Cumhuriyeti’ne vermiş olduğu garantörlük hakkı kapsamında Türk Silahlı Kuvvetlerinin 20 Temmuz 1974 tarihinde Ada’daki barış ve huzuru temin etmek için düzenlediği Kıbrıs Barış Harekatı’nın hemen ardından Kıbrıslı Türkler tarafından, 1 Ekim 1974 tarihinde ‘Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi’ni kurulmuştur.
Kıbrıs’ta 14 Ağustos 1974 tarihindeki İkinci Barış Harekatı’nın ardından 25-26 Ağustos 1974’de BM Genel Sekreteri Kurt Waldheim, Ada’ya gelerek toplumlar arasında ikili görüşmelerin başlatılması talebinde bulunduğunu da anımsatalım. Türkler bu hukukî zeminde hareket etmişlerdir.
Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi Meclisi, bu gelişmeler üzerine çok partili parlamenter sisteme geçip eşitlik temelinde bir federasyon kurmak ve gerekli federe birimlerin Türk kanadını oluşturması amacıyla oy birliğiyle Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) ‘nin kurulduğunu ilan etmiştir. Meclis’te KTFD’nin kuruluş bildirgesi, Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi Meclisi’nde Yönetim Başkanı ve KTFD’nin ilk Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş tarafından okunmuştur. Hemen akabinde halk oylamasına sunulacak KTFD Anayasası çalışmalarına geçilmiştir. KTFD Anayasası, 8 Haziran 1975’de halk oylamasına sunularak, kabul edilmiştir.
KTFD’nin kuruluş amacı öylesine belirgindir ki, Dışişleri Bakanı olarak göreve getirilmesinin ardından Kıbrıs Barış Harekatı’nın savunmasını da yapmak üzere New York’a giden Vedat Çelik, uluslararası zeminde ilk defa resmi olarak ‘Kıbrıs Türkü’nü temsil etmiştir. 12 Aralık 1978 tarihine kadar bu görevde bulunan Vedat Çelik, o dönemdeki koşullarda federasyon tezini neden benimsediklerini New York’taki toplantıda dile getirmiştir. O tarihlerde KTFD’nin kurulması sırasında temelde iki amacının bulunduğunu ortaya koyan Dışişleri Bakanı Çelik son derece bilinçli ve yerinde bir yaklaşımla dünya kamuoyuna açılımlarının perde arkasını şöyle dile getirmektedir. (2)
“Birincisi, devlet olmadan hiçbir şeysiniz; bir azınlıksınız. Federasyon, iki eşit tarafın bir araya gelerek yeni bir ortaklık devletini kurmaktır. O eşitliği federe devletin kurulması bize göre en uygun hareketti. Tasarlanan ve olası federal hükümet için de altyapıyı hazırladık. Nazikçe Rumlara, ‘Biz federe devletimizi kurduk, siz de oluşturun. Böylece iki federe devlet oturup konfederal bir devlet kuralım.’ çağrısında bulunduk.”
Ayrıca Vedat Çelik, ünlü Johnson mektubu nedeniyle T.C. tarafından yapılamayan amfibi, uçar birlik, havadan indirme ve atma harekâtı sonrası Kıbrıs Türk’ünün devlet kurma yönündeki o büyük bir cesaretle ‘1968’den itibaren bir devlet kurma hedefleri olduğunu anımsatarak KTFD’nin kurulmasının, KKTC’nin ilanı sürecini de beraberinde getirdiğini kaydetmektedir. Kıbrıs sorununa kalıcı çözüm şekli bulma arayışı merhum Rauf Denktaş ile Glafkos Klerides arasında BMGS’nin Özel Temsilcisi Osorio Tafall’ın da katılımıyla 3 Haziran 1968 tarihinde Beyrut’da yapılan ilk görüşmeyle başlamıştır. Bu arayış 52. yılını tamamlayalı neredeyse altı ay olmuştur. Düşünebiliyor musunuz? Bu sorun henüz hiçbir çözüme ulaşmamıştır.
1964 yılında ABD Başkanı Johnson’un mektubu üzerine o tarihlerde T.C. Başbakanı olan İsmet İnönü’nün söylemiş olduğu özdeyiş mertebesindeki “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır” sözü koşutunda Ankara merkezli karar gereğince icra edilen 20 Temmuz 1974 tarihindeki Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türküne bu cesareti fazlasıyla vermiştir. KTFD’nin ilan edildiği ilk günlerin çok heyecanlı olduğunu, bunun mecliste de hissedildiğini hatırlatan Çelik, Türk askerinin Ada’ya inmesiyle büyük sevinç, rahatlama ve güven duygusunun hissedildiğini ifade etmektedir. Çelik, o döneme kadar müzakerelerde karşılaştıkları en büyük sorunun, “eşitlik” olduğunu belirterek Rumların bugün dahi tek başına bir cumhuriyete sahipmiş gibi hareket ettiklerini ve üniter devlet içerisinde bir federasyon kurmak için aldatmaca taktikle müzakere ettiklerini söylemektedir. Kıbrıslı Rumların tam da yaptıkları budur. O dönemde federasyonu kurmak için otonom yönetimden federe devlete geçmek gerektiğini belirten Vedat Çelik, “Federe devleti ilanımızda ilk gelen tepkiler olumluydu. Kuruluş gerekçesi o zamanlar iyi de izah edildi. Federasyondan beklentimizin ne olduğunu da iyi anlatmıştık. Sonra 1983’te KKTC’nin kuruluşu sırasında bizi haksız yere kınadılar.” Diyerek o gün için elzem olanı ortaya koymaktadır.
KTFD’nin kurulmasından KKTC’nin ilanına kadar geçen dönem, Kıbrıslı Türk ulusunun oluşumu ve demokratik kurum ve kuruluşların kökleşmesi, bireysel özgürlüklerin içselleştirilmesi ve demokratik kural, kuram ve yaşamın yerleşmesi konusunda yurttaş haline getirilmesi sağlanmıştır.
KTFD’de ilk genel seçim 1976 yılında, ikincisi ise beş yıl sonra 1981 yılında yapılmıştır. Bu süreçte, iki de yerel seçim yapılırken yurttaşın ve devletin karşılaştığı sorunlar, demokratik parlamenter sistem içinde çözülmeye çalışılmıştır.
KTFD’nin ilk Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, KTFD’nin ilanından sonra devlet ve meclis başkanı görevlerini de yürütürken anayasa uyarınca 1976’da yapılan ilk genel seçimlerde Devlet Başkanlığına seçilmiş, Nejat Konuk da 1976’da KTFD’nin ilk başbakanı olmuştur. Kıbrıs Barış Harekatının üzerinden daha iki yıl bile geçmemiş olmasına karşılık, devletleşme sistematiğindeki bu olağanüstü geçiş süreci Güney Kıbrıs Rum Kesimini de bu sürece mülaki olmasını sağlamıştır. Diğer bir deyişle, bu süreçte KTFD, Kıbrıs sorununa çözümü için görüşmelere açık olurken 1977’de Başpiskopos Makarios ile Denktaş arasında bir zirve yapılmış, bunu 1979’daki Rum lider Spiros Kiprianu ile Denktaş arasındaki zirve takip etmiştir. Başka deyişle bu olağanüstü devletleşme sistematiği toplumlararası görüşmelerin de itici gücünü oluşturmuştur.
KTFD Meclisi, 15 Kasım 1983 tarihinde oy birliğiyle aldığı doğru ve yerinde bir kararla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ‘nin kurulduğunu bilinçli bir biçimde ilan etmeyi yeğlemiştir. Şöyle ki, Kuzey Kıbrıs, aynen Kuzey Vietnam, Kuzey Kore gibi bölünmüşlüğü, iki ayrı toprak ve toplum varlığını dikte ettirdiği için bu yöne bilinçli bir biçimde gidilmiştir.
Bu süreç sırasında ‘Kıbrıslı Türk’ hemen her açılıma evet derken, ‘Kıbrıslı Rum’ ise olumsuz tavrını hemen her evrede sürdürmüş, masaya ilettiği sahada yitirdiği her başarısızlığı şımarıklıkla kendi tarafına çevirici her türlü harekete tevessül etmiştir. Bu Yunan’ın, Kıbrıslı Rum’un geleneksel vasfıdır.
Şimdilerde Kıbrıs Türkü’nün önünde yeni bir açılmaktadır. Hele ki, KKTC’de 46 yıldır kapalı tutulan, Doğu Akdeniz’in Las Vegas’ı Maraş bölgesi alınan kararlarla kademeli olarak açılmaya başlanıldıktan sonra federasyonun aldatmacası artık mümkün görülmemektedir. KTFD’nin ilk Başbakanı Vedat Çelik bugünlere ışık tutacak şekilde bu konudaki betimlemelerini şöyle sürdürmektedir:
“Şimdi anlaşılıyor, bugün federasyonun olması mümkün değil. Federasyon bir ihtiyaç ve müşterek arayıştan doğuyor. Bugün bu yok. Kıbrıs’ta iki coğrafya ve ayrı egemen halk var. Ya egemen eşit olarak anlaşacağız ya da kendi yolumuza gideceğiz. Başka yolu yok.”
Bu yaklaşım Kıbrıs’ta halkın üzerinde bir restorasyon dönemini de beraberinde getirmektedir. Bu yaklaşımın gittikçe derinleştirilmesi ve Kıbrıs Türkü’nün tekrardan milli şuurla hemhal olması kendisini tanımaktan büyük onur duyduğum Magosa Fatihi Korgeneral Osman Fazıl Polat’ın da ruhunu şad edecektir. 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtının ikinci safhasının sonuna doğru Başbakan Bülent Ecevit tarafından harekâtı sonlandırması için önüne üç defa helikopter indirilen fakat o ‘askerliğin icabatı yerine getirilecektir’, diyerek hâkim arazilerin elde bulundurulması ve bence pazarlık uğruna çantada keklik olarak Rumlara verileceği deklere edilen bu nedenle hayalet şehir haline gelen Maraş bölgesini alması bugün için hem Türkiye Cumhuriyeti’nin hem de KKTC’nin elini güçlendirmiştir. Bu toprakların neler pahasına kanla elde edilmiş olduğunu, harekattan sonra 1975 yılında bir Paraşütçü Yüzbaşı olarak gittiğim Magosa’da bizzat gözlemleyerek yaşadım. Ancak üzülerek ifade etmek gerekir ki, Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin, Bürgenstock’taki görüşmelerde alınan kararlara uymaması, BM Genel Sekreterinin ismiyle anılan Annan Planı çerçevesinde yapılan referanduma “evet” dememesine karşın Avrupa Birliği’ne üye yapılması, Kıbrıs Türkü’nün ise adeta mahkûm edilmesi gelecekte KKTC’nin tarihsel misyonunun artık bitmiş olduğunu da göstermektedir. AB üyesi GKR Kesimi ve Yunanistan’ın kartları açıktır “Garantiler Kalkmalı, Türk İşgali Sona Ermeli”dir. Böyle bir durum Kıbrıs’ta geçerli olabilir mi? Mümkün değil. Bu durumda kim ne söylerse söylesin bundan sonraki hedef ‘Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Çünkü Kıbrıs’ta 46 yıldır, kendisini ispatlamış, Kıbrıs Türkü ve onun her vesileyle ayakta tutmaya çalıştığı egemen ve bağımsız bir devlet bulunmaktadır, sevgili okurlar. Kıbrıs Türk halkı Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözünün gösterdiği istikametinde hareket etmek zorundadır. Hele ki, 44 gün süren ve Ermenistan’ın kesin yenilgisiyle taçlandırılan Karabağ Harekâtından sonra Türkiye’nin ve KKTC’nin dostları ve kardeşleri tarafından da diplomatik olarak tanınmasını sağlamak amacıyla başta kamu diplomasisi olmak üzere diplomasi çarklarının döndürülmesine başlanılması Kıbrıs Türkü’nün de önünü açacaktır. İşte bu nedenle, KKTC’nin ‘Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne evrilmesi behemehâl sağlanmalıdır. Bozkurt Lotus Davasında durum üstünlüğünü ele alan merhum Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un aktif yaklaşımıyla bu meseleye bakılmalıdır. Şimdi sıra ben böyle yaptım, sen savunmanı güçlendir. Evet Sevgili Okurlar, artık bundan sonra bırakalım da biraz da onlar düşünsün.
Dipnotlar
(1) Kendi kaderini tayin hakkı, Türkiye’de bir galat-ı sahih olarak “self-determinasyon” şeklinde yanlış olarak kullanılmaktadır. Doğrusu illa İngilizce olarak ifade edilecekse, İngilizce terminoloji ve okunuşuna uygun olarak ‘self determineyşın’ (self-determination) biçiminde iki sözcük olarak ifade edilmesidir. Kendi kaderini tayin hakkı, self-determinasyon biçiminde dillendirilmesi, başı İngilizce sonu Fransızca okunması ise çok büyük yanlıştır. Türkçeye giren yabancı sözcüklerin Fransızca okunma alışkanlığı ile bu diplomatik terim “oto-determinasyon” biçiminde literatüre sokulabilir.
(2)Https://Www.Aa.Com.Tr/Tr/Dunya/Kibris-Turk-Federe-Devletinin-Kurulusunun-45inci-Yil-Donumu-/1731635/ErişimTarihi 22.11.2020/