Davalarını, fikirlerini ve düşüncelerini uzak asırlara yansıtabilmiş insanların hayatlarına dair aylar ve yıllar o kadar da önemli olmasa gerek. Bu nedenledir ki, Durmuş Hocaoğlu’nun tarihlik bir biyografisi üzerinde fazla çalışılmamış, kendisi de bu konu üzerinde çok fazla kalem oynatmamıştır. Fikirlerini milli ve entelektüel kimlik meselesi olarak yazıya döktüğü içindir ki, özel kimliği ile ilgili bilgilerin bahsini bile açmamıştır.
Ülkemizde eşine az rastlanan bir örnektir Hocaoğlu. Hem milli olmak ve hem de entelektüel hayata damga vurmak… Çok az aydınımızda görebildiğimiz bu ayırt edici özellik onu benzerlerinden farklı kılan en takdire şayan bir niteliktir. Varoluş biçimini tarihlerle değil eserleriyle ve fikirleriyle yansıtabilmiş ender aydınlarımızdan biridir Durmuş Hocaoğlu.
1948’de Bayburt’ta doğdu. 1959 yılına kadar da Bayburt dışına çıkmadı. 58-59 yılının ikinci döneminde anne ve babasıyla birlikte Ankara’ya gitti. İlkokulu orda bitirdi. İlk defa Bayburt’un dışına çıkmıştı ve ilk defa büyük bir şehre gitmişti. Beş yüz bin nüfusu vardı o zamanlar Ankara’nın ve onun üzerinde büyük tesir bırakmıştı. İlk defa trene orda binmişti. Yıllarca kendi üzerinde kaybolmayan bir kömür kokusunun var olduğu duygusunu o kara trenlerin bilinç altında kalmış çok hoş hatırasının yansıması olarak iddia etmiştir. Hayatının memleketinde geçmiş dönemini en mutlu ve bahtiyarlık dönemi olarak belirtir ve bu mutlu dönemin 1962’de Bayburt’u terk etmesiyle sonlandığını ifade eder. 1962’de Bayburt’ta lise olmadığı için ailece İstanbul’a gelmeye karar verirler. Çıkış o çıkış. Bir daha aralıklarla memleketine gider. Kasım 1976’da dört yıllık evli iken 15 gün kalır ve bir de bundan 25 sene sonra 2.5 saatliğine memleketine uğrayabilir. Doğduğu, büyüdüğü topraklara olan özlemini Emin Damdam’a verdiği mülakatında aşağıdaki şu sözlerle ifade eder:
“47 yıldır Bayburt’un dışında ikamet ediyorum ama inanır mısınız hani derler ya “Hâtıralar eskidikçe daha canlanır” diye. Bende her geçen gün daha canlı hale gelmeye başladı. Bayburt’un sokakları, yazları gittiğimiz köydeki sayfiye evimizi, ağaçları, dağları, dereleri aklıma getirmediğim bir gün dahi olmadı. Bir zaman sonra bunlar hâtıra olmaktan çıkar. Sanki adımımı atacağım memleketimdeyim gibi hissederim. Herhalde vatan sevgisi bunun gibi bir şey.”
Bir de çocukluğunu anlatır Durmuş Hocaoğlu bu mülakatta. Masalımsı çocukluğunu…Onun anlattıklarından hem kendi dünyasını hem de yaşadığı sosyal hayatı,aile hayatını ve gelişmesinde etkili olan aile fertlerini kültür yapılarıyla birlikte tanırız. “İlk defa beş yaşında okumaya başladım. Çok yaramaz olduğum için beni mahalle mektebine göndermişlerdi. İlk defa Kur’an öğrenmeye başladım. İlk ezberlediğim sure de hiç unutmuyorum “Vettini vezzeytunidir.” Boynumda Elif ba cüzü asılıydı başımda takke. Sokakta bizi durdururlar, okuturlardı, “aferin” derlerdi. Ve hediye verirlerdi. Sonra ilk mektebe gittiğimde okuma yazmayı öğrenmiş olarak gitmiştim. Çocukluğumda okumaya aşırı bir ilgim vardı. İlk romanımı ilkokul üçüncü sınıfta okumuştum. Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü. Bunun devamını bundan dört yıl sonra Ankara’ya gittiğimde okumuştum. Bayburt’ta yoktu. Yalnız kitabın sonunda yazıyordu: “Üzülmeyin bozkurtlar dirilecek.” Bozkurtlar öldüğü zaman ağlamıştım. Eniştemle Ulus’a gittik. Orada şimdiki gibi büyük binalar yoktu. Daha mütevazı tek katlı dükkânlar falan vardı. Orada bir kitapçı dükkânına girdik ben hemen sordum: “Bozkurtlar Diriliyor var mı?” “Var.” dedi, hemen çıkarttı. Eve gelirken otobüsün arkasında hemen üstündeki lâstiği çıkarttım. Ambalaj kâğıdını açtım ve yolda okumaya başladım. Bu kadar okuma aşkının olması okuyan bir ailemin olmasındandı. Babam bir öğretmendi ama ilk eğitimini medrese eğitimi olan babasından almıştı. İki dili vardı Fransızca ve Arapça biliyordu. Fransızcası daha iyiydi. Roman gördüğü zaman roman okurdu. İki bin civarında kitabımız vardı memlekette. Dedemden kalma kitaplar vardı. Dedem medrese hocasıydı ve T.C. devletinin 1920 senesinde çıkarmış olduğu kanunla kendisine “Prof.” payesi verilmişti. 50 lira da maaş verilmiş ama rahmetli “İlim parayla olmaz.” diyerek parayı iade etmek istemiş Kaymakamlık kabul etmeyince o da maaşı her aldığında tasadduk etmiş, sadaka olarak vermiş. Bayburt’un işgali sırasında dedem “Kitaplar kâfir ordusunun eline geçmesin.” diye gece vakti deriye falan sararak köyün girişindeki mezarlığın girişine gömmüş. Daha sonra gece olduğu için nereye gömdüğünü bulamamışlar. İşte bu şekilde kütüphanesinin büyük kısmını kaybetmiş. Geri kalanın bir kısmını hediye etmiş. Bende ise dedemden kalma bir iki raf kitap vardır. Birkaç kelâm kitabı var, fıkıh kitabı var bir tane kamus var. Böyle bir ailenin çocuğuyum. Herkes akşam kahveye giderdi benim babam evde kitap okurdu. Daha sonra kitap yazardı. Babam ilk kitabını 1958-59 yıllarında kaleme aldı. İlk ve orta okullara din kitabı yazdı. Ermeni meselesinde kaynak kabul edilen kitapların başında Ermenilerin yapmış olduğu soykırımı anlatan kitabı gelir. Böyle bir aileden gelmek tabiî ki farklı oluyor. Muhteşem bir aile ortamında büyüdüm. Sevgili babaanneciğimin bir numaralı gözdesi bendim. O vefat ettiğinde ben sekiz buçuk yaşındaydım. On bir çocuğundan tek hayatta kalan benim babamdı. Yüreği kavrulmuş bir anne. Oğlunun da dokuz çocuğundan beşi vefat etmiş. Ben en sonuncusuydum. Düşünebiliyor musunuz artık benim üzerime nasıl titreyeceğini. Tabiî bende bir çocuk olarak bu sevgiyi sonuna kadar istismar etmekte hiçbir mahzur görmezdim. Babam için annesi ve halası (babamın halası) o evin iki kraliçesiydi. Onların söyledikleri hiçbir itirazla karşılaşmazdı. Benim istediğim olmadığı zaman direk babaanneme giderdim, benim istediğim mutlaka, illâki yapılırdı. Böyle bir ortamda evde namaz kılmayan kimse yok, oruç tutmayan kimse yok abartılı olmayan halis bir Türk Müslümanlığı vardı. Şimdiki gibi baş örtüsüne sıkışmış şeklen var ama içi çürümüş bir Müslümanlık değil. Saf temiz bir Müslümanlık. Ve inanılmaz bir vatan sevgisi. Bu kavramları bilmiyor adamlar, ancak yaşıyorlar. Biz Bayburt’ta otururduk ama yazları köye giderdik. Oradaki evimiz çok daha güzeldi. Zamanına göre çok ileri görüşle yapılmıştı. Çok büyük salonu vardı. Salonda iki büyük tablo dururdu. İki adam. Bana bunları “dedemiz” diye tanıtırlardı. Ben de bunları “dedelerim” diye severdim. Birisinin başı açık saçları dökülmüş diğerinin başında güzel bir sarık. Sağ tarafından aşağıya sarkmış siyah sakallarından çok dinç olduğu belli olan kartal bakışlı haşin bir adam. Daha sonra öğrendim ki birincisi benim Ali dedem biraz önce bahsettiğim… Diğeri Fatih Sultan Mehmet Han (Allah her ikisinin de mekânını cennet eylesin) ve bundan dolayı Fatih Sultan Mehmet’e bir kan bağı varmış gibi hususi bir alaka duyarım. Bu bendeki saf ve temiz milliyetçiliğin de kaynağını da oluşturur. Milliyetçilik ne demek bilmezlerdi ama hakiki milliyetçilerdi. Bu şekilde yüksek ideallerle dolu bir aile içerisinde yetiştim. Ben daha ilk okuldaydım ama orta mektep tarihini okurdum. Tarihe çok düşkündüm. Orta okula gittiğimde ise lise tarihini okurdum. Orta okulda babamın lise tarihini okuyordum ki altı yüz sayfa falandır. Üniversitelerde okutulduğunu falan sanmıyorum. 13 yaşında bir köyde misafir kaldım okuduğum birkaç romanı hatırlıyorum. Bunlardan biri Reşat Nuri Güntekin’in “Bir Kadın Düşmanı”’ydı. 13 yaşındaydım. Lise yıllarına geldiğim zaman üç yüz civarında kitap okudum. O zamanlar arkadaşlarla yüzmeye falan giderdik, benim koltuğum altında mutlaka kitap olurdu.”
Özellikle babası için söylediği şu birkaç cümle hayatının manevi yapısındaki etkinliğini daha berrak bir şekilde yansıtmaktadır.
“Babamı maddi ve manevi dünyamın mimarı olarak kabul etmişimdir. Ama fikir anlamında bir tesiri olduğu kanısında değilim. Benim ruh haletimi şekillendirdi. Benim kökleri bu toprağa bağlı yalnız hür tefekkür edebilen halis Türk Müslümanı olmamı sağlayacak ortamı oluşturdu.”
Bu cümleler, onun çocukluk ve ilk gençlik yıllarına ait samimi, samimi olduğu kadar da yaşadıklarından büyük mutluluk duyan, geçmişini özlemle yad eden bir fikir adamının cümleleridir. En önemlisi de Hocaoğlu’nun hangi kökler üzerinde gelişip büyüdüğünün cezb edici ifadeleridir.Okumanın tek başına bir insanı entelektüel bir seviyeye getiremeyeceğini bildiğinden olsa gerek üniversite yıllarında araştırmaya ve araştırdıklarını yazmaya koyulmuştur.
1974 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bitirdikten sonra onun fikir dünyasındaki varlığı, düşünceleri, idealleri ve inançları yazıyla buluşmuş, bu topraklarla ve bu topraklar üzerinde yaşayan milletle tanışmıştır. Mühendislikten fizik, fizikten felsefenin bir çok dalında yorucu ve yıpratıcı bir çalışmaya girişen Hocaoğlu özellikle Fizik Felsefesi, Bilim Felsefesi, Tarih ve Siyaset Felsefesi sahalarında inancıyla paralel yoğun bir mesai harcayarak entelektüel eserler ortaya koymuştur. İTÜ’den mezun olduğu yıl: “Neden mühendis oldum? Oysa ben dünyayı, toplumu ve insanı anlamak istiyordum” derken iddialı ve inançlı bir hayatın başlangıç haberini veriyordu o yıllarda. Aynı zamanda da kalkınmanın bir mühendislik meselesi olmadığı fikrini kafasında iyice tahlil ettiğinin işaretini vermişti. Zaten bütün hayatını idealistçe yaşamış bir aydının hangi tarihlerde ne yaptığından çok, fikir hayatında nasıl bir çığır açtığı önemlidir. Davasını anlatmaktan dünyasını anlatmaya zaman dahi bulamamıştır.
Hocaoğlu’nun ilk yazısı 1982’de 34 yaşındayken çıkar. Bu yazısı o zamanlar iki sayfa olarak çıkan “Millet” gazetesinde yayınlanır. Ondan sonra uzun bir ara verir yazılarına. Ta ki 1989 yılına kadar. Yine bir gazetede yazar. Romalıların iktisat tarihi üzerine bir değerlendirme yazısı kaleme alır. Hayli uzun bir yazıdır. Sonradan bu yazıyı daha basite indirger. “Benim için o yazı benim ilk yazımdır.” diye ifade eder.
Kendisinden değil ama Mehmet Önder Karacaoğlu’nun “Gerçek Bir Alim Portresi” başlıklı yazısından hocası Hocaoğlu hakkındaki ilk tanışma gözlemlerini okurken bir büyük ırmağın hangi koridorlardan, kampüslerden ve dershanelerden geçerek akılları beslediğini daha iyi anlıyoruz.
“Zihnimde üniversite yıllarım yeniden canlandı. Durmuş HOCAOĞLU’nun dersimize girecek olmasının verdiği heyecanla koridorda bekleşiyorduk. Daha önce yüzünü hiç görmemiştik. Bülten (1) aracılığıyla yazılarını okuyor, Devletçilik Bumerangı (2) adlı kitabını başucumuzdan ayırmıyorduk. Büyük insandı hoca. Tahayyülümüzde bir efsaneydi. Biraz da korku vardı içimizde, hocanın bize kök söktüreceği düşüncesindeydik. Öyle de oldu ama bundan hiç şikayet etmedik. Hasılı koridorda bekleyişimiz sürerken Anadolu’nun tüm vasıflarını kendinde toplayan bir adam çıkageldi. Bir omzunda bilgisayarı, öbür elinde başka bir çanta. Bilgisayarı taşıdığı omzu biraz çökmüş, yüzünde mütebessim bir tavır. İki yanındaki iki çantanın ağırlığından ziyade, milletinin derdi, yükü var bedeninde. Beklediğimiz gibi devasa bir insan değil, tahayyülümüz sınıfta kalıyor. Ama devasa bir yürek geliyor, koridorda bir saygı rüzgârı esiyor. Gayri ihtiyari herkes kendine çeki düzen veriyor. İki yorgun göz, bizleri süzüp dersliğe doğru yol alıyor.”
VEDA:
O büyük düşünce adamı bizlere ve dünyaya aslında 7 Şubat 2009 da Yeniçağ gazetesinde veda etmişti. Aşağıdaki “Veda” başlıklı yazsısını okurken beynimizden bir şeylerin de boşaldığını fark ediyoruz. Bir aydının aylar öncesinden içinde yaşadığı “Veda” fırtınasını nasıl sezdiğini yüreğimizi burkan, zihnimizi bulandıran, benliğimizin adeta kıskaca alındığını hissettiren vurgularla yüzümüze vura vura anlatması manidar değil midir? Bu ön seziş onunla onu takip edenler arasında var olan ve kendisinin de yıllarca ve defaten belirterek kapatılmasını istediği alimlik ve ariflik mesafesinin uçurumlarını görmekten başka bir şey değildir.
“Her buluşma sevinçtir, her ayrılık hüzün; ancak, ne var ki, bu âlem-i şuhûdun vâzıı kanunu tarafından vaz’ edilen, değişmeyen kanunu böyle: Bu gök kubbe altında ezeliyyet muhâl olduğu gibi, ebediyyet dahi muhâldir; herşeyin bir bidâyeti vardır, bir de nihâyeti; her başlayan biter, her doğan ölür. Bu dünya hayâtımız dahi öyledir: Bu fenâ âlemine geliriz, yaşarız, ölürüz ve asıl vatanımıza avdet eder, beka âlemine geri döneriz – aslında inancım kat’iyyetle odur ki beka âlemine, yâni “âhiret”e geri dönmek diye birşey yok; bu fikri kabûle şâyân addetmiyorum, çünki esâsen “bu-dünya”ya hiç gelmedik, çünki hep oradayız, hiç yerimizden kımıldamadık; sâdece bu-dünya’nın içinde imişçesine hissediyoruz, öylesine kuvvetle hissediyoruz ki “bu-dünya”da yaşamakta olduğumuzdan şüphe duymuyoruz. Hâlbuki yok öyle birşey; burada yaşamakta olduğumuz sâdece bir zandan, bir sûi tefehhümden ibâret, hepsi bu kadar; hepsi bu kadar olduğu için de aslında ölüm diye bir şey de yok, sâdece derin bir rü’yâdan uyanış var.
Bu dünya hayatımız bitimlidir demiştik, ama bu-dünya’nın kendisi dahi öyledir; bir gün gelecek, nasıl ki hiçlikten çıktı ise, yine hiçlikte yok olacaktır; yok olmayacak olan sâdece bizleriz, yok olmayacağız, çünki, likaullah ile birlikte ayrılıklar bitecek ve varlığımız O’nun varlığının potasında eriyecektir.
Evet, artık ayrılık vakti geldi; yavaş-yavaş toparlanayım.
İlk yazıma “Merhaba dostlar; tanıyana da merhaba, tanımayana da merhaba; ben geldim. Esâsen, rû be rû tanışıyor olsak da olmasak da aynı yolun yolcusu, aynı kulvarın yarışçısıyız; o sebeple hiç yabancılık çekmeden gönülden ve sıcak bir merhaba!” diyerek başlamıştım; galiba, en iyisi aynı şekilde ayrılmak:
Allaha ısmarladık dostlar, gönülden ve sıcak bir Allaha ısmarladık; vakit hitâma erdi, daha fazla durulmaz gayri, yolcu yolunda gerek diyor ve işbu yediyüzotuzyedinci yazım ile birlikte köşemin üzerine perdeyi indirirken, sizlerden helâllik diliyorum.
Hakkınızı helâl ediniz; Allah sizinle olsun.”
Kaynaklar:
1.Konuşma ve Düşünme Bir ve Aynı Şeydir; ‘Türkiyeliler’ Müstesnâ!, Durmuş Hocaoğlu, WEBANALİZ / 01.09.2010
2. 2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir (Mülakat), Durmuş Hocaoğlu, 2023-İkibinyirmiüç Dergisi / Sayı: 101, 15 Eylül 2009
3. Başbakan ve Hükûmet Türkiye’yi Nereye Götürüyor?, Durmuş Hocaoğlu, WEBANALİZ / 22.08.2009 Cumartesi
4. Türkler Vatanlarına Sâhip Çıkamıyor!, Durmuş Hocaoğlu, Yeniçağ Gazetesi / 19.01.2009 Pazartesi
5. Ulus-Devletlerin Krizi ve Geleceği: I, Durmuş Hocaoğlu, Ekopolitik Gündem Dergisi / 12.07.2007
6. Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye ve Milliyetçiliğin ve Ulus-Devlet’in Krizi I, II, Durmuş Hocaoğlu, WEBANALİZ / 10.06.2009 Çarşamba
7. Hangisi Hakkın ve Hakîkatin Sesi; Rahmânî Olan Hangisi, Şeytânî Olan Hangisi?, Durmuş Hocaoğlu, WEBANALİZ / 20.08.2009 Perşembe