Yılbaşı akşamlarında haber programları ya da çeşitli diğer programlarda bir yılın önemli olayları değerlendirilir, seyirciye yeni bir yıla girmeden önce öğrenilmiş dersin adeta tekrarı yaptırılırdı. O yıl ölen ünlüler, önemli olaylar, kedere boğan kazalar, şehit haberleri, gündemi meşgul eden hemen her şey on dakikaya sığdırılır ve yeni bir yıla sanki bir kapı eşiğinden geçer gibi girilirdi. Bir gün öncesi her zaman eskidir ama hiçbir önceki gün yeni yıla girdikten hemen sonra 31 Aralık kadar eski değildir sanki. Bana ise hep şöyle gelirdi; hiçbir yıl, üzerinden uzunca bir zaman geçmeden değerlendirilemez. Hele bir yıl, yılın son günü hiç değerlendirilemez. Çünkü ona hala çok yakınız ve hala uzaklaşmadık ondan. Tanımak, tanımlamak için mesafe katetmek, ayrıntıları çözümleyebilmek, bütünü görebilmek için uzaklaşmak gerekir. Yıllar, hayatlar da bu minval üzere uzaklaşmadan uzlaşılabilecek şeyler değil.
Mesih dizisi üzerine yazmaya neden yılbaşı metaforuyla başladığımı anlamışsınızdır. Çünkü diziyi, 2020 Yılı hadiseleriyle birlikte ele alacağım ve bu da erken bir yılbaşı yorumculuğu olacak.
Aslında 25-26 Aralık tarihinde dünyaya geldiği bilinen Hz. İsa’nın doğumundansa ölümü, yahut göğe çekilişi daha önemlidir. Doğumundansa ölümü çok daha fazla mecaz ve tuhaflık barındırır çünkü. İslam düşüncesine göre Hz. İsa ölmüş kabul edilir ve esasında İslam’ın özünde Mehdilik ve Mesihlik gibi inançların bulunmadığı da bilinir. Bu kavramlar bazen mecaz ve mesel olarak yorumlanırken bazen de rivayet usulü gereği apokaliptik olumsuzlukların olumluluğu ile yorumlanırlar. Elde var; hep kıyamet işleri ve öncesinde her dinin kendi lehine olacağını bildirdikleri son yok oluştan önce, son iyi ve son zafer…
Kelâmî tartışmalara girip malumun ilamı ile sayfa doldurmamak ve okuyucuyu yormamak adına, 2019 Yılı’nın tartışmalı bir yapımı olan Mesih dizisinin verdiği mesaj üzerine yoğunlaşmak istiyorum. Bunu yaparken, bir subliminal şifre çözücülüğe veya sinema eleştirmenliğine girişmeden Mesih dizisini yorumlamak, daha önce dizi hakkında yazılmış analizlerin tekrarından kaçınarak belki gözden kaçırılmış en mühim mevzuya dikkat çekmek istiyorum.
Her Bölümü, İncil’den bir ayet ile başlayan dizi, Mesih’ten, Mesihlikten, Hristiyan öğretisinden hatta dinlerden başka hemen her şeye vurgu yapıyor. Müslüman bir aktivist tarzında karşımıza çıkan Mesih, Şam’dan İsrail’e, oradan da Amerika’ya uzanan yolculuğunda takipçileriyle birlikte yol alır. Takipçileriyle evet, çünkü bir sosyal medya hesabından da bu yolculuk meraklı takipçilere sürekli servis edilir. Kendisinin Mesih olduğunu hiç iddia etmeyen şahıs, ilk olarak Şam’da, bir kum fırtınası ile görülür ki bu da gerçekleşen bir kehanettir. Müslümanları uyararak radikal terör örgütünün mağlup olacağını bildirir. Söylediği gerçekleşir de. Bu olaydan sonra popülerlik kazanan şahıs için yürüyüş yapan bir grup, onun için tezahürat ve sloganlar yağdırırken el-Mesih diye bağırırlar. Sonrasında mültecilerin hakkı için yollara düşen Mesih namlı şahıs, sürekli Hz. İsa’dan alıntılarla nasihatlerde bulunur ve oldukça az konuşarak gizemli bir imaj yansıtır. Tabi bu arada Amerika ve İsrail devletlerinin de tepkisini üzerine çeker. Onlardan korunmaya çalışmayan, amiyane tabirle eyvallahı olmayan Mesih, Amerikalı bir kasaba papazının yoldaşlığı ile sessiz bir agrasyonlar silsilesi gerçekleştirir. Böylece devam eden dizi her anlamda muallakta kalan bir sonla biter. Mesih kimdir? Gerçekte Mesih mi yoksa bir yalancı mıdır? Yahut bir performans sanatçısı bir sihirbaz mıdır? Bu sorular asla cevap bulmaz çünkü bu sorular dizinin ana konusu değildir. Bu yazının başlığı, “Hepimiz ölmeyeceğiz.” Mesih Dizisi’nin 6. Bölümü’nün de başlığıdır ki, bu duyuru (Korintliler 15:51-52) İncil’den bir ayettir.
Ölüm burada birçok anlama karşılık gelen bir gerçekliktir. Çünkü Mesih’in peşinden giden yığınlar, onu televizyon ve sosyal medya aracılığı ile takip edenler aslında konunun kendisidir. Manevi ihtiyaçların artık karşılanamadığı dünyada, tükenmişliğin, yorgunluğun vücutları bir olağanüstülük beklemekte, bir maceraya atılmak istemektedirler. Herkes Alice’in tavşan deliğini gözlemekte, huzura açılacak kara delik düşleri kurmaktadır. Küçülen dünyanın gizemi kaybolmuş, büyüsü bozulmuş, keşfedilecek hiçbir şey kalmamış gibi bir çaresizlik belirtisi vardır. Sanki modern dünya bir Lazarus’tur ve diriltici bir ses beklemektedir. İşte burada bu dizi, beni, Mesih’ten daha çok Mesih’i bekleyenlerin durumunu anlamaya çalışmaya itti.
Materyalizmin her şeye nüfuz ettiği bir zamanda inanma ihtiyacı, bir faydacı refleks olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü insan en nihayetinde hep mutluluğu arzuluyor. Mutluluk değerlidir, hatta Spinoza’ya göre erdemin kendisidir. Dinlerin de insan mutluluğunu hedeflediğini düşünürsek bu ihtiyaç yabana atılacak son şeydir. Mutluluğu anlık eğlencelerle bir tutmadan belki mutmain olmuş nefis ve huzur olarak algılarsak hakikatte insan, bedensel ihtiyaçlarının yanında ruhsal ihtiyaçlarının da doyurulması gereken bir varlıktır. Günümüz insanı için diyebiliriz ki tanrı şehir, tanrı iş, tanrı toplum karşısında bir Lulu Amelu hükmündedir. Bireyin her bakımdan alçaldığı, onu “Ben insanım!” diye yalvartan bir başka çağ olmamıştır. Küresel güçlerin planları ve mücadeleleri topraklar, kaynaklar için dönerken, insanlar dalga dalga yer değiştirmekte ve hatıralarını arkalarında bırakarak, aidiyetlerini kaybetmektedirler. Bu bir hiçleşmedir, ölmektir. Böylesi bir ölüm, insan için en çok rastlanan ve en az umursanan şey haline gelmektedir. İşte bu durumda, insanı avutacak hemen her şey sanki eskimiş, artık yetmeyen bir tekrar halini almıştır. Artık dinlerin eski motivasyon gücü bitmiş, hareket ettiren ya da durduran gücü yitirilmiş, yeni bir din dili, yeni bir motivasyon ihtiyacına yerini bırakmıştır. Bu, dinin özünde bulunan eksiklikten değil, eskiyen söylevin olumsuzluğundan doğmuştur. İşte herkesin, inancı bir tür eski kafalılığın dışa vurumu olarak gördüğü zamanda, olağanüstü işlerle adından bahsettiren Mesih namlı şahıs, herkesin içindeki inanma ihtiyacını ve manevi ihtiyaçlarının açlığını ortaya çıkarır. “Allah’la ilgili varsayımlarınızı bırakmanızı söylemek için buradayım. Bildiğinizi sandığınız şeylere tutunmayı bırakın. Şu saatte insanlık dümensiz bir teknedir. Bana tutunun.”pasajıyla sanki son vapurun sirenini çalar. Tabi sonuç, dizinin niyetinden kendimizi bihaber sayarak yorumlanamaz. Çünkü hayal kırıklığı, nihai olan histir. Kanser hastası çocuğunu şifa bulsun diye Mesih’le görüştüren anne, çocuğunu kaybeder. Mesih, ortadan kaybolur ve herkes, doyurulmamış açlığı ile geriye döner. Onlara bir vaatte bulunmayan Mesih, herkesi kendi Mesih’ine terk eder adeta.
“Almaya geldiyseniz fakir gideceksiniz. Anlamaya geldiyseniz kaybolup gideceksiniz. Anlamış olanlar için, almış olanlar için vakit geldi.”
“Kapıda duruyorum. Ve sizlere bakıyorum. Sizler de bana. Ama sadece gördüğümü yansıtabilirim.”
pasajlarıyla herkesi, bu olanların yorumuyla yetinebileceği bir durumda bırakır.
Erken Yılbaşı ve “Bu Yıl Neler Oldu?” Günlüğü
2020 Yılı’nın ilk aylarında Çin’in Wuhan eyaletinde ortaya çıkan korona virüs olarak bilinen salgın hastalık, bütün dünyada hızla yayıldı ve küresel bir tehdit haline geldi. Medya yoluyla salgın pandemisiyle birlikte bir korku pandemisinin de başladığı aylar yaşadık, yaşıyoruz. Daha ne kadar süreceği ya da ne zaman biteceği belirsiz olan tedbirler günlüğünde, her gün ölenler, iyileşenler, hastalığa yakalananlar, test sayıları ve tedavi yöntemleri paylaşılıyor. Tüm dünyada haberler ilk kez tek bir konu üzerinde korku hali ile birleşiyor. Karantina, bir bölge için değil insanlık için uygulanıyor adeta. Diğer hastalıkların bile askıya alındığı günlere şahitlik ediyoruz. Pandemi ile pandemonium tutulmasına erişiyoruz.
Foucault’un hapishanesi ve hastanesi yeniden gündeme geliyor. Karantina doğuyor. Dokununca yanacağımız ve diskalifiye olacağımız bir duyuların felaketi histerisi yaşıyoruz. Birbirimizden kaçıyor, duyuların hafızasını ve hatırasını kaybediyoruz. Durmanın, hareket etmekten daha fazla emek istediği günleri hepimiz sabırla geçiriyoruz. Cenaze merasimleri, hasta ziyaretleri gibi dinsel ve geleneksel vazifelerimizin de askıya alındığını görüyoruz. Virüsle mücadele edilirken insani değerlerin önceliksizliğini fark ediyoruz. Bu da herkesi daha karamsar yapıyor ve anlamı yeniden aramaya itiyor. İnsan, bu çabuk ölümler karşısında, worldometer sayılarından ibaret olmadığını bilmek istiyor. Her ölüm yaşayanın, geride kalanın meselesidir. Küresel salgın ölümleri ise küresel bir geride bırakılma meselesi haline geliyor.
Mesih dizisini bu karanlık günlerin ışığında bu ihtiyacın hatırlatılması olarak yorumluyorum. Savaşlar oluyor, insanlar ölüyor. Salgınlar artıyor ve insanlar ölüyor. İşte burada Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı kavramı yeniden anlam buluyor. Evet, aslolan iyiliktir ve iyilik her zaman daha derindir. Kötülük ise yüzeysel olmakla beraber hızlıdır. Bu da onu daha tehlikeli ve manidar kılıyor. Karşısında sahipsiz kalan insan, ölümlülüğüne rağmen ölüme yönelik bir avuntu arıyor. Ve orada bir olağanüstülük sergileyen olursa ona, annesi odaya giren çocuğun ruh haliyle yöneliyor. Dünün yorgunluğu, bugünün imkânsızlığı ve yarının belirsizliği karşısında etrafında ona bir son fikri aşılamayan nesne görmek istiyor.
Evrenin, dağılma ilkesi üzerine kurulu olduğunu biliyoruz. Bu aynı zamanda bozuluş da demektir. Bozuluşun ve yok oluşun hızlandığı bugünlerde, insanlığın anlam arayışına çare olacak, görmeyi arzuladığı nesneyi ona sunacak yeni bir din dili mümkün müdür? Bunun cevabı da bir başka yazının konusu olacaktır.
[i]Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe Bölümü