Anlamada, mevcut tecrübe birikimi üzerinden anlamlandırma yapışımız bir vâkıâ. İster istemez o tecrübeye tâbî olacağız. Ancak, anlamlandırma ve “yeni anlam”ın doğumu, bir “yeni icat”, bir tür “yaratma” niteliği de taşır. Malzeme ve teşbihlerimizi birikimlerimizden alır, anlamlandırma istikametini ihtiyaç ve acizliklerimizi bertaraf etme adına belirleriz. Yani anlama esnasında konunun bir yüzü geçmişe bakar gibi görünse de, o birikime şimdideki belirleyici saikler üzerinden bakarız.
Aslında buradaki “tarih”, “yeni bir tarih”tir.
…
Selefîlik denen sefâlete değinmek niyetiyle oturdum bilgisayarın başına; ama söze gene “anlama”dan girdim!
Çünki “anlama” her konuda ilk adım!
Nasıl bir inatla anlamama iradesidir o bilmiyorum.
Yüzyıllardır iman hayatımızın içini çürüten, tefekkürü dünyamıza zehreden bu çarpıklık nasıl ayakta kalabiliyor?
Hiç mi anlama çabasına girmiyor bu insanlar? Anlamadaki “yeniden inşâ” karakteri, hangi konuya eğilirseniz eğilin, kaçınabileceğiniz bir şey değil.
İllâ “selef” diyenlerdensek, onların bizce değerli tutum ve kararlarında “anlama” yoktu mu diyoruz? Onların değeri anlamaları değilse, hangi meziyetlerinden ileri geliyordu? İman ise de “itminan” yani tatmin oluş, yani ikna ve açıklamadaki tamlık görülemez mi?
Kendimize dönersek…
Selefin, yani eskilerin yolunda olmak, anlamadan mı gerçekleşecek!?
Anlama olmayan yerde hangi “yol”un sürdürülmesi mümkün? Eğer anlayarak ve ihtiyaca cevap bulma adına yürüyeceksek de o anlamayla beraber selefin bıraktığı yerde durmak nasıl mümkün olacak?
Biz nasıl battık bu çukura?
Her görüş bir çıkmaz sokakta debeleniyor.
Her görüş diyorum, zira hepimizin bağlı olduğumuz kendimize has seleflerimiz var. Hepimiz, Türkçüsünden İslamcısına, solcusundan liberaline bir takım selefler adına birer geçmiş zaman konjonktürünün ürünü kalıpların kavgasındayız. Hepimiz de doğal olarak “zaman kaçkını” donukluğunda, problemlerimizin sebebi olarak “karşı cenahları” görüyoruz. Şimdinin ihtiyaç ve imkanlarından bakarak, yeniden bir durum muhakemesine muhtaç oluşumuza uyanamıyoruz.
Selefîlik sadece dinî alana has değil yani.
Kemalistler de selefî, Türkçüler de, ehl-i tarik de… Fikri zikre boğduran, yani eskilerin söz ve yöntemlerini tekrardan öteye geçmeyen dervişlerimiz de bu hastalıktan hiç mi hiç muaf değil…
Anlamada teşbih ve nisbet kurmalar etkindir. Hangimiz yüz sene evvelindeki teşbihler sistemine ünsiyet kurabiliyoruz? Bırakın bin seneyi, binbeşyüz seneyi…
Durmadan yeniden anlamanın hükmettiği siyaset alanında bile, eskilerin savaşları, mevzi koruma ve kazanma kalıpları etrafında bir siyasi mücadele(!) gırla gidiyor. Artık ne fetih ne cihat ne tebliğ… eski konjonktürlere göre tarif edilemez. Bu kavramlardan vaz geçmeyelim diyorsak, taa kökten bir tefekkür cehdiyle bir daha ve önce kendimiz anlamalı, sonra da bu güncel anlama etrafında topluma seslenmeli değil miyiz?
Tamamen “eskilerin hikayeleri” nitelikli menkabe ve teşbihler! Artık hayatımızda ne tarım ne at ve koyun temelli hayvancılık ne deve kültürü teşbihleri var. Çocuklarımız o teşbihleri katiyen kendi zeminlerinde bilebilme şansına sahip değiller… Bizim hatırımız için bizim ezberlerimizi taklit ediyor görünseler bile, bakın çoğunluğun sahici yönelişleri ne taraflara… Eğer onların şartlarına kayıtsızlıkta devam edersek, bedenleri bizim olan bu evlatların zihinleri ve ruhları katiyen bizim olmayacak. Fiilen durum zaten oraya gelmiş durumdadır da, hadi hâlâ şansımız olduğu var sayımıyla teselli bulalım.
Kim şimdinin gerçek üretimi fikirler ve yöntemlerle şimdinin ihtiyaçlarına cevap üretiyorsa “galip” de o!
Bugün Fehmi Koru’nun bir mülakatına bakarken fevkalâde üzüldüm. Buyurun biraz da siz üzülün:
“…
– Saldırıya uğramanıza vesile olan yazınızdan hemen alıntılayalım: “İslam diye diye İslam elden gidiyor” dediniz.
Mesele Türkiye ile sınırlı değil, İslam coğrafyasının tamamında iyi şeyler olmuyor. Avrupa’yı kasıp kavuran mülteci dalgası önce sadece Suriye kaynaklı zannedildi. Yunanistan kamplarına ya da Almanya sınırına ulaşanlara bakıldığında görüldü ki sadece Suriye değil, tüm İslam coğrafyasından gelenler var. Ve gidenler arasında daha önce hiç yaşanmamış bir olayın gerçekleştiği ortaya çıktı: İlhad yani dinden çıkma. Kısa süre önceki Berlin seyahatimde İslam ve Müslüman karşıtı havanın iyice yayıldığını gözlemlemiştim. Ama Guardian ve Washington Post gibi iki önemli gazetede çıkan o haberleri okuyana dek Hıristiyanlığa geçişteki artıştan haberdar değildim. Müslüman mültecilerin kitleler halinde Hıristiyanlığı kabul ettiğini yazdılar. Bu, belirli ölçüde propaganda ya da can pazarından çıkarak vardığı Avrupa ülkesinde “mülteci” statüsünü elde etmek isteyenlerin tercihi olabilir. Ama bir gerçek var: Ne pahasına olursa olsun dinini hiçbir şeye değişmeyen insanların coğrafyasıydı burası. İlk kez böyle bir şey oluyor.
– Berlin ve Hamburg’daki kiliselerde toplu din değiştirme (vaftiz) için belediyenin yüzme havuzları kullanılmış…
Evet, yine Berlin’in kenar mahallerinden Stegltiz’deki bir kilisenin cemaati iki yılda 150’den 700’e fırlamış. Yeni gelenler Müslüman iken Hıristiyanlığa geçenlermiş. Avusturya’daki Katolik kilisesi üç ayda 300 dine kabul başvurusu almış. Bunların üzerinde ciddi biçimde düşünmek gerek.
– Yazınızda “Türkiye de İslam hakkında yayılan olumsuz imajı pekiştiren katkılarda bulunuyor” diyordunuz. Nedir o katkılar?
Hiç uzağa gitmeden ramazan münasebetiyle patlayan son tartışmaları hatırlayın. “Falanca grup İslam ahlakımızla bağdaşmıyor, onlar yok olsunlar”, “Namaz kılmayan hayvandır” vs. Bütün bunlar büyük ve köklü bir yanlışlığa işaret ediyor. Ümit Kıvanç’ın birkaç ay önce yazdıkları beni çok etkilemişti. Kendini dindar olarak tanımlayan insanların yaptığı yanlışlara bakarak hani İslamiyet insanları doğruya, adaletsiz davranmamaya sevk eden bir dindi, bu insanlar Müslüman olduklarını iddia ediyorlar da neden böyle yapıyorlar, diyerek soruyordu.
“Kaybeden siyaset değil kaybeden din”
– Türkiye’de de “İslam diye diye İslam elden gidiyor” mu?
Gidebilir. Bu, şu anda belki Türkiye’nin gündeminde büyük bir sorun değil ama eğer tedbir alınmazsa geleceğin gündemini belirleyecek bir konu. İmam hatip okullarını çoğaltmak, ibadethanelerin sayısını artırmak, kutlu doğum haftaları düzenlemek, hepsi güzel ama dinin özünün bir karakter haline dönüşmesi çok daha farklı çabaları gerektiriyor. Bu olmadan diğer yapılanların anlam kazanabilmesi mümkün değil. Neyseniz öyle olun. Siyaset yapacaksanız, siyaset yapın. Bunu hiçbir şekilde İslamiyet adına yapmayın. Siyasetin kendine göre kuralları olabilir. Siyasette belki yalan söyleyebilirsiniz. Birtakım yanlış işler yapan insanları kendi bünyenizde barındırabilirsiniz. Ama bunu bir din adına yaptığınızı iddia ederseniz kaybeden siyaset değil, kaybeden din oluyor. Aynı şey siyaset içerisine giren ama siyaset içerisinde bulunmaması gereken dini gruplar için de geçerli. İnsanlar sizin siyasilerden daha fazla dini kurallara uymanızı bekliyordu ama uymadınız. Dolayısıyla söylediklerim sadece siyasilere yönelik değil, cemaate yönelik de bir eleştiri.
…”
*
Onlar gibi olmak, onlar gibi yürümek isterler.
İsterler de, hafıza esaretiyle yeni duruma intibak edemezler büyük kısmı. Zamanın bir geçmiş hikayesine takılıp kalmışlardır.
Vakti kuşanmak şartını bilirler; öfke, evham, hayal kırıklığı damgalı hücrelerinden de çıkamazlar bir türlü…
…
Eşikteyiz! Orada ilelebet duramayız. Ya geriye o üç yüz yıllık mahkûmiyetimizi geçirdiğimiz hücreye geri döneceğiz veya atlayacağız vaktin kucağına.