Ulu şair Yunus Emre bir şiirinde “Her dem yeniden doğarız/Bizden kim usanası” demektedir. Gerçekten de aradan geçen onca zamana kadar Yunus Emre, şiirleriyle, bu şiirlerin aydınlık mesajlarıyla sürekli hatırlanıyor. Dolayısıyla her dem taze kalıyor, unutulmuyor. Bu durum sadece onun şiirinin gücüyle ilgili bir mesele değildir. Bizim ona ihtiyacımız hiç bitmiyor da ondan bu tür hatırlamaların konusu yapıyoruz. Zira onda her çağda insanoğlunun karşı karşıya kaldığı meselelere ilişkin mesajlar var. Şimdi bize düşen bu mesajları iyi anlamak ve Yunus Emre’nin söylediklerini dertlerimizin dermanı yapmaktır. Hele ki, insanın metafizikle bağının tümden koparılmak istendiği böylesi bir çağda ona ne kadar da çok muhtacız.
Durum böyle ama, biraz önce de söylediğimiz gibi Yunus Emre’yi doğru anlamak konusundaki problemleri bir türlü aşamıyoruz. Mayıs’ta Eskişehir ve Karaman’da, müteakip aylarda Aksaray’da, Kula’da yani ona sahiplenen şehirlerimizde Yunus Emre’yi anma faaliyetleri tıpkı Mevlâna konusunda olduğu gibi daha çok turizm açısından ele alınıyor. Onun düşünce dünyasına ilişkin çabalar, yeterince gösterilemiyor. Yapılan anma toplantıları, buralarda gerçekleşen konuşmalar, yayımlanan makale ve kitaplar, bize bütün bir Yunus Emre fotoğrafı sunmaktan çok uzakta duruyor. Mevlâna’nın meşhur fil tarifinde olduğu gibi her birimiz, onun bir şiirinden, bir beytinden hareketle, söz yerindeyse kendi Yunus’umuzun fotoğrafını çiziyoruz.
Bu tür parçacı yaklaşımlar, karşımıza ya şair bir Yunus çıkarıyor ya da dilci bir Yunus. Düşüncesine ilişkin değerlendirmelerde de aynı durum söz konusu..”Sevelim sevilelim” gibi birkaç beytine takılıp kalıyoruz. Bu söz hangi bağlamda niçin söylenmiş, üzerinde durmuyoruz. Kimileri ise, onun dini ve İslami kimliğini tamamen yok saymanın peşinde, onu hümanizmin, panteizmin bir sözcüsü olarak gösterme gayreti içinde oluyorlar. Yine şu veya bu tarikata mal etme yahut onu sadece akli ve zihni faaliyetlerinin bir sonucu olarak bir felsefe kurmuş bir Anadolu bilgesi olarak sunma gayretleri söz konusu oluyor. Bütün bunlar ise Yunus Emre’yi çok bilinmeyenli bir denkleme dönüştürüyor.
Oysa Yunus Emre’nin en belirgin özelliği yalınlığıdır. Onu büyük kılan sır, vahdet-i vücut gibi oldukça karmaşık bir meseleyi hemen herkesin anlayabileceği bir yalınlıkta dahası anlaşılır, uygulanabilir bir düşünce olarak sunmasıdır. Bunu anlamak için Yunus’un böylesi yoğun bir felsefenin sözcüsü olmasına rağmen neden halk kitlelerinde rağbet gördüğünü düşünmek bile yeter. Yani halkın Yunus algısı kabul edelim ki pek çok akademisyenin, aydının Yunus algısından daha sahih bir nitelik taşıyor. Çünkü halk, onu samimi bir iman sahibi, mütevazı bir derviş olarak görüyor. Kendisine İslam’ın ahlak prensiplerini sadelikle anlatan bir irfan ehli olarak değerlendiriyor. Bu yüzden halkın kafasında ve yüreğinde Yunus Emre, bir soru işaretine dönüşmüyor.
Bu durum irfani bir bakışın sonucudur elbette…Çünkü Yunus Emre’nin şairlikten, dilcilikten öte asıl kimliği budur. Onu anlama çabasına bu noktadan başlarsak meselenin çözümü oldukça kolaylaşacaktır. Tabi bu temel anlayışın yanında onu yaşadığı çağın tarihi, siyasi, kültürel ve dini şartları çerçevesinde ele almak, bilhassa din ve tasavvuf konusundaki ortadaki olumsuz örneklerden hareketle oluşan önyargılardan kurtulmak gerekiyor. Sonrasında ise onun şiirlerini bir bütün olarak okumak, yorumlamak yapılması gereken asıl iştir. Çünkü Yunus, şiirlerindedir. Onun aydınlık dünyasının şifreleri şiirleri arasında yapacağımız sabırlı bir yolculukla çözülebilecektir.
Bu cehdi gösterdiğimizde şunu göreceğiz: Maddi ve manevi felaketlerin bir yıkım asrına dönüştürdüğü 13. asır Anadolu’sundan yükselen bu ses, Yunus Emre’nin sesi, bizi önce kendimizi tanımaya, Yaratıcımızı tanımaya çağırıyor. Çünkü teorisyenler hangi faraziyeleri öne sürerlerse sürsünler, insanoğlunun temel problemi her çağda aşağı yukarı aynıdır. Yaratıcı’yı tanıma, kendini tanıma ve anlama problemidir bu…O çağda, insan Yaratıcı’sıyla bağını kopardığı dolayısıyla nefsinin esiri olduğu için o denli azgınlaştı, vurdu, kırdı, öldürdü. Birlik ve dirliğini ortadan kaldırdı. Sadece kendini düşündü. Menfaatlerini ön plana çıkardı. Bunlar için savaştı.
Oysa asıl savaş, içimizde, kendimizle olandı. Zira yüreğinde sevgi olmayan başkasını da sevemezdi. Kendisiyle ve Yaratıcısı ile barışık olmayan başkalarıyla da barışık olamazdı. Bu ise ayrılık, gayrılık, düşmanlık, kargaşa ve anarşi demekti. İşte Yunus, böylesi bir ortamda “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlam seni” diyerek hayatın her safhasında, her varlığında, her olayında Yaratıcı’yı gördü. “Sevelim sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz” diyerek yaratılmış olmaktan gayenin sevgi olduğunu söyledi ve bize kendimize gelmemiz için ölümü, ahireti hatırlattı. Bunun için insanın önce kendi inşa etmesi gerektiğini ve bunun yollarını öğretti.Sabır, tevekkül, fedakarlık, sevgi, kardeşlik gibi üzerinde sıkça durduğu kavramların her biri Yunus mektebinin dersleriydi.
Böylece o kargaşa çağında insanlar, nefislerine değil gönüllerine seslenen bu dervişin mesajını anladılar ve içselleştirdiler. Dinin ilkeleri, sadece bir bilgi değil bir amel olarak anlaşıldı. Hareketler, davranışlar ona göre tanzim edildi. İslam, yaşanan bir ahlaka dönüştü. Önce gönüllerde kurulan barış iklimi, sonra cemiyette karşılığını buldu. Selçuklu dağılmasından sonra Osmanlı’nın şahsında birlik gerçekleşti. Batıni akımların gönüllerde açtığı metafizik yaralar şifa buldu. İslam, bir kere daha asli niteliğiyle dünya ve ahiret görüşümüz haline geldi. Yine Batı’dan gelen ve Batınilik gibi onun da amacı zihinleri ifsat etmek olan felsefeler, gönüllerde bir karşılık bulamadılar.
Yunus Emre, Anadolu’ya öylesine tesir etti ki, sonraki zamanlarda ilahileriyle aynı sorunlarla boğuşan problemli insanları aydınlatmaya devam etti. Söylemi evrensel ve tevhid ilkeli olduğu için bu çağrının etki alanı Anadolu’yu da aştı ve başka coğrafyalara uzandı. Keşke, onun asıl mirasçısı olarak bizler bu evresel açılımı görebilseydik. O zaman Yunus’u şuralı mı buralı mı diye tartışmaz, onun fikir ve duygu dünyasından hareketle insanlığın önüne yeni bir yol haritası çıkarabilirdik. Evet, yapmamız gereken buydu ve her zaman da bu olmalıdır. Değilse, yanlış adresler peşinde koşmaya daha çok devam ederiz.
Yunus Emre, bizim büyük bir imkânımızdır. Bu imkânı iyi değerlendirmek durumundayız. Onun bize öğrettiği her şey, inanmanın ve bilmenin amel ve ahlakla bütünleşen bir faaliyet olmasıdır. Allah’ın davetine herkesin muhatap olduğunu söylemesidir. Samimiyettir, hesabi değil hasbi olma çabasıdır. Seviyle, anlayışla, hoşgörüyle hareket etme çabasıdır. Hakikati bütün varlıklarda ve olaylarda görebilme, gözlemleyebilme, dolayısıyla her şeyde ilahi bir mesaj okuma anlayışıdır. Düşünün ki “Benim ulu bir karıncaya nazarım vardır” diyen bir ses duyuyoruz onda. Meseleye böyle bakan biri elbette, buğday çuvalına girmiş bir karıncayı yuvasına götürmek için kilometrelerce yol teper. Yani bilgi, ahlaka ve aksiyona dönüşür. Barış, ahenk, birlik fikri bütün varlıklarla birlikte idrak edilir.
Öyleyse onun gibi “Hak’tan gelen şerbeti” içmek gerek. Şifa ondadır. Şu şerbetle “kudret denizi”nin sularına girmek, tecellilerle, varlığın hakikatiyle karşı karşıya gelmek gerek. Bunun yolunu da söylüyor Yunus…Zaten onun bir vasfı da sadece problemi tespit değil çözüm yolunu da göstermesidir. Şöyle diyor.
“Kuru idik, yaş olduk, kanatlandık kuş olduk..Birbirimize eş olduk uçtuk elhamdü lillah”
Mesele burada işte..Kuru, yani ham, yani nefsin kölesi olmaktan kurtulup, ilahi hakikati içselleştirerek yaş olmak, can bulmak…O zaman kuru iken canlanan ağaçlar gibi bizim de çiçeklerimiz açar, meyveye dönüşür. Üretici, paylaşımcı ve faydalı oluruz. Onun bir menkıbesinde dağdan düzgün odur getirme hikâyesini okurken bu meseleye düzgün hale getirmek için uğraşılan sadece odun mu yoksa bu durum sembolik bir dille insan nefsine mi tekabül ediyor? Daha iyi anlamış oluruz. Evet, Hak, bizden doğru, dosdoğru olmamızı istiyor. Ulu dergaha girmek böyle mümkün olabilecektir. Devam ediyor Yunus
“Beri gel barışalım, yad isen bilişelim.
Atımız eğerlendi eştik elhamdü lillah
Kendimizden sonra diğer insanlara uylaşmak, savaşı, barışa, düşmanlığı sevgiye, yabancılığı tanışıklığa dönüştürmek…”Dirilip pınar olma”nın yolu bu işte…Çiğliğimizi gidermek ve pişmek..”Yunus miskin çiğ idik, piştik elhamdüllilah” diyebilmek…
Yunus Emre, bize bunları öğretti ve çağrısını söylemeye de devam ediyor. Şimdi mesele can gözümüzü, can kulağımızı açmakta…Dolayısıyla Yunus’u anlamak, onunu nereli olduğu konusuna kafa yormaktan çok ötede bir mesele olarak karşımızda duruyor. Çabalarımızı, bu tür kısır tartışmalara değil onu anlamaya yöneltmeliyiz. Ondan doğan ışık o zaman bizde bir karşılık bulur. İçimiz o zaman aydınlanır.