“Evvelâ “Bismillah” de gülüm! Şimdi… Şimdi sıcak suda hafifçe haşla lahanaları. Oldu mu? Gel şimdi yanıma. Soğanlar, sarımsaklar hazır mı? Aferin sana! İnce ince kıy onları. İyi, güzel. Kızgın sıvı yağda pembeleşene kadar çevir. Ev yapımı biber salçasıyla domates salçasını ilave et, yavaş yavaş karıştır, rengi az koyulaşsın. Dalıp yakma ha! Sonra nar ekşisini, limon suyunu, tuzu, karabiberi, pul biberi, kuru naneyi ekle. Neredeyse bütün yemeklerin lezzeti bunlar, unutma kuzum! Sonra Başbaşı bulgurunu ilave et, sıcağa yakın ılık suyu da. Kapat şimdi tencerenin kapağını. Suyu çekene kadar bekle. Çekti mi? Hah, tamam! Getir lahana yapraklarını, tencereyi de koy şuraya. Haydi sarmaya başlayalım. Unutma, tencerenin altına iri lahana yapraklarını koyacaksın. Sarmaları yerleştirdikten sonra da üstüne mis gibi sızma zeytinyağı gezdireceksin. Anladın mı he kuzum?”
Yavaş yavaş, sabırla, güzel bir masalı anlatır gibi konuşur, başında bekler, ara ara kaşığı tutan eline sarılıp küçük müdahalelerde bulunurdu sevgili halası.
Onun dizinin dibinde yetişirken sadece lahana sarmasını değil, pek çok yemeği öğrenmişti. Ama ona göre en lezzetlisi lahana sarmasıydı.
Babasını, annesini hiç hatırlamıyordu. Halasının anlattığına göre heyelan felaketinde bütün akrabalarla birlikte toprak altında kalmışlar.
O zamanlar bekarmış halası. Yaşı kırka yakınmış. Feryat ederek yıkıntılar arasında gezinirken inlemesini duyunca toprağı elleriyle eşeleyip son anda kurtarmış, kendi çocuğu gibi sarıp sarmalamış, bağrına basıp yanından hiç ayırmamış biricik yeğenini. Nadide bir gül gibi özenle büyütmek gayretinde olmuş.
Hatıralarında bembeyaz saçlı, hüzünlü yüzü ile onun tek akrabası, tatlı dilli, hep kederli bakışlı, onu hep koruyan sevgili ihtiyar kadın…
Hüzünle gülümseyip düşündü: “Hayatı ondan öğrendim. Ne çok emeği var üzerimde. O emekler hep çok şefkatliydi, nasıl da zarif, ne güzeldi, sabır denizlerinin ta kendisiydi.”
Şimdi canı gibi sevdiği halasını yine hatırlayarak yaptığı, çoğunu belki bir misafir gelir diye bir tarafa ayırdığı lahana sarması pirinç kuzinenin üstünde tıkırdayan tencerede artık pişmeye yüz tutmuş, içeriyi iştah açan nefis yemek kokusu sarmıştı.
Kızı gitti gideli doğru dürüst yemek pişirmemişti. Tek canı için yemek hazırlamak yerine bir kâse çorba içmek, bir tabak salata yemek daha kolay geliyordu.
Aslında “kolay geliyor” demek bir avuntuydu onun için. Yemek yapmak için harcayacağı zamanda biraz fazla para kazanmak için çok beğenilen, el emeği, göz nuru kazakları, hırkaları, bebe yeleklerini örmek artık çok daha zevkli geliyordu.
Yılların derdini, yükünü kendisiyle beraber çeken kanepesine oturdu, iş torbasından şişlerini, güzel bir leylak rengi yün yumağını çıkardı. “Bismillah” deyip ilk ilmiği attı. Aklına kızına ilk ördüğü patikler geldi, gülümsedi. Onlar da bu renkti.
Başka ördükleri de düştü aklına, gülümsedi. Düşüncelere daldı gitti: Kocası, evlendikten sonra çok bağlanıp âşık olduğu, bakışına sevdalandığı adam inşaat ustasıydı. O yiğit adam yirmi yıl çalışıp şehrin kenarında küçük bir arsa aldıktan sonra evlenmeye karar verince bir akraba ile kapılarını çalmıştı.
Sevgili halası onu karşısına almış, hep ciddi olan yüzü daha da ciddileşmişti:
“-Bak ciğerparem, demişti. Bugüne kadar hiçbir kısmetini sana layık bulmadım, sen de beğenmedin. Ama, nazlı çiçeğim, ben iyice yaşlandım. Seni bu yaşa getirip köy yerinde korudum, kolladım. Artık gücüm tükenmek üzere. Bu adam efendi, sözünün eri, çok edepli. Senden on beş yaş büyük ama daha iyi. Kıymetini bilir. Kırkı biraz aşmış. Kimi kimseciği yok. Rahat edersin. Evlilik çağını geçirme. Ben böyle düşünürüm. Gelsin, bizde bir çay içsin. Bence bir gör, iki söz et. Ama istemezsen sen bilirsin. Ölene kadar başımın tacı, aslan kardeşimin emanetisin.”
Adam gelince güler yüzüne, sıcacık bakışlarına içi ısınmış, bir yıl süren nişanlılıkta onun usul, erkan bilen halini pek beğenmişti. O bir yıl süre içinde nişanlısı arsaya çok şirin, tek katlı bir ev yapmış, bahçesinin ön kısmına ona göre dünyanın en güzel çiçeklerini, bir sürü meyve ağacını dikmiş, arkayı da sebze için ayırmıştı.
Evliliği rüya gibiydi. İlk birkaç sene çocukları olmayınca kocası onun gözyaşlarını silip “kader, kısmet” deyip teselli etmişti.
Ama o göz yaşları bir gün beklenmedik bir şekilde sona bitivermişti: Bebeği karnında dünya yolculuğuna hazırlanmaya başlamıştı! Doğduğunda kocasının kızını ilk kucağına alınca sevinç gözyaşları içinde ona teşekkür edişi hep gözünün önündeydi.
Başka da çocukları olmamıştı.
Tam on yedi sene büyük bir mutlulukla geçmişti. Evi dünyanın en güzel evi, ön bahçe bir cennetti onun için. Arka bahçede yetiştirdikleri sebzeler hem kışa hem de yaza yetiyordu.
Ara ara gelip kendilerinde misafir olan halasına hep duacıydı, Sağken de ötelere göçtükten sonra da…
İlk taşındıkları zaman sadece kendi evlerinin olduğu mahalle küçük, bahçeli evlerle dolmuş, belediye sokakları düzenleyip güzelleştirmişti.
Zaman ne güzel bir düzen içinde hızla akıp gitmişti o çok acı, can yakıcı güne kadar. Yüzü acıyla kasıldı, gözleri doldu. Sanki hayatı çok yükseklerde, uca dağların başında bir billur kulenin tepesinde yaşıyordu da o ulu dağlar çok şiddetle sarsıntılarla yerin dibine geçerken o kuleyi de zerresine kadar tuz buz etmişti, hem de birdenbire, hiç beklemediği bir anda…
Ne zordu o anlar, nasıl da tahammül edebilmişti. Hâlâ kendine şaşıyordu. Aklını kaybetmemesinin tek sebebi, biricik yavrusu, kızıydı.
O gün akşama doğruydu. Verandada özenle hazırladığı masa, nefis yemekleri, nar ekşili leziz salatası, cevizli ekmek… Her şey ne güzeldi.
Ön bahçede güllere bakıp tek tek kokluyordu ki siyah, büyük bir arabanın kapının önünde durduğunu, içinden giyimleri yerinde olan iki yaşlı adamın indiğini görünce önce şaşırmış, sonra çok kötü bir şeyler olduğunu sezmişti.
Yüzlerinden çok üzüntülü olduğu belli olan adamlar yavaş adımlarla gelmişlerdi yanına. Ne diyeceklerini bilemeyip kederle ona bakıp yutkunmuşlar, konuşamamışlardı bir zaman. Sonra daha yaşlı olanın zorlanarak, birkaç cümle ile söylediği, kendisinin anlamak istemediği acı gerçek yaşayabileceği en büyük felâketti: Sevgili kocası inşaatın beşinci katından düşmüş, hastaneye kaldırılırken yolda vefat etmişti.
O ihtiyar adamın sözleri şimdi bile yüreğini yakıyordu. Elinde olmadan hıçkırdı, derin bir ah çekti.
Ne zor günler geçirmişti. Kızı ortaokuldaydı. Yavrucak uzun zaman kendini toparlayamamış, her gün onu büyük bir sevgi ummanında yaşatan babanın yanında olmamasını kabul etmesi hiç kolay olmamıştı.
Sevgili kocasının bir cümlesi kızına kutsal bir mirastı adeta. Her akşam saçlarını okşayıp alnına bir öpücük konduran yiğit babası hep derdi ki:
“- Benim nur tanem, gül tanem, biricik yavrum okuyacak annesi. Hem de babasının çok isteyip de olamadığı mühendis olacak, inşaat mühendisi.”
Yavaşça elinin tersiyle göz yaşlarını sildi. Farkında olmadan örgüsünü torbasının içine koydu. Ayağa kalktı. Pencereye doğru giderken kendi kendine konuştu:
“-Zavallı küçük kızım birkaç ay içinde nasıl da çocukluktan çıkıp kederle büyüdü. Acılar onu yaşlandırdı. Durmadan, neredeyse hiç dinlenmeden ders çalıştı. Babasının arzusunu yerine getirmek için ne uğraştı yavrum. Of of… Yıllar ne zorluklarla geçti. Ama neticesi güzel oluyor inşallah. Bu sene mühendis oluyor yavrum.”
Ne günlerdi o günler. O acı kaza sonucu verilen tazminat ve bağlanan emekli maaşı kızını üniversite ikinci sınıfa kadar getirmiş, para sıkıntısı çekmeye başlayınca üç hanım arkadaş örgü atölyesi kurmuşlardı. Biri pazarlamayı üstlenmişti. Diğer arkadaşıyla işçilik kendisinindi. Bütün gün evde oturup durmadan büyükler için değişik modellerde nakışlı, renk renk kazaklar, yelekler, hırkalar, şallar, bereler, eldivenler, bebekler için de pek çok güzel giysiler örüyordu.
Yavaşça perdeyi araladı, dışarı baktı. Kurşuni yağmur bulutları göğü kaplamış, sabahki neşeli güneş yerini soğuk, nemli, sisli bir havaya bırakmıştı.
Rüzgâr ön bahçede dallarda artık kış ezgilerini söyleyip güzden kalan son sarı yaprakları da kara toprağın bağrına doğru sürüklüyordu.
Başını cama dayayıp yine düşüncelerine döndü. Büyük şehirdeki köklü üniversitelerden birinde okuyan yavrusu yine derslerine çalışmıştı deli bir hırsla. Üç yıldır üst üste sınıf birincisiydi. Bu başarının neticesi pek çok öğrencinin rüyası olan güzel bir burstu. Artık yüksek lisans için gerekli olan dil kurslarına gidebilirdi.
“-Allah’ıma şükürler olsun, dedi kendi kendine. Kendi yağımızla kavrulduk ana kız, ele güne muhtaç olmadık. Çok çalıştım, çok uğraştım. Evim, bahçemizde sebze, meyve derken, ardından ustalık isteyen örgü işi. Ah ah… Artık ben de kırkı çoktan geçtim. Ama en çok sevindiğim de ördüklerimin hepsi çok beğenilmesi. Adım unutuldu. “Gül Nakışlı Hanım” oldu ismim. Müşteriler gül nakışlarımı pek sevdiler. İnşAllah bundan sonra da Rabbim bizi utandırmaz.”
Düşüncelere daldı gitti yine. Hayatının kimi güzel kimi garip kimi de kederli anlarını hatırlayıp tekrar tekrar o zamanlara geri dönünce vaktin nasıl geçtiğini fark edemedi.
Ama yaramaz çocuklar gibi oynaşan bir ışın demeti ona hızla geçen zamanı bildirip düşüncelerinden ayırdı. Sonra bulutların arasından görünüp bahçedeki çiçeklerin renklerini daha da güzelleştiren güneşi şaşırarak fark etti. Ardından yediveren gülünün dibine düşen küçücük ışın demeti şirin bir pırıltı yaydı etrafa. Sanki her taraf birden mavi ışık kesti de “ben buradayım işte. Gör beni, bak bana” diye fısıldadı.
O mavi noktaya dikkatle bakınca pırıltının sadece ışın demeti olmadığına karar verdi. Orada bir şey vardı. “Herhalde çocuklar aralarında oynarken cam bilye düşürdüler,” diye düşündü. “Gidip alayım. Toprağa bulanıp kaybolup gitmesin, yazık.”
Özene bezene ördüğü çiçekli şalını omuzlarına sarıp ön bahçeye indi. Yediveren gülünün dibindeki o pırıltının yanına gitti. Uzanıp alınca çok şaşırdı. İri fındık büyüklüğünde olan bu şey bilye gibi yusyuvarlak değildi.Ama çok daha parlaktı.
“-Allah, Allah! Bu da ne böyle, dedi kendi kendine. İğne ucu kadar dahi lekesi yok. Nasıl güzel bir renk, katışıksız, dupduru. Hiç böyle bir şey görmemiştim.”
İçeri girip o pırıltılı şeyi bir güzel yıkayıp kuruladı. Işığa tuttu. Sadece mavi ışık veren şey temiz pınar suları gibi berraktı ve neredeyse göz kamaştıracak kadar parlıyordu.
Küçük masasının üstüne el yapımı, kenarları oyalı beyaz peçetesini serdi, o mavi şeyi ortasına koydu, gülümsedi. Bir müddet onu seyretti.
Sonra dedi ki:
“-Hoş geldin mavi şey, senin adın bundan sonra Mavicik. Evimize ışıltı kattın, beni neşelendirdin. Ne güzelsin sen.”
Sonra yerken de yemekle konuştu:
“-Ne güzel oldun sen ey güzel nimet. Keşke gül tanemiz de burada olsaydı. Allah’ım şükürler olsun sana.”
Sonra örgüsüyle konuştu, sonra tekrar Mavicik ile. Sonra da kendisiyle:
“-Kuşla, çiçekle, her şeyle konuşur oldun. Aklın başında mı senin?”
Gülümsedi. Böylesi çok daha iyiydi. Boş lakırdı ile zaman geçirmektense Yaratanın yarattıkları ile kendince hasbıhal eyleyip sırlarını keşfetmek için uğraşmak, tekrar tekrar öğrenme gayretiyle, bilgiyle hemhal olmak yıllardır nasıl da hoşuna gidiyordu.
Ertesi sabah kahvaltısını yaparken Mavicik de masanın öteki ucunda yine ışıldıyordu.
Öğleye kadar bütün işlerini bitirdi. Büyük el çantasına gül desenleriyle süsleyip ördüğü beş kazağı, iki yeleği, üç de şalı yerleştirdi.
Ardından küçük kalaylı bakır tenceresinde güzel bir düğü çorbası yaptı. Şehre gidip dönene kadar hava iyice soğurdu. Sıcak çorba içini ısıtır, vücuduna dinçlik sağlardı.
Hızla hazırlanıp temiz ama yılların yükünü taşımaktan yorgun düşmüş mantosunu giydi, üstüne şalını sardı. Etrafa bir kere daha baktı, sobayı kontrol etti. Her şey tamamdı.
Ama… Ama masanın üstünde ışıldayan Mavicik sanki ona göz kırptı, dedi ki:
“-Gül Nakışlı Hanım, neden beni götürmüyorsun?”
Sonra soruna sanki yine kendi cevap verdi:
“- Elbette kuyumcuya! Ya çok değerliysem?”
Şaşırarak düşündü kadın. Yolu nasılsa Kuyumcular Hanından geçiyordu. İşlerini teslim etmeden evvel bir kuyumcuya girer, onu gösterirdi.
Mavi ışıltılı şeyi küçük para kesesinin içine koydu. Büyük çantasını alıp yola koyuldu.
Hava çok esintili ve nemliydi. Hırçın rüzgâr uğuldayarak yol kenarında dizili süs çalılarını, bahçelerdeki ağaçların dallarını sallıyor, yerde ne bulursa havalara uçuruyordu.
Koyu yağmur bulutları hızla şehrin üstünde toplanmaya, gökyüzü kararmaya başladı. Çok sürmedi, şimşekler peş peşe çakıp gökyüzünü aydınlattı, gök gürlemeye başladı.
İri taneleri ile yağmur yer yüzüne selam verirken hemen gelen otobüse bindi. İlk durak olduğu için birkaç kişi ile hareket eden vasıtada dönemeçli çevre yollarından şehrin ana caddesine inene kadar neredeyse bir saate yakın zaman geçirdi. Son durakta aceleci yolcuların inmesini sakin sakin bekledi.
Şehre her yolculuğunda ilk durakta biner, son durakta inerdi. Hayat da böyle değil miydi? Doğum ilk duraktı dünyada geçireceği zaman için. Ölüm de bu dünya hayatı için zamanın sona erdiğini anlatan son duraktı. Ama aynı ölüm öteler için başka hayatın ilk durağı değil miydi?
Hızlı adımlarla dört yol ağzına gelip sağ taraftaki ikinci caddeye döndü. Büyük, gösterişli Kuyumcular Hanına girdi.
Kocaman, süslü cam kapıdan sonra yürüyen merdivenlerin bulunduğu, yapay ağaç ve çiçeklerle süslenmiş alanda bir sürü pahalı mücevherin sergilendiği ışıl ışıl vitrinleriyle kuyumcu dükkânları göz kamaştırıyordu.
Işıltıdan ürktü Gül Nakışlı Hanım. Kaç yıldır değil Kuyumcular Hanına girmek, herhangi bir kuyumcunun önünden geçmemişti. Nasıl konuşması gerektiğini, o pırıltılı Maviciği nasıl göstereceğini düşündü, ne yapacağını bilemedi.
Ne çok kuyumcu vardı. Kimileri o çok bilinen, arkadaşları konuşurken isimlerini duyduğu ünlü firmalardı. Kimileri de vitrinlerini altına boğmuş, telkâri gerdanlıklar, işlemeli kalın bilezikler ve kemerlerle, haberlerde seyrettiği düğünlerde bağıra çağıra ilan edilen takılarla doldurmuştu.
Farkında olmadan bir vitrinin önünde durdu. Albenili altın takılara, pırlantalarla süslü bileziklere, yüzüklere onları fark etmeden dalgın dalgın baktı, ne diyeceğini tekrar düşünmek istedi.
Mağazanın kapısında orta yaşlı, giyimi kuşamı yerinde olan bir adam duruyordu. Onu görünce yüzünü astı. Hiç de istediği müşteri tipi değildi böyleleri. Ürkek ürkek içeri girerler, bir sürü soru sorup beğendiklerine gücü yetmediği için sıkıntılı yüz ifadesiyle çekip giderler, vaktini de boşuna harcamış olurlardı.
“En iyisi içeri girmeden başımdan dehleyeyim,” diye düşündü adam. Neredeyse azarlar bir ses tonuyla konuştu:
“-Neye bakmıştın hanım?”
Sese döndü Gül Nakışlı Hanım. Yavaşça cevap verdi:
“-Bir şey gösterecektim.”
Adam suratını daha da astı:
“-Ne gösterecektin?”
Para kesesindeki Maviciğini çıkardı, adama uzattı, neredeyse korkarak onun yüzüne baktı. Fısıldadı:
“-Bunu.”
Mavicik sanki özellikle ışıltısını etrafa yaydı da adamı çok ama çok şaşırtmak istedi.
Ona bakınca gözleri büyüdü kuyumcunun. Hemen geniş, şatafatlı iç vitrinlerin, altınlarla dolu camekanların, bir köşede şal desenli üç koltukla cam masanın olduğu dükkâna Gül Nakışlı Hanımı davet etti. Ardından da elindeki Maviciği kapıverdi.
Kasanın olduğu küçük masasına kuruldu. Kuyumcu gözlüğünü hızla takıp avucundakini iyice inceledi. Hayretler içinde düşündü. Şimdiye kadar gördüğü en temiz ve en güzel, çok nadir olan bu elmas şu fukara kadının eline nereden, nasıl geçmişti?
Kendi kendine düşünüp aklı sıra hemen karar verdi: “Belli ki bu kadın temizlikçi. Büyük ihtimalle gittiği evlerin birinden çaldı. Değerini bilmiyor aptal. Ama biraz para edeceğini umarak hemen elden çıkarmak istiyor. Şimdi polis çağırsam başıma iş açarım. Bu güzelim elmas da elimden uçar. Biraz para vermeye kalksam uyanıp satmaktan vaz geçer de başka kuyumcuları dolaşırsa? En iyisi elinden alayım.”
Gözlüğü sertçe bıraktı masanın üstüne. Sinirli sinirli söylendi:
“-Hanım, kurşunu fazla bir cam parçası bu. İçine az da mavi katmışlar. Senin anlayacağın eski devirlerden kalma süslü konakların pencere camları kırılıp atılmış. Zamanla bu şekli almış. Beş para etmez. Biraz sonra buraya iki kuyumcu arkadaşım gelecek. Ama çok merak ediyorsan onlara da göstereyim. Burada bekleme. Git işini gör, sonra uğra, bu cam boncuğunu o zaman alırsın.”
Adamı haklı buldu Gül Nakışlı Hanım. Zaten tanımadığı birinin yanında beklemek gibi bir alışkınlığı da yoktu. Hem hava daha da iyice bozacak gibiydi. Ördüklerini bir an evvel götürüp teslim etmeli, yeni siparişleri alıp hemen eve dönmeliydi. Yolu nasıl olsa buradan geçecekti. Uğrar alırdı.
Başını salladı. Sessiz adımlarla çıktı kuyumcudan. Hızla örgü atölyesine gitti. İş arkadaşlarıyla çabucak bir kahve içti, kısacık bir hasbıhâl ile mutlu oldu: Örgüleri yine çok beğenilmişti. Yeni siparişler çok fazlaydı. Arkadaşları ona şaka yapıp geceleri rüyada bile örgü örmesini tavsiye ettiler.
Büyük çantasını malzeme ile doldurup oradan ayrılırken çok sevinçliydi. Kızına bu ay istediği manto için rahatlıkla para gönderecekti.
Yine hızlı adımlarla yürüyüp Kuyumcular Hanına gitti. Hemen Maviciğini alıp eve dönmeli, işe koyulmalıydı.
Kuyumcu dükkanına girdiğinde sahibiyle birlikte iki orta yaşlı, kalantor adamın daha orada olduğunu gördü. Geniş mağazanın bir köşesinde, cam masanın etrafındaki koltuklara oturmuşlar, kahve içiyorlardı.
Yavaşça onlara yaklaştı. Tam ağzını açacaktı ki adam ondan önce konuştu:
“-Ne vardı Hanım, bir şey mi istedin?”
Ne diyeceğini şaşırdı Gül Nakışlı Hanım. Adam onu tanımıyor gibi bakıyordu. Kekeledi:
“-Demin size mavi bir şey bırakmıştım. Siz de…”
Kuyumcu onu hemen Susturdu:
“-Yanlış yere girmeyesin Hanım. Sabahtan beri buradan ayrılmadım. Gelseydin hatırlardım.”
“-Evet, burası, diye itiraz etti Gül Nakışlı Hanım. Mavi bir şey… Getirmiştim. Aldınız. Bana arkadaşlarınıza göstereceğinizi söylediniz.”
Dik dik bakıp alaycı bir şekilde gülümsedi adam. Hemen ayağa kalkıp bağırmaya başladı:
“- Ya, öyle mi? Şimdi ben yalan mı söylüyorum? Verdiğini söylediğinin daha adını bilmiyorsun, şey diyorsun! Şimdi aklın sıra çıngar çıkarıp benden para isteyeceksin değil mi? Ama ben yutmam!”
“- A… Ama…Bir yanlışlık yapıyorsunuz, diye kekeledi kadıncağız. Siz konak camlarından…”
“- Haydi başka kapıya! Sizin gibileri çok gördüm ben, diye hırsla bağırdı adam. Para için yapmayacağınız şey yoktur. Yaşın geçiyor ama… Sizleri iyi bilirim ben. Son ümide sarılıp başka şey de teklif edersiniz. Ah sizler, sizin gibiler! Ahlâk kalmadı dünyada. Haydi yoluna! Polis çağırtma bana. Kim bilir kaç sabıkan vardır hem de nelerden, nelerden!”
Dondu kaldı Gül Nakışlı Hanım. Bir an beyni durdu sanki. On- on beş saniye duyduklarını anlamaya çalıştı. Sonra bir el gelip bütün gücüyle kalbini sıkıştırdı da nefes alamadı. Kelimelerin anlamı hızla yerini bulunca derin bir keder ve şaşkınlıkla düşündü. Hayatında böylesi aşağılanmayı hiç yaşamamıştı. “Para… Başka şey teklifi… Sizin gibiler” kelimeleri dağlar oldu da üstüne düştü, onu kapkaranlık başka bir dünyaya attı, her hücresine kadar harfleri zift siyahlığında, sert mi sert söz kayalarına bütün hızıyla çarptı sanki.
Adam bir adımda yanına ulaştı. Dirseğinden tutup itmeye kalkınca bütün gücüyle kolunu çekti, ondan kendini kurtardı. Başını kaldırıp karşısındakinin yüzüne, gözlerinin ta içine baktı.
Adam bir an ne yapacağını şaşırdı. Zira kendine bakan gözlerde derin bir keder, ummanlar kadar engin bir çaresizlik vardı. Ama hemen kendini toparlayıp mavi elması ve ondan kazanacağı parayı düşündü. Hemen kadının kolunu yakalamak için elini tekrar uzattı.
Ama Gül Nakışlı Hanım ellerini yukarıya kaldırıp avuçlarını açtı, küçük düşürülmüş almanın ağır acısıyla, bürün benliğiyle, ruhunun en derininden taşan hüzün dalgalarıyla, gönlü kanayarak beddua etti ona:
“-Allah’ım! Bu haini, bu hırsızı sana havale ediyorum. Bana yaptığının hesabını sen sor Ya Rabbi!”
Yüreği ezilerek, gözyaşları içinde mağazadan hızla çıkarken arkasından bağıran adamın arsız sesini duydu.
“-Köpeklerin duası kabul olsaydı gökten kemik yağardı. Bir daha geleyim deme, ruh hastası, deli! Başına bela olurum.”
Neredeyse koşarak caddeye çıktı. Dışarıda sert rüzgârla birlikte iri damlaları insana kamçı gibi vuran deli bir yağmur yağıyordu. Millet sağa sola koşuşuyor, saçak altlarına sığınıyordu.
O çok ağır, çok aşağılayıcı kelimeler kulaklarında çınlarken göz yaşları yağmura karışan Gül Nakışlı Hanım sırtında sanki milyonlarca ton yük varmış gibi yavaşladı, sarsak adımlarla yürümeye gayret etti. Ama gücü yetemedi. Sarsıldı, sağa sola savruldu. Dükkânlardan birinin önünde duran tabureye zorlanarak ulaştı. Çökercesine oturdu. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Öylesine büyük bir keder içindeydi ki çakan şimşekleri görmüyor, dehşetli gök gürültülerini duymuyor, giderek şiddetlenen o deli yağmurla iyice ıslandığını fark etmiyordu. Başını ellerinin arasına almış, yalnızca hıçkırarak ağlıyordu.
Ama bir el dokundu omuzuna. İçtenlikle konuşan bir ses duydu:
“- Teyzem, çok ıslanmışsın. Haydi kalk. Hasta olacaksın.”
Yanaklarını silip başını kaldırdı. Karşısındakine baktı. Hayal meyal gencecik bir yüz gördü. Gülümseyerek kendine bakıyordu.
“-Haydi teyzeciğim, gir koluma. Şu dükkâna girelim.”
Yavaşça uzanan el onu ayağa kaldırdı. Hemen önlerindeki mağazaya girdiler.
Öylesine ıslanmıştı ki Gül Nakışlı Hanım, eteklerinden sular akıyordu. Omuzlarına aldığı kalın şal sırılsıklamdı. Mantosunun altına giydiği hırka bile nemlenmişti. Birden çok üşüdüğünü hissetti, içi titriyordu. Birkaç sarsak adım atıp titreye titreye orada duran sandalyeye elinde olmadan oturuverdi.
Kolundan tutan gencecik kız telaşla konuştu:
“-Yün kabanımı temizleyiciden yeni aldım. Islanan giysilerini çıkaralım. Onu giyiver teyzem.”
Aceleyle uzanıp omuzlarından şalı aldı, mantosunu çıkarmasına yardım etti. Torbadan çıkardığı tertemiz kabanını hemen giydirdi, kendi atkısını da onun boynuna doladı. Gülümseyerek sordu:
“-Nereye gideceksin teyzeciğim?”
Öylesine şaşkındı ki kızın ne dediğini anlayamadı, bir an yüzüne bakakaldı. Kız o bakışlardaki derin kederden çok etkilendi, sorusunu tekrarladı.
Kendine gelmek için derin nefesler aldı Gül Nakışlı Hanım. Ellerini başına götürüp dağılan ıslak saçları toparladı. Zorlanarak konuştu:
“-Evim… Evim çok uzakta yavrum. Otobüsle giderim. Yardımın içim çok teşekkür ederim. Zahmetler oldu sana.”
Kız elini omuzuna koydu onun:
“-Arabam aşağıda, park yerinde, dedi. Biraz dinlen. Ben seni götürürüm. Bu fırtınada otobüste yer olmaz. Az bekleyelim. Yağmur hafiflesin, çıkarız.”
İtiraz etmek istedi. Ama kız kabul etmedi. Bir koşu gidip yandaki pastaneden iki çay getirdi. Bardağın sıcaklığını parmak uçlarında hissedince biraz daha kendine geldi Gül Nakışlı Hanım. Derin bir iç çekişten sonra karşısındakine minnetle baktı:
“-Allah razı olsun, Rabbim bahtından güldürsün, güzel kızım, güzel gönüllü kızım.”
Kız gerçekten de güzeldi. Uzun boylu, esmer beyaz tenli, iri kahverengi gözlü, değirmi çehreliydi. Fındık kabuğu rengi, düz, uzun saçları omuzlarını gür şelaleler gibi aşmış, siyah giysileri de pek yakışmıştı.
“-Allah hepimizden razı olsun, diye cevap verdi. Ardından da hemen telaşla sordu:
“-Teyzem, bir şeyler yemek istemez misin? Bak, yan tarafta pastanede çok güzel yiyecekler var. Haydi oraya gidelim.”
İlk defa gülümsedi Gül Nakışlı Hanım. Elini kızın eline koydu:
“-Yavrum, dedi. Evde yemeğim var. Sağ ol. Sen benim misafirim olursan pek sevinirim.”
Az sonra o deli yağmur hafiflemiş, rüzgâr da durmuştu. Yine caddelere dönen insanlar işlerinin peşinde koşuşturmaya başlamıştı.
Çayları bitince kız çok ısrar edip büyük çantasını da aldı elinden, koluna girdi onun. Çarşının alt katına indiler.
Güzeller güzeli kızın küçük, pek sevimli arabasıyla yola koyuldular. Yavaş yavaş gösterişli binaların, ışıltılı çarşıların bulunduğu ana caddelerden uzaklaşıp daha mütevazı evlerin olduğu tali yollardan geçtiler.
Kız yanında sesini çıkarmadan, belki de çıkaramadan, onu dalgın dalgın dinleyen bu çok üzüntülü teyzeyi biraz da olsa kederinden ayırmak, sıkıntılı havayı dağıtmak isteyip kendinden bahsetmeye başladı.
Hayata neşeyle bakmaya çalışan, pek tatlı dilli, özel bir okulun iki yıllık tarih öğretmeniydi. Babası ziraat mühendisi, annesi de ev hanımıydı anlattığına göre. İki kardeştiler. Kendisinden iki yaş büyük ağabeyi de yakın şehirde ticaretle uğraşıyordu.
Ama çok yorgun, pek bitkin görünen yolcusunun yüzündeki kederli ifade cama yapışan inatçı buğular gibiydi. Kolay kolay uçacak gibi görünmüyordu.
Birden aklına gelen düşünceyle irkildi kız. “Eyvah,” dedi kendi kendine. “Çok sevdiği bir yakınına mı bir şey oldu? Kötü bir haber mi aldı?”
Hemen endişeyle sordu:
“-Teyzem, sen bugün çok üzülmüş olmalısın ki o şiddetli yağmuru bile fark etmeden öylece orada oturuyordun. Eğer sakıncası yoksa sıkıntını benimle paylaşır mısın?”
Gözleri doldu Gül Nakışlı Hanımın, konuşurken sesi titredi:
“-Adamın biri beni çok aşağıladı. Hayatımda duymadığım hakareti sıraladı bana. Ama ben onu Allah’ıma şikâyet ettim. Bir gün mutlaka faturası gelecektir önüne. Ha bugün, ha yarın. Ama mutlaka…”
Sonra derin bir iç çekti, başını öne eğip sustu. Gerisini anlatmadı.
Şaşırdı genç kız. Ama üstelemedi. İnsanlar üzücü bir hadise ile karşılaştıklarında genellikle dertleşmeyi tercih edip başına geleni hemen anlatırlardı. Oysa bu teyze birkaç dakika içinde susarak, kelimelere sığınmadan, bakışlarıyla, yüz ifadesi ile yaşadığı üzüntüyü anlatıvermişti. Hiç beklemediği bir anda karşısına ansızın çıkıveren, kuduz sırtlanın ceylanı birden avlaması gibi onu perişan eden, belli ki hiç mi hiç hakketmediği o her ne ise ve sebebi de neyse, hepsini zorunlu bir kabullenişle hemen iç dünyasında kapalı sır kutularına hapseden, üstüne kilit vuruveren bu hanım acaba kendi sıkıntılarını da o kutulara koyup sonsuza kadar unutturabilir, kendisi de unutabilir miydi?
Son günlerde yaşadığı tereddütleri, adını koyamadığı bu sıkıntıları, arkadaşlarına, en yakın dostlarına dahi anlatamadığı iç dünyasındaki met cezirleri bu sevimli, kaderiyle hiç kavga etmeyen, kendisini tevekkül denizine bırakmış, boynu bükük hanım anlayıp bir küçük şamdanla dahi olsa kendisine yol gösterebilir miydi acaba?
Daha iyi tanıyabilmek için konuşturmak isteyip başka konularda sorular sordu yolcusuna. Aldığı cevaplar pek hoşuna gitti. Taktir sözlerini peş peşe sıraladı:
“-Ah güzel teyzem, gençmişsin tek başına kaldığında. Sessiz, sedasız bir hayat mücadelesi vermişsin. Şimdi kızın da senin emeğinin karşılığını ödüyor, ne güzel. Tanışmak isterdim doğrusu. Ama beyin de adam gibi adammış. Baş koymak için omuz ararsın ya, işte o omuzlara sahip bir yiğit kişi.”
Bahçeli küçük evin önünde durduklarında fırtınadan neredeyse eser kalmamıştı. Arabadan inerken onları tertemiz, toprak kokan hava, bahçedeki yediveren ve güz gülleri karşıladı.
Kız hayranlıkla baktı bu şirin eve ve bahçesine. Yine övgüler dizdi. İçi malzeme dolu büyük çantayı kapıya kadar getirdi. Sonra izin istedi:
“- Hava bozmadan gideyim. Vakit de akşama yanaştı.”
Gül Nakışlı Hanım sözünü kesti:
“- Bir bardak çay içseydin güzel kızım. Aslında düğü çorbam da yemeğim de var. Çok sevinirdim.”
“-İçer girersem, hele yemeğe de kalırsam, çok geç olur, dedi kız. Bizimkiler merak ederler.”
O anda aklına geliveren düşünce ile yüzü aydınlandı Gül Nakışlı Hanımın:
“-Bir mahsuru yoksa… Kal bu gece bende. Kızım gelmiş gibi olur. Pek sevinirim. Sobam her tarafı ısıtıyor. Korkma, üşümezsin.”
Bu teklif kızı içten içe çok sevindirdi. Günlerdir yaşadığı, adını bir türlü koyamadığı boğulma, nefes alamama hissini, durmadan kendini hatırlatan o menfi sezgiyi paylaşabilir ve belki bu gece bunların hepsine bir son verebilirdi.
Tuhaf bir rahatlama hissiyle “neden olmasın,” diye düşündü. “Ama önce bana güvenip kapısını açan derviş mizaçlı teyzenin üzüntüsünün az da olsa dinmesini sabırla beklemeliyim. Ah bu sabır, ne sihirli bir kelime!”
Hemen telefonla annesini aradı, haber verdi.
İçeri girdiğinde önce aynalı küçük bir hol, ardından renkli, çok huzurlu, tertemiz bir sofa karşıladı onu. Tam ortaya kurulan pirinç kuzine ile üstündeki süslü bakır çaydanlık ona adeta gülümsedi.
Heyecanlanmıştı Gül Nakışlı Hanım. Kaç zamandır misafirle neşelenmemişti sevgili evi. Üzüntüsü kuş kanadındaydı artık, uçtu, uçacak!
Gülümseyince kız onun yüzünde sevginin neredeyse elle tutulanını gördü, nasıl da içtendi, tertemiz akan pınarlar gibi.
Halı yastıklı sedire oturttu kızı, hemen kuzineyi yakıp söz verdiği ikrama geç kalmamak için sevimli bir telaşla sözleri peş peşe dizdi:
“- Sen rahatına bak yavrum. Mutfakta bir şeyler hazırlayayım.”
Az sonra gürül gürül yanmaya başlayan odunlar çıtırtılar çıkararak etrafı ısıtmaya başlayınca mantosunu çıkardı genç kız, etrafa göz attı. Karşı duvara dayalı o muhteşem tahta sandığı gördü. Nasıl da güzel desenlerle süslenmişti. Onun üstünde tahta çerçeve içinde gülümseyen çok güzel bir kadın, orta yaşlı, yakışıklı bir adamla beş altı yaşlarında bir kız çocuğunun fotoğrafı vardı.
Resme daldı gitti. Kendisinin de aile fotoğrafı olacak mıydı çerçeveleyip evinin duvarına astığı ve yıllar sonra birileri o fotoğrafına böyle bakacak mıydı? İki gün sonra kendisini istemeye geleceklerdi. Annesinin yakın zamanda tanıdığı, arkadaş diye bellediği bir hanımın tavsiyesi ile bir şirkette müdürlüğe yükseldiğini anlatan genç adamla yemeğe çıkmıştı. Kibar biriydi, konuşkan ve neşeliydi. Onu bir öğrenci etkinliğinde görüp çok beğendiğini, yıllardır evlenmek için beklediği kadının karşısında oturduğuna inanamadığını, çok mutlu olduğunu tekrar tekrar söylemiş, iltifatlar yağdırmıştı. Ama nedense bu adama içi hiç ısınmamıştı. Ancak annesi damat adayını pek beğenmiş, ısrar edip durmuştu. “Sen böyle “armudun sapı, üzümün çöpü” diye tutturursan birkaç yıla varmaz, yaşın geçer. Bu devirde böyle kibar, güngörmüş, efendi çocuğu nereden bulacaksın. Yavaş yavaş ısınırsın. Yarın evlenmiyorsun ya,” deyip başının etini yemişti.
İçini sıkıntı bastı. Mutfağa gitti. Ocakta tıkırdamaya başlayan iki tencereden yayılan harika kokuları içine çekip konuştu:
“-Ah! Ne güzel! Aman Allah’ım, lahana sarması. Ne çok severim. Bu da düğü çorbası mı? En beğendiğim çorbadır. Rahmetli ninem de yapardı. Ellerinize sağlık. Ben de yardım edeyim size.”
Yarım saat sonra mutfaktaki küçük masada kurulan mütevazı sofrada kız yine güzel sözleri peş peşe dizip lahana sarmasını yiyordu:
“-Çok güzel olmuş. Harika! Nasıl yaptığınızı bana da gösterirseniz çok sevinirim. Annem de yapıyor. Sizinki çok başka, çok lezzetli.”
“-Halam rahmetli bulguru çok farklı yapardı, herhalde lezzet ondandır.”
Giderek neşelenen yemek sonrası sedire yan yana oturdular. Kıvamında demlenmiş hoş kokulu, karanfilli çayları içip sohbete devam ettiler.
Ardından misafirine ördüklerini gösterdi Gül Nakışlı Hanım. Renk renk, desen desen, bin bir nakışla işlenmiş örgülerin hepsi özel tasarımdı, sanat eseri gibiydi.
Kız giderek büyüyen bir hayranlıkla düşündü. Bu devirde böyle saf kalabilmek nasıl da zordu. Oysa etrafında gördüğü bu yaştaki kadınlar artık yorgun olduklarını söyleyip ev işlerinin hafifini bile yapmaktan kaçınırken bu hanım sabah uyanıp çalışmaya başlıyor, yatana kadar ne güzel işler yapıyordu.
Anlattığına göre kızı da çok çalışkandı. Sordu:
“-Resmi varsa görebilir miyim?”
Sevinçle biricik yavrusunun resimlerini gösterdi ev sahibi misafirine. Uzun uzun baktı kız o resme. Nasıl da kararlı bir yüz ifadesi vardı ve pek güzeldi.
Sonra o da ev sahibesine ailesinin fotoğraflarını göstermek istedi. Telefonunu çıkardı. Annesini gösterdi önce. Başka resimleri de göstermek isterken telefonun ekranında genç bir adam resmi belirince Gül Nakışlı Hanım hayretle konuştu:
“-A! Ben bu genci tanıyorum. Sağ şakağında kaşının ucunda biten kahverengi, ay şeklinde bir doğum lekesi vardı. Geçenlerde hanımı ile bizim atölyeye gelmişti. Sarışın gencecik bir kızcağızdı hanımı. Pek neşeliydi. Dört buçuk hamileymiş. Bebeğe el örgüsü bir sürü giyecek aldılar. Bu genç adamın da bebek oğlan olacak diye ağzı kulaklarındaydı. Galiba hala olacaksın. Resimdeki ağabeyin herhalde.”
Kız bu sözler karşısında önce dondu, kaldı. Midesi yumruk yemiş gibi kasıldı. Ökse otuna yakalanan kuşlar misali adını koyamadığı bir telaşla çırpınmaya başladı yüreği. Yüzü karıştı. Sonra kekeleyerek sordu:
“-Teyzeciğim, emin misin? Resme iyice bakar mısın?”
Gül Nakışlı Hanım saf saf konuşmasına devam etti:
“-Evet, evet eminim. Bak, sağ şakağındaki doğun lekesi resimde de çıkmış.”
Kız beş on saniye şaşkın şaşkın sustu. Ardından o gencin telefonundaki bütün fotoğraflara baktı. Sağ taraftan çekilenlerde o doğum lekesi açıkça görülüyordu.
Teyze adamı besbelli tanımıştı, eşini de görmüştü. Pekiyi bu sarışın kadın kimdi?
Birden gözünün önünde bir sahne belirdi. Daha iyi tanımak için kendisini okuldaki son etkinliğe davet ettiğinde, dağ köylerinden birinde öğretmen olan, sadece selamlaştığı, o sarışın hanım uzakta belirince. çok önemli bir toplantıyı unuttuğunu söyleyip telaşla yanında ayrılan damat adayı…
Acaba eşi o sarışın hanım mıydı?
O gün etkinlikte ve sonunda verilen yemekte bol bol fotoğraf çekmişti. Telefonunda olmalıydı. Kısa bir tereddütten sonra tekrar telefonundaki resim dosyasını açıp bir resim buldu. Bir gurup resmiydi bu. Masada yemek yiyorlardı. Hepsi çok neşeliydi. Telefonu ev sahibine uzattı. Heyecanla sordu:
“-Canım teyzem, bak bakalım, bu fotoğrafta kimleri göreceksin?”
Fotoğrafa dikkatle bakan Gül Nakışlı Hanım kalabalık arasında kızla sarışın hanımı hemen fark etti. Hayretle düşündü: “Kızcağız şu başta. Ağabeyinin hanımı da öteki tarafta, en uçta. Niye gelin görümce yan yana değil. Bir gariplik var bu işte.”
Endişesini belli etmemeye çalışarak konuştu:
“- Topluca yemektesiniz galiba. Ne güzel bir fotoğraf. Şu başta oturan sensin. Gelin de biraz arkalarda kalmış. Şu sarışın kızcağız.”
Kız o an peş peşe çok büyük çelişkiler yaşamaya başladı. Önce kendisine çok şaşırdı: Evleneceği adamın yüzündeki bariz doğum lekesini nasıl görmemişti?
Sonra sinsi yılanlar gibi kıvrıla büküle, yavaş yavaş bütün duygularını yutarak ilerlediğini hissetmeye başladığı küçük düşme, aşağılanma hissine çok şaşırdı.
Ardından kendine peş peşe sorduğu sorulara da şaşırdı: Neden aldatılmışlık duygunu hissetmiyordu. Oysa esas onu hissetmeli değil miydi? Zira evli olduğunu saklayan bir adamla az daha sözlenecekti. Üstelik hanımı da selamlaştığı bir meslektaşıydı. Demek ki o da hiçbir şeyin farkında değildi. Kandırılmış, kötü bir yalanın üstünde hayatıyla, kendisiyle ilgili gelecek kurulmak istenmişti. Bu aldatma değil miydi?
Yine şaşırdı kendine: O zamana niye bağırmaya, ağlamaya başlayıp isyan edemiyordu? Neden gururunun kırıldığını hissetmiyordu da büyük bir rahatlama ve hürriyet duygusu neredeyse elle tutulacak şekilde bütün vücudunu hızla sarmaya başlamıştı?
Başını ellerinin arasına alıp bir zaman öylece kalakaldı. Hayretle kendi kendine söylendi:
“-Niye mi? Niye olmasın ki? İnsanoğlu bu, çiğ süt emmiş. Dolandırıcısı, yalancısı ile karşılaşmışım! Demek ki ben… Ben bilemeden bu rezilin ne olduğunu hissetmişim! O sahtekarı eş olarak düşünmek dahi istememişim, hiç benimsememişim. Doğru dürüst yüzüne bakamayışım ondan! Onu yabancı görmüşüm, hiç önemsememişim. Aldatılmışlık duygusunu duyamamam işte bundan!”
Endişeyle kıza bakan Gül Nakışlı Hanım yavaşça onun omuzuna dokundu:
“-Evladım, bilmeden bir hata mı ettim, diye telaşla konuştu. Bir şey mi oldu? İyi misin?”
Kız yavaşça başını ona çevirdi. Gülümsedi. Ama gözleri nemliydi. Uzanıp kadının ellerini ellerinin arasına aldı, fısıldadı:
“-Seni bana Allah gönderdi canım teyzeciğim. Nasıl bir belâdan kurtardın beni.”
Başını yukarı çevirdi, ellerini açıp içtenlikle dua etti:
“-Şükürler olsun Allah’ım! Şükürler olsun.”
Hemen ayağa fırladı sonra. Ev sahibinin şaşkın bakışları altında annesini aradı:
“-Anneciğim, sana çok önemli bir şey söyleyeceğim. Ama ne olur üzülme. Beni sakin sakin dinle, lütfen, lütfen! İki gün sonra bize gelecek rezillere telefon edip o ziyareti iptal eder misin? Niye mi? Damat adayımız evli de ondan! Ve… Ve hanımı da bebek bekliyor. Ben de yarın kuyumcuya gideceğim. Ismarladığımız yüzükleri alamayacağımızı söyleyeceğim.”
Başka biri ile çok sert bir sesle, kısacık bir telefon görüşmesi daha yaptı kız:
“- Merhaba. Şimdi beni iyi dinle. Evli olduğunu biliyorum, hanımının hamile olduğunu da. Sakın bir daha karşıma çıkma. Arama, sorma. Gölgeni bile gösterme. Sözümü kesme, kesme dedim! Ne demek söyleyecektim, boşanacaktım. Gül gibi hanımına, bebeğine rağmen yuva yıkacaktın öyle mi? Sen nasıl insafsız, merhametsiz bir adamsın? Sus! Sus, konuşma! Eğer İnsan olsaydın yolda olan bebeğine, annesine sahip çıkar, başkasına göz dikmezdin. Anladın mı beni?”
Gül Nakışlı Hanım bu konuşmaları hayretler içinde dinledi. Şaşkınlıkla düşündü. “Yüce Rabbim, bana bir küçücük Mavicik gönderdin, nelere sebep oldu ey Sevgili Allah’ım.”
Hiç beklemediği, bir anda karşısına çıkan bu tuhaf gerçekle yüzleşmenin kızda büyük bir duygusal sarsıntı yaratacağını tahmin edip sessizce bekledi.
Bir boş çuval gibi sedire oturunca ona uzandı, yavaşça kucakladı. Kız başını onun omuzuna koydu ve fırtına ile birlikte sağanak da başladı. Neredeyse bütün vücudu titreyerek ağlamaya başlayan kız durmadan aynı şeyleri söylüyordu:
“-Allah’ım sana şükürler olsun! Bu teyzeyi karşıma çıkardın, şükürler olsun.”
Hiç sesini çıkarmadan bekledi ve düşündü Gül Nakışlı Hanım. Bugün bu gencecik kızı neredeyse örgü örer gibi gelişen, görünmez ve sırlarla dolu bir bağ ile kendisine bağlayan kader nasıl da şaşırtıcı görünüyordu. Çok acı verici, sancılarla dopdolu iki hadise yaşayan iki kadın neticede deli bir yağmurun sebep olduğu bir buluşmayı yaşıyor görünüyordu. Sabahtan beri şu başından geçenler tesadüf eseri olabilir miydi? O çılgın yağmurda kederle ağlarken kim bilir kaç kişi geçmişti yanından. Hiçbiri onu görmemişti, bir, tek bir gönlü güzel kız hariç. Bu güzeller güzeli kızın altın kalbi ile kendisine o hengamede el uzatmasının faturası ileride yaşaması çok muhtemel belalardan kurtuluşu muydu?
Aslında kimsenin işine karışmaz, hiç öyle ulu orta konuşmazdı. Ama kız o sahtekâr adamın fotoğrafını gösterince hiç düşünmeden cümleler ağzından dökülüvermişti. Bu hâl mizacına asla uygun değildi.
Birden aklına kuyumcu geldi. Canını çok yakmıştı. Acaba faturası ne olacaktı?
Aradan geçen zaman içinde kızın ağlaması yavaş yavaş kesildi. Doğrulup utangaç utangaç karşısındakine baktı. Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi, gülümsemeye çalıştı:
“-Affedersiniz teyzeciğim, diye fısıldadı. Sizi de üzdüm. Bağışlayınız.”
Gül Nakışlı Hanım onun güzel, gür saçlarını okşadı. Sevgiyle yüzüne baktı:
“-Üzülmemeye gayret et yavrum, dedi. Ama her şer görünende mutlaka bir hayır vardır derler büyüklerimiz. Ne doğru bir söz. O hain senin gibi bir nur tanesine yakışmayacakmış ki o deli yağmur yağdı, fırtına koptu. Kozalardan çıkmakta olan kelebeklerin sancısını yaşıyorsun şimdi. Ama bu sancı sana kötü insanlara ve elbette hayata karşı direnç sağlamayı, ihtiyatlı olmayı da gösterdi. Bundan sonra hayat çizginde, sana ait seçimlerde iradenin daha sağlam olacağından çok eminim.”
Ardından hemen ayağa kalkıp neşeli olmaya çalıştı:
“-Şimdi güzel bir çay daha içelim. Revani şerbetini içmiştir. Tam sırası. Eğer anlatırsan hikâyeni de dinlemek isterim.”
O gece kız yorulana, uykudan başı düşene kadar durmadan konuştu. Bazı şeyleri durmadan tekrar etti. Durmadan hatta nefes almadan cümleleri arka arkaya sıraladı.
Hiç soru sormadan dinledi onu Gül Nakışlı Hanım. Sözünü hiç bölmedi. Sadece çayları tazeledi. İki dilim revani daha koydu tabağına. Onu ve iniş çıkışlarla dolu şaşkın üzüntüsünü anladı: Bir yanda kandırılmanın sonucu bir sürü karmaşık duyguların yarattığı garip bir hal, öte yanda zorlama evliliğe gitmekte olan, hapsedilme hissini oluşturan bu sıkıntılı sürecin birdenbire bitivermesinin neticesinde meydana gelen rahatlatıcı ama yine de pek tuhaf bir durum, iki uç arasında yaşanan kaybolmuşluk hissi. Gerçekten kabullenmesi zor olan bütün bu duyguların birbiriyle çeliştiği, yaşanması mutlak bir mecburiyet olan, ama yine garip bir süreç.
Kendi kendine dedi ki “Bütün bu yaşananlar kirli bir bohçaya konulan kirliler gibi toplanmalı, hiç açılmaması için düğüm üstüne düğüm atılmalı, vaktin geçmiş zaman kuyusunun ta dibine sessizce bırakılmalı. Sessizce bırakılmalı ki bu garip, bu yaralayıcı, bu acı tecrübe sebebiyle el âleme de lakırdı fırsatı doğmasın. Elbette zaman gerek, bütün bunlar için geçmesi gereken, hızla geçmesi istenip de bir türlü geçemediği zannedilen zaman.”
Sonra kızın gül yüzüne baktı Gül Nakışlı Hanım, güzel gözlerinden ara ara akan yaşları, dudaklarının, ellerinin, omuzlarının titreyişini seyretti.
“Biraz zorlanacak ama nasıl olsa geçecek. Zaman her şeyin en tabii ilacı,” diye düşündü. “Ama çok sürmez, kurtuluşun sevincini yaşar. Hey Yüce Rabbim, bu kızcağıza beni vesile kıldığın için şükürler olsun.”
Vakit gece yarısını çoktan geçtiğinde kızının güzel pijamalarını, kendi yatağını misafirine verdi. Saçlarını okşayarak yatırdı. Kapısını çekti.
Yavaşça ışıkları söndürdü, sedirde hazırladığı yatağa kıvrıldı.
Tam o sırada sokağın köşesinde iki gölge belirdi. Hızlı adımlarla yürüyorlar, yavaş sesle ama heyecanlı bir şekilde konuşuyorlardı.
“-Arabayı garaja tam vaktinde bıraktık. Plan çok iyi işledi. Allah için ekip de çok çok iyiydi. Saniye şaşmadılar, dedi kısa boylusu. Geç kalacağız diye çok telaşlandım.”
“-Geç kalsak ne olurdu ki. Adam yurt dışında. Arabasını alıp işte kullandığımızı ruhu bile duymadı, diye cevap verdi uzun olanı. Plakasını değiştirip işimizi hallettikten sonra yine eski plaka ile yerine koyduk. Hem… Hem ne yapayım beş yıllık arabayı.”
“-Polise falan denk geliriz, hiçbir şey almadın değil mi?”
“-Parlak mavi bir cam gibi bir şeyi cebime atmıştım. “
“-Lan oğlum! Başımızı belaya sokacaksın! Patron kendinize hiçbir şey almayacaksınız demedi mi? Şimdi sen onu atmaya cesaret edersin. Ama çok sürmez, o belâ herifin adamları kuş gibi avlar seni, be aptal At lan onu. Çıkar cebinden, çabuk. Kim vurduya gidersin serseri! Kaç tetikçisi var, biliyorsun!”
Gölgelerden biri elini cebine attı, tam Gül Nakışlı Hanımın evinin önünden geçerken avucundaki “cam gibi şey” dediğini bahçeye doğru fırlattı. O şey döne döne havada belli belirsiz bir mavi ışıltılı yay çizip yediveren gülünün dibine düştü.
Ertesi sabah kız daha iyiceydi. Ama bakışlarından şaşkınlığını üzerinden atamadığı belliydi. Yine durmadan konuştu. Ardından dedi ki:
“-Teyzeciğim, sana nasıl teşekkür etsem bilemiyorum. Ama bir iyilik daha isteyeceğim. Bugün hafta sonu. Birkaç şeyi eve gitmeden halletmek istiyorum. Önce söz kesiminde giymeye karar verdiğim elbisenin etek boyunun ölçüsü bugün alınacaktı. Mağaza bekliyor. Ardından söz yüzüğü siparişi vermiştik. Bir de ayakkabı için… Beğendiğim ayakkabının numarası yoktu.”
Tereddütle yüzüne baktı Gül Nakışlı Hanımın. Derin bir nefes alıp tekrar konuştu:
“-Şimdi… Annemin çenesi düşmüştür. Onunla gitsem her gittiğimiz mağazada her şeyi anlatıp beni perişan eder.”
Gülümsedi Gül Nakışlı Hanım. O fırtınada, o deli yağmurda kendisini fark eden yavrucağı hiç yalnız bırakır mıydı?
“- Memnuniyetle, dedi. Sen arkadaşlığımı kabul edersen başım gözüm üstüne. Hem çarşıdan birkaç bir şey alacaktım. Benim için de iyi olur.”
Kız minnetle gülümsedi, uzanıp ellerinden öpmek istedi. Kendini tutamayıp küçük bir gözyaşı sağanağına tutuldu. Yine hem ağladı hem konuştu.
Şehre giderken kız yine durmadan konuştu. Konuştukça açıldı, açıldıkça konuştu, dertli bülbüller gibi şakıdı.
Arabayı Kuyumcular Hanının oto parkına bırakıp önce elbise işini, sonra ayakkabı siparişini iptal ettiler. Ardından yan pastanede birer salep içtiler. Kız yine durmadan konuştu, konuştu. Ama artık şaşkın da olsa, küçük de olsa gülümseme vardı güzel yüzünde.
Kuyumcular Hanına girdiklerinde ikisi de hayretler içinde kaldı. Polisler her yanı tutmuş, şüpheli bulduklarına kimlik soruyordu.
Gül Nakışlı Hanım bir gün evvel yaşadıklarının tesirinden kurtulmak, kıza duygularını belli etmemek için dişlerini sıkmamaya gayret ediyor, yavaş adımlarla yürüyordu. Adamın sözleri kulaklarında çınlamaya, o kötücül, alaycı bakışları gözlerinin önünde adeta raks etmeye başladı.
Bir kuyumcunun önünde durdular.
Ama… Ama durdukları yerin dün girdiği dükkân olduğunu şaşkınlık ve üzüntü ile fark etti Gül Nakışlı Hanım. O kötü adamın arkası dönüktü. İki arkadaşıyla dertleşiyordu.:
“-Vallahi azizim, çok şaşkınım. Gece yarısını çoktan geçmiş elbette. Bu havalinin bütün elektriği gitmiş. İnanılır gibi değil. Koca çarşıda sadece pırlanta ve elmas çalınmış. Üstelik benim kasam çift şifreyle açılıyordu. En küçük bir hatada karakola sinyal gidiyordu. Ama namussuzlar jeneratörleri dahi bozmuşlar.”
Kız durdu, sesini çıkarmadan, hayretle anlatılanları dinlemeye başladı. Gül Nakışlı Hanım da duyduğu sözlere şaşkınlıkla kulak kabarttı.
Kuyumcunun arkadaşlarından biri merakla sordu:
“-O kadar altın dururken sadece elmas ve pırlanta mı gerçekten? Zümrüt, yakut…”
“-Hayır, onlara tenezzül etmemişler, diye üzüntüye cevap verdi adam. Benimle birlikte dört mağazadan çok değerli elmas, pırlantalı bileklik, yüzük, gerdanlık ve küçük torbaların içinde sakladığımız elmaslarla pırlantaları almışlar. Zararım çok büyük. Polis kayda değer hiçbir ip ucu bulamadı. Bulsalar da ne olacak ki. Çoktan çaldıkları mallar el değiştirmiştir. Suç iki çulsuz görünen hırsızın üstüne kalır, onlar da ceza evinde paşalar, beyler gibi beslenir, korunurlar. Adamlar çok profesyonel. Önce elektrik, ardından internet, telefon gitmiş. Bütün sinyalleri durdurmuşlar. Yani teknoloji adına her şey kesilmiş. Bütün bu işlemler ve hırsızlık toplam yirmi dakikalık zamanda yapılmış.”
Başını sıkıntıyla karıştırıp sakalını sıvazlayan adam derin bir of çekip konuşmasına devam etti:
“-Hele bir tane mavi elmasım vardı ki, ah, ah! En çok ona çok üzüldüm. Nadir saf elmaslardandı, iri fındık büyüklüğünde. Kaç yılın kuyumcusuyum, böyle bir nadide mücevher görmedim.”
“-Sigortalı mıydı, diye sordu dostu. Sertifikalı mıydı?”
Gül Nakışlı Hanım o an büyük bir şaşkınlık yaşadı. Duyduklarına inanamadı.” Ey Yüce Rabbim,” dedi kendi kendine.” Bu mavi elmas dediği benim Maviciğim olsa gerek. Aklı sıra dün kâr ettiğini sandı benden çalarak. Oysa bugün ne büyük bir zararda. Her yapılanın, her şeyin bir hesap pusulası var, her sorunun bir cevabı, her cevabın arkasından da yeni bir sorunun gelmesi mukadder düşünene. Ama ben Mavimi çok sevmiştim. O da beni sevmişse… Gün ola, harman ola… Rabbimin mucizeleri tükenir mi hiç?”
Daha fazla dinlemeye artık gerek kalmadığını düşündü kız:
“-Affedersiniz, dedi. Geçmişler olsun. Bir bilgi verecektim.”
Adam döndü onlara. Önce Gül Nakışlı Hanımı gördü, sonra kızı. Hiddetinden kıpkırmızı kesildi. “Bir bu eksikti” diye düşündü büyük bir kızgınlıkla. “Şimdi bununla da uğraşacağım. Aklı sıra güçlü olmak için öğretmen hanımı peşine takmış.”
Tam hırsla ağzını açacaktı ki kız konuşmaya devam etti:
“-Teyzeciğim, bu bey annemin arkadaşının kuyumcusu. Çok güzel yüzükleri var.”
Duyduğu bu sözler adamı tepesi üstüne büyük bir şaşkınlık denizine attı adeta. Yüzündeki dehşete yakın hayret ifadesi uzun saniyeler sürdü. Hiddetten kızaran yüzü bembeyaz kesildi.
Gül Nakışlı Hanım, kendisine acı veren tiksinti hissi ile seyretti adamı. Midesi bulanarak düşündü:” Bu mahluk biraz evvel çok üzüntülü görünüyordu. Beni gördüğü saniyede ise kuduz bir sırtlan gibi saldırmaya karalıydı. Sanki hırsız olan, büyük soygunun bir parçasıydım da hıncını almaya pek niyetliydi. O nadide elmasla ilgili soru soracağımı sanıp yine edepsizlikle üste çıkmağa hazırlanıyordu aklı sıra. Ama şimdi de ne yapacağını bilemeyen akılsızlar gibi şaşırıp kaldı. Acaba o taptığı elmasların, pırlantaların çalındığını duyunca hiç kendisiyle hesaplaşmış mıdır bir salise bile olsa. Dün bana yaptıklarını hiç düşünmüş müdür, ya da şimdiye kadar kaç kişinin hakkını yediğini hatırlamış mıdır?”
Yalnızca cevabını bilmek istedi, adamın yüzüne dikkatle baktı. Bu soruların birini bile asla aklının ucundan geçirmediği, başına gelen bu sıkıntıdan zerre kadar ders almadığı anlaşılan o yüz şaşkınlığın arkasında sadece ve sadece sinsi bir hainin saklandığını gizlemeye çabalayıp yine de kendini açığa veriyordu.
Nihayetinde adam kendine gelip hayretle sordu:
“-Gerçekten teyzeniz mi?”
“- Evet, dedi, kız heyecanla. Teyzem benim hayatımı kurtaran altın kalpli kahramanım, iyilik meleğim. Hayranım ona. Bakmayın öyle durduğuna! Bana göre çok zengin desem asla abartmış olmam.”
Tek laf çıkamadı adamın ağzından bu samimi açıklamaya karşı. Heykel gibi dondu, kalakaldı. Ama kız onun acayip halini fark etmeyip konuşmasına devam etti:
“-Size yüzük sipariş etmiştik. Ama maalesef alamayacağım. İptal edelim. Faturayı kesmediniz inşallah.”
Şaşkın şaşkın kekeledi adam:
“-Yo… Yok, yok. Hem… Size niye fatura keselim ki. Fiyat artar o zaman. Sadece ürünün sertifikasını verecektim.”
O zamana kadar hiç sesini çıkarmadan bu ibretlik konuşmayı dinleyen Gül Nakışlı Hanım hüzünle gülümsedi. Adamın gözlerinin ta içine bakarak, tane tane konuştu:
“-Ama… Ama anlaşılan o ki sizin faturanız kesilmiş. Pek de ağır olmuş. Ne dersiniz? Her şeyin muhakkak bir faturası vardır değil mi?”
Suzan Çataloluk
Nilüfer- BURSA
24.01.2024