6 Şubat depremlerinin acı dolu günlerini yeni bir yıldönümünde hatırlamak ve hatırlatmak; bu konudaki naçizane görüşlerimi sizlere örneklerle aktarmak istiyorum.
Japon Yüksek Mimarı Yoshinori Moriwaki’nin bir Türk Tv kanalındaki röportajını dinlerken hiç de prensip olarak kabul etmediğim iki toplum arasındaki karşılaştırmaya kaptırdım kendimi.
Onlar ve biz… Bu karşılaştırmanın bizleri hangi gerçeğe götüreceğini ister istemez yorumlamak istediğimizi kabullenmek zorundayız. Millet olarak ne kadar güzel hasletlere sahip olduğumuzu sadece bizler fark ediyoruz. Dünyada hiçbir milletinin özünde var olmayan temiz ve samimi duyguları inanın sadece bizler yaşıyor veya az da olsa yaşatıyoruz. Bu duygusal haslet bizi kalkındırıp muhasır medeniyet seviyesine ulaştırmada yeterli olmasa gerek. Bilim ve mühendislik anlayışını eğitimin her sahasına yerleştirmedikten sonra sadece romantik duyguların varlığı millet olarak bizi dünya çağdaş medeniyetinden çok çok uzakta olmamıza sebep olacaktır.
Ne diyor Yoshinori Moriwaki bu yayında. “Siz askere gidene “Adam olacaksın.” Diyorsunuz, biz ise ilk okula yeni başlayan bir çocuğa aynı şeyi söylüyoruz. Siz birilerinin dağıttığı bir ürünün dört bir etrafını sarıp almaya çalışırken biz hemen sıraya geçiyoruz.”
Hele hele onların tsunamiden kaçarken bile yollardaki emniyet şeritlerini büyük bir disiplin içinde boş bırakmaya çalışmasına gıpta etmemek elde değil. Aramızdaki bu sosyal ve eğitim farkını içimizi acıtsa da kabullenmek zorundayız.
Mine G. Kırıkkanat 17 Ağustos 1999 Marmara depremi nedeniyle yazdığı bir yazısında “Toprak” konusunu ne de güzel anlatılmış. Okuyunca siz de hak vereceksinizdir.
“Yine apansız ve derinden geldi ölüm.
Kapıları vurmadı, kırdı. Çatıları abanmadan çökertti, duvarları dokunmadan yıktı. Rüzgâr olsaydı, duyumsardık acı soluğunu. Su olsaydı, bilirdik boğduğunu. Ama topraktı. Üstüne hanelerimizi, hayatımızı kurduğumuz, altına tohumlar ektiğimiz, bereketli bereketsiz, olmayınca olmadığımız toprak. Canlı cansız her şey gibi, onun bağrından çıkmıştık. Anamızdı bizim. İyi ya da kötü, hâlâ anamız. Otlardan, ağaçlardan tek farkımız, toprağı sarmalayan kökler yerine, bağımsız ayaklar vermiş olmasıydı bize. Arada bir havayla aldatır, bulutlarla oynaşırdık, ama yine ona dönmecesine. Hanelerimizin köklerini salmıştık ya bağrına, bizi böyle uçarı, kabul etti sanmıştık. Elbet bir gün toprak olacaktık ama, ölümümüz onun elinden olmayacaktı, temellerimiz çürük olsa da onun analığı sağlamdı.”
Sözün özü:
Gelişmiş ülkeler…
Bilimi (Atları), inancın (Araba) önüne koyarlar…
Az gelişmiş ülkeler ise
İnancı (arabayı), bilimin (Atların) önüne koyarlar…
Bu gerçeği, bu toplumun zihninin en derin uzuvlarına yerleştirebilirsek mutlaka ve mutlaka sonuç alır, bilinmez rüzgarların önünde oradan oraya savrulmayız.
Yazımı bitirirken Türk’ün çağları delip gelen bir sesi olan Korkut Ata ruhuyla 1999 felaketindeki gibi bize el uzatan rahmetli Bahtiyar Vahapzade’nin sedasını da hatırlatmak istiyorum. Onun, bu zor günlerimde yani 6 Şubat’ta imdadıma karşılık kazma küreği kapıp koşarak gelen torunları bana moral verdi. Enkazın altı ve üstünde içi yanmışlara da moral olur umarım.
“İşitince ata yurtta depremi
Aktı yaşım, döndü başım Türkiye’m.
Her derdimin, kederimin ortağı,
Can kardeşim, kan kardeşim Türkiye’m.
….
Öz hükmü var her zamanın, her ânın,
Yaman günde yanındayız biz senin,
Ana yurtta vatanımsın, vatanım,
Vatanım da, vatandaşım Türkiye’m.
Tarih boyu bu ehdimiz bozulmaz.
Türk milleti har olmamış, har olmaz.
Her belâdan Türk’ün beli kırılmaz.
Sen ey benim can sırdaşım Türkiye’m.”