Hikâyelerinin Gözünden Balkanlar’da Bir Türk Subayı “Ben Ömer Seyfeddin” – Balkan Harbi Tefrikaları

Ömer Seyfeddin, Edirne Askerî İdâdîsi, 1899

Ayşe SAMİHA

Yanya Kalesi’nin savunması sırasında esir düştüğü Yunan ordusunda yaşadığı esâret günleri bile Rûmeli topraklarında gördükleri karşısında hissettiklerinin yanında hafif kalıyordu. Kahramanlık, şecâat ve cesâret timsâli ecdâd, Rûmeli’nde akıncılık ederken ne kadar mes’ûd, mağrûr idiler. İhtiyarlıkları için ne tesellîsiz hâtıralar, iftiharlar bırakmışlardı. Oysa şimdi kendi kaderine terkedilmiş bu coğrafyada Varna Nehri çamurlu akıyordu. Akıncıların tozu dumana kattığı, kuş olup âdetâ kanatlandıkları yollar, şimdi gayr-ı muntazam ve ârızalı idi. Yolun etrafındaki çıplak ağaçlar, yanından dört nala geçen Türk subayına şimdi somurtkan ve mâtemli bakıyorlardı. Yolun sonunda dümdüz devam eden demiryolu “soluk ve mürde, ecnebî bir yılan” gibiydi. Kasabanın girişinde Türk subayını karşılayan evler miskin ve tembel uyuklamakta, sokakta baldırı çıplak Bulgar kızları oynamakta, sokak köpekleri ona havlamaktadır. Bu manzara ve hissiyat, Türk subayında bir ağlama hissi uyandırır. Onun için pis ve âsâyişperver bu manzara eski asırlarda Rûmeli’ndeki akıncı dedelerinin azameti ile tezat teşkîl etmektedir. Böyle miskinlik içinde yaşamaktansa dağlarda açlıktan ve soğuktan ölmek yeğdir! Balkan Harbi henüz patlak vermemiş olsa da, asırlardır kadîm bir Türk yurdu olan Osmanlı Devleti’nin “Rûmeli-i şâhâne”sinin Türk evlâtları buralarda çoktan ötekileştirilmişlerdir. 

Milleti ve milliyetiyle bütünleşmiş koca yürekli Türk Subayı Ömer Seyfeddin Bey, ne tâlihsiz bir coğrafyaya, ne tâlihsiz bir zamanda düşmüştü böyle! İkinci Meşrutiyet’in ilânı, Sultan Abdülhamid Hân’ın tahttan indirilmesi, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve Osmanlı Devleti’nin yıkılışına şâhitlik etmek bahtına düşenlerdendi. 1903-1914 arasında, Bulgaristan, Makedonya, Yunanistan sınırları içinde kalan; Velmefçe, Pirlepe, Osenovo, Pirbelice, Serez, İştip, Babina, Demirhisar, Cumayıbâlâ, Razlık, Köprülü ve Yakorit köy ve kasabalarında, III. Ordu bünyesinde vazîfe almıştır. Fâciaların ardı arkası kesilmezken, bir mes’elesi vardı Ömer Seyfeddin’in…

Ağla Urûmeli ağla desek, ne çâre! Müslüman Türkler’in bu topraklardan hallaç pamuğu gibi savrulmasında komitacıların çalışmaları ve milliyetçilik akımlarının büyük tesiri olmuştur elbette. Ammâ Türk’ün içine düştüğü taassup da tuz biber ekmemiş midir Rûmeli’den koparılışımıza? Türk subayı terkisine atlayıp atını dört nala koştururken Türkler’in hâkim oldukları bu topraklarda neden azınlık durumuna düştüklerine kendi gözleriyle şâhit olur… “Taassup!” 

Askerliğini yaptığı Pirlepe, Manastır, Yakorit ve sonra esir düştüğü Selânik… Buradaki Türkler’in yaşayışları ayna gibi gözünün önüne gelir. Şefika Molla, kocası Hak rahmet eyleyince kendini neden otuz sene boyunca evine kapatmıştı? Ancak çocukluk arkadaşı ölüm döşeğinde iken, çeyrek küsûr asır sonra, ilk kez sokağa adımını atmış ve gördüğü Selânik karşısında nasıl da hayretlere düşmüştü? Şeytan makinesi dediği tramvaya binmektense yürümeyi tercîh etmiş, yürüye yürüye Beyaz Kule’nin oradan geçerken günâha girmemek için etrafına bakınmamış, nihâyet Sanayi Mektebi’ni geçip Kışla Meydânı’na varınca, eskiden mezarlık olduğunu tahayyül ettiği yerlerin binâlarla dolmuş olması karşısında titremeye başlamıştır. Gide gide yolda bir türbeye benzettiği binâya girip çıkan insanları görünce buranın ne olduğunu sormuş, türbe yerine belediye abdesthânesi olduğunu duyunca gülünç durumlara da girmemiş değildir. Türkler’in yüzyıllar boyunca millî kimlikten yoksun, ümmetçi bir anlayışla yaşaması da en büyük noksanlarından değil miydi bu coğrafyada? Hem de nasıl! Yoksa ne o tramvay şeytan makinesi idi, ne de atsız, öküzsüz giden araçlar kendi başına gidiyordu! Taassup ve bâtıl inançlar en büyük düşmanı idi Türk’ün! (1)

Hey gidi günler, heey! Türk subayı, atının terkisinde kulaklarında Bulgar Kepazef’in sesi yankılanır:

“Haydi bre ulan! Eğleniyor musun? Türk’ten ne nasyonalist olur, ne sosyalist!”(2)diyen sesi bir kez daha kanına dokunur. 

Kepazef’in, Deliorman’a kaymakam atandığı dönemde Türkler’in inancını sömürerek uyguladığı zulüm politikasını anlatışı, kulaklarında çınlar Türk subayının. O zaman Deliorman’ın nüfûsu yalnız Türklerden müteşekkildir. Bütün komitacılar Türklere karşı bir katliâm plânlarlarken Kepazef: 

“Durun!”

der.

 “Tek bir damla kan akıtmadan onları buradan süreceğim!” 

Makedonya’dan el altından getirttiği ve bir süre aç tutulan domuzları Türkler’in üzerine salar… Kahkahaları ve anlattıkları Türk subayı’nın sînesini deler geçer… 

“Türklerin hâlini bir görmeliydin… Hepsi fenâ halde kızdılar. Bütün ihtiyarları ertesi gün huzûruma geldiler. 

‘Bulgar’ın domuzları sokaklarda geziyor, çeşmelerin yalaklarını kirletiyorlar. Tarlaları eşiyorlar, biz buna tahammül edemeyiz,’ 

dediler. 

Ben onlara uzun bir hürriyet nutku îrâd ettim. Allah’ın yarattığı mahlûkların hiç kabâhatleri olmadığını, keçi, inek, öküz, tavuk gibi domuzların da hür yaşama hakları olduğunu söyledim.” (2)

Domuzlardan kurtuluş olmadığını anlayan Türkler, birer birer bölgeyi terkeder. Evleri, arâzileri hükûmet nâmına Kepazef tarafından yok pahasına satın alınır ve yerlerine Makedonya’lı muhâcirler yerleştirilir. Kepazef’in zulüm politikası Bulgaristan’daki diğer yöneticilerce benimsenir ve kısa sürede Türk varlığı erir gider.

Türk subayı sağa döner, sola döner, uyuyamaz. Uyumak azmiyle gözlerini sıkı sıkı kapar, nâfile! Pis, cılız bir domuz sürüsü önünden ecdâdın evlâtları, saf milletinin yiğit kan kardeşleri, kavukları düşerek, atları, arabaları bataklıklara saplanarak, topları tüfekleri, kadınları, kızları yollara dökülerek bir çılgın ordusu gibi kaçışlarının görüntüleri gitmez gözünün önünden…

Sene 1909… Genç Türk subayı Selânik’te 3. Ordu nizâmiye taburuna tâyin olunur. Vazîfesi îcâbı buradaki insanları tanıma fırsatını bulur, ve onları yazar, yazar… Yazar ammâ Balkanlar’ın elimizden çıkacağına dâir de derin endişeler duymaya başlar. Nitekim Avrupa devletleri tarafından etnik kimlikleri güçlendirilen azınlıklar komitacılık faaliyetleri ile Türkler’e karşı kanlı katliamlar düzenlemeye başlamışlardır. II. Meşrûtiyet’in ilânıyla artarak Türkler’e yapılan katliâmlar, bugün bütün dünya sanki hiç haberleri yokmuş gibi davransa da, târihteki yerlerini almıştır. Türk subayı Balkanlar’da iken işte bu kanlı eylemlere şâhitlik eder. Kızar kendince büyük buhran evveli Türk’ün sessizliğine. Etnik milliyetçilik ve komitacılık faaliyetlerinin de şâhidi olur:

“On gündür dolaşıyoruz. Sonbaharda sararmış harap ormanları aradık. Komitelerin erzak ambarlarını, yemek pişirmek için yaktıkları ateşlerin küllerinden başka bir şey keşfedemedik. Gâliba kış geldiği için hepsi kaybolmuşlar. Nihâyet kumandan silâh taharrisine karar verdi. İki üç köyden nasihatle, tazyikle yüz elli kadar silâh bulduk. Bunlar merkeze gönderildi. Şimdi ben müfrezemle berâber burada kaldım. Belki bu taraflarda bir çete var. Çok soğuk! Çadırda barınmanın imkânı yok.” (3) 

Genç Türk subayı Balkan Harbi evvelinde Rûmeli’nde şâhit olduklarını Türkler’in millî kimliklerinden yoksun oluşlarının sancısı olarak “Bir Zâbitin Hâtırâ Defteri-Nakarât” ta bizlere ulaştırır. Pirbeliçe, Velmefçe, Babina ve Manastır civârında vazîfelendirilen genç bir Zâbit’e Türk ordusunun Balkanlar’daki komitacılık faaliyetlerini engelleme işi verilmiştir. Askeri geniş bir alana konuşlandıran Zâbit, buz gibi, pek de temiz olmayan odasında kendine meşgale arar. Duvarda kendisinden evvel kalanların yazılarını okur. O da ne! Tam bu sırada pencereden komşu bahçedeki kızı görür Zâbit. Güzel köylü kızı. Soğuğu falan unutur, artık vaktini pencerede adını bile bilmediği komşu kızını seyrederek geçirir genç zâbit. Hayâller kurar, alıp kaçırdığı… Ama yok, olmaz! O zaman vatan hâini damgasını yer… Kaçmak, kaçırmak olmaz! Topluma yabancılaşmış, dejenere bir zâbittir bu, yoksa onu asker kaçağı olmaktan alıkoyan tek şey “yasalar”olmazdı. Her neyse, vazîfesi devlete karşı baş kaldıran bölücü komitacılarla savaşmak olan Zâbit, bütün vaktini aşk mâcerâları hayâllerine ayırır. Bulgar köylü kızı, zâbitin gözünün içine bakarak: 

“Naş, naş, çarigrad naş… rasvatri”

nakarâtlı bir türkü söylemeye başlar.

Türkü sözlerinden hiç bir şey anlamayan Zâbit, bunun kendisi için yakılan bir aşk türküsü olduğunu tahayyül ederek heyecâna kapılır. Oysa gerçeği öğrendiğinde haysiyeti yerle yeksân olacaktır. Bulgar kızı bir papazın kızıdır ve zabite: 

“Hadi ordan, İstanbul’u alacağız!”

demekte, millî mefkûresini Türk Zâbiti’nin gözlerinin içine baka baka haykırmaktadır.

Zâbit, dürbünüyle bakar köylü kızına, esvâbı da etnik  kimliğinin yansımasıdır. Ve bir gün kızın karşısına çıkarak söylediği türkünün nakaratını kıza söyleyen zâbite kız: 

“Bravooo! Bravooo!” 

diyerek türkünün diğer kıtalarını okumaya başlar. 

Birbirlerine gülümserler. Bir ay sonra tâyini çıkan zabit çok üzülür. Bu türkü nakarâtını duvara kazımaya karar verir ki, kendisinden sonra gelenler burada ne büyük bir aşk yaşanmış görsünler! Kıza bir şişe kolonya hediye etmek için çırağıyla gönderir. Sonra odacıya bu türkünün sözlerini sorar… Odacı esefle:

“Hâşâ efendim, söyleyemem.. Bizim köyümüzde kimse bunu söylemez! Biz bunu kabul etmeyiz, buranın ahâlisi nâmusludur!” 

der. 

“Bizim olacak, bizim olacak! İstanbul bizim olacak!” 

sözleri ile kızın papaz olan babasının kendi millî mefkûresince komitacılara katılıp bir yıl önce öldürüldüğü gerçeğini öğrenmesiyle bir anda beyninden vurulmuşa dönmesi bir olur Zâbit’in. (3)

Millî şuûrdan yoksun Zâbit, aslında millî şuûrdan yoksun tekmil Türkleri temsil etmektedir. Hâl böyle olunca, kişilerin hem kendilerini hem de temsil ettikleri memleketini ne kadar kötü bir duruma düşürebileceğinin çarpıcı bir öğrenğidir millî şuûr fukarâsı Zâbit. Ama Türk subayı Ömer Seyfeddin, satırlarında gâfil Türk Zabiti’ne bir şans daha verir, hikâyenin sonunda hakîkati görmesini ve uyanmasını sağlar… Ömer Seyfeddin’in için için yanmaz mı yüreği, Türk’ün Rûmeli’deki hâline, kurtuluşunu istemez mi hiç! Elbet ister, sarılır kalemine!

Gel zaman git zaman, giderek artan komitacılık faaliyetleri ile komitacılar kendi çıkarları için kendi milletine bile uygulamaktan çekinmediği vahşet ve zulme bulaşırlar. Nitekim bir dönem Hükûmet’e baş kaldırmış, ancak Meşrutiyet’in îlânıyla köyüne dönen Boris artık yaşlanmış olan babasının işlerini devralır, köyün güzel öğretmeni Magda ile evlenir. Lâkin komitacılar onları rahat bırakmaz. Boris, komitacılardan “büyük vatan”için çalışmasını, aksi takdîrde öldürüleceğini yazan bir tehdîd mektûbu alır. Bardağı taşıran son damladır bu. Güzel Magdası ile Amerika’ya gidip orada bu sefil yerden uzaklarda, medenî bir ortamda, doğacak olan çocuklarının hayîli ile her şeyi satarlar. Boris:

“Evet Magdacığım. Yarın Amerika’ya gideceğiz, orada çalışacağız. Küçük, rahat ve âsûde bir evimiz olacak. Ne komite, ne eşkıya, ne vahşet, ne cinayet! Yalnız çalışacağız. Gider gitmez çocuğumuz orada doğacak. Göreceksin ki o zaman, insanlık ne tatlı imiş,”

der.

Eski Bulgar komitacısı Boris’e bunları söyleten Ömer Seyfeddin,Türk subayının da bu sefâlet ve vahşet ortamındaki yılgınlığını ve insanî değerleri özlediğini bizlere âyan beyân göstermektedir. 

Gel gelelim, komitacılar Boris ve Magda’yı rahat bırakmazlar. Hem paralarını alırlar, hem de “Bomba”diye emânet ettikleri Boris’in kesik başı evlerine, yüreklerine gerçek bir bomba gibi düşer. Türk subayı Ömer Seyfeddin, işte bu tür hâdiselere de şâhitlik eder, eder ammâ insanlığı, insan gibi yaşamayı da, aslında çok da özler. (4)

1. Meşrûtiyet ilân edilmiştir. Türk subayı Ömer Seyfeddin, Köprülü’dedir. Tozlu yolları, dik yokuşları aşarken başının üstünde giderek koyulaşan güneşsiz bulutlar, sefil ve hasta Vardar’ın sedâsı akşamın sükûtu içinde kaybolurken aslâ ihtimâl bile vermediği felâketlerin ayak seslerinin de çok yakın olduğunu derûnunda hisseder:

“Kalbimde sarîh bir acı sızlamaya başladı.  Artık konuşamıyor, Âkil’le müdürün konuştuklarını duymuyordum. Gözlerimin önüne dumanlı bir Balkan haritası geliyor. Türkiye’nin parçalandığını, bu müthiş ve nâmevcut haritanın kırmızı ve âteşîn çizgili hudûdlarının hafî ve çirkin bir el ile bozulduğunu, değiştirildiğini görüyorum gibi oluyordum. Iztırâb dakîkaları her felâket zamânında olduğu gibi, yine bir azâb ifrîti uzunluğuyla geçiyor, aklıma iki üç sene evvelokuduğum Roland de Mares’in ‘Mal Ottoman’ makâlesi geliyor. Bâzen biraz kehânet, taslayanve ekseriyâ sözleri çıkan bu bedbîn, bununla beraber meşhûr muharririn bizim için, zavallı Türklerin istikbâli için verdiği insafsız ve kat’î hükümleri derhâtır ediyordum.”(5)

Balkanlardaki kutuplaşmayı görünce “Osmanlıcılık”idealinin içi boş bir hayâl olduğunu görür Türk subayı Ömer Seyfeddin. Dışarıda bir miting olacaktır. Genç kızların saçlarında “hürriyet kurdelesi”dedikleri kırmızı-beyaz şeritler takılıdır. Nitekim bu gayri müslim meşrutiyet taraftarlığının riyakârca olduğunu ve Avrupa’nın kışkırtmasıyla bölücülük için paravan olarak kullanıldığını görür ve bizlere gösterir Türk Subayı Hürriyet Bayrakları’nda. 

19. Yüzyıl sonunda etnik kimliklerini vurgulayan gayri müslimler ile Türkler arasındaki uçurum giderek derinleşmiştir. Nitekim Türk Subayı Ömer Seyfeddin yanında Osmanlılık taraftarı olan bir başka Türk, mülâzım (teğmen) olduğu halde Razlık’a doğru yol alırken tarlada çalışan bir Bulgar köylüsüne selâm verip kolay gelsin dedikten sonra köylü, onlara dönüp:

“Ne znam Türkçe bre!”

“Türkçe bilmiyorum, bre!”diye omuz silkmemiş midir? (6) Mülâzımın kırmızı Osmanlı bayrakları diye atını Bulgar köyüne koşturduğu ve Türk subayına göstermek istediği sözde kırmızı bayraklar aslında güneşte kuruması için asılmış olan kırmızı biberler değil miydi? Mülâzım Osmanlılık fikrinin artık düveli bir kelimeden ibaret olduğunu henüz idrak etmese de göreceğini kendi gözleriyle görmüştür. 

Asırlardır aynı coğrafyayı paylaşan insanlar artık bu topraklarda aynı dili de konuşamayacaklardır. Bütün bu gelişmeler olurken “Osmanlıcılık”ideolojisi ile oyalanmak ne büyük gafletti Türk için. Türk subayı mülâzıma, Osmanlıcılığın, bir zamanlar içinde barındırdığı unsurları korumuş, kollamış olan kuvvetin kendisinin gitmiş, şimdilerde ise düveli bir tâbirden başka bir şey olmadığını, Rumların, Bulgarların, Sırpların bütün o eski alt kültür tebâmız olan bugünkü uyanık milletlerin Türkler’den intikam almak ve kendi öz kardeşleriyle birleşmekten başka mefkûreleri olamayacağını anlatır. Lâkin mülâzımın anlamadığını gözlerinden okur.

Ömer Seyfeddin, Osmanlıcılığın Türkler dışında kimse tarafından benimsenmediğine şâhit olur. Nitekim millî şuûrdan, millî kimlikten yoksun olmanın acı sonuçlarına da şâhitlik eder. Türkler’de millî uyanışı sağlamak gerekmektedir. Alır kalemini, hep yazar, bilir çünkü dilimizin çekildiği topraklardan er veyâ geç çekilmek zorunda kalacağımızı… Lâkin taassup duvar gibi Türk’ün önünü kapatmış, ümmetçi, Osmanlıcı anlayış Balkan topraklarını hızla kaybetmemize engel olamamıştır.

Türk subayı Ömer Seyfeddin, atının terkisinde Balkanlar’ın, Rûmeli’nin âfâkını sarmış olan bedbînliğe şâhitlik etmiş, millî mefkûre ışığını Türk yüreklerinde uyandırmak için var gücüyle yazmış, yazmıştır… Yeri gelmiş şâhit olduğu zulümleri anlatmış; “Beyaz Lâle”yi bize sunmuş; yeri gelmiş Vardar’ın bulanık sularına bakarak Osmanlı’nın en güçlü olduğu zamanlara ait hikâyelerini yazmış; “Eski Kahramanlar, Fermân, Teke Tek, Topuz, Başını Vermeyen Şehit, Kütük, Vire” başlıklarıyla önümüze koymuş; yeri gelmiş Avrupa’nın riyâkâr medeniyet anlayışı ve masonluğun bu coğrafya’da Türk hâkimiyeti üzerindeki etkisini kıyasıya eleştirmiş, savaşın millî şuûrdan mahrûm insanların o şuûru kazanmalarına yardımcı olduğunu da anlatmış; “Primo Türk Çocuğu”nu, millî mefkûre programımızın başına koyuvermiş; Balkan Savaşı öncesinde bölge insanlarının Türkler’e bakış açısını anlatmış, “Nakarât”ı, “Hürriyet Bayrakları”nı, “Tuhaf Bir Zulüm”ü, “Türbe”, “Bomba”, “İrticâ Haberleri” ve daha pek çok hikâyeyi kaleme almıştır.

Milleti ve milliyetiyle bütünleşmiş Türk subayı Ömer Seyfeddin, atının terkisinde kâh ötekileştirilen Türk’ün sessizliğine kızmış, kâh miskin taassup ehlini eleştirmiş,  kâh Türk’e yapılan katliâmları derûnunda hissetmiş ama hep millî mefkûre ışığını Türk’ün yüreğinde uyandırmaya çalışmış, vatanları işgâl edilmiş Rûmeli Türkü’nün yaşadığı fâciâ içre fâciâları yazmıştır.

(Devam edecek…)

Singapore 25.10.2019

Numaraların Referansları:

  1. Makedonya Hikâyeleri-Türbe
  2. Tuhaf Bir Zulüm
  3. Bir Zâbitin Hâtırâ Defterinden-Nakarât
  4. Bomba
  5. İrticâ Haberi

Kaynaklar:

Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri.

Onur Hasdedeoğlu, Ömer Seyfettin’in Hikâyelerinde Balkan Coğrafyası ve Gündelik Yaşam.

Yazar
Ayşe SAMİHA

Türk Milleti’nin târih yolculuğundaki en önemli menzillerinden, pek çok Osmanlı Sultanı’nın Dersaadet’in fethinden sonra bile sadrına başını yaslayıp sînesinde demlenmeye devam ettiği, Koca Sinan’ın “Ustalık eserimdir” de... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen