Bizlerde aslında havayolunu döşeyen yassı hücrelerle aynı kökendeniz. Ama hani ailenin yakışıklı, zeki çocuğu olur ya, işte bizler tüm iyi özellikleri kendisinde toplamış evlatlarıyız.
Akciğerdeki diğer hücrelerden farklı olduğumuzu, neredeyse 120 sene önce, 1897 yılında Rus anatomist ve hücre bilimcisi (histolog) Nikolai Kulchitsky (1856-1925) bulmuş. E adını da vermiş tabii ki…
Diğer hücreler oksijen verip, karbondioksit salma gibi rutin işleri yaparken bizler farklıyız. Sinir sisteminden gelen uyarıları algılayabiliyoruz… Yani bizler sanatçı hücreleriz. Bu uyarılara hormon denilen çeşitli maddeler salgılayarak karşılık veriyoruz.
Mesela oksijen miktarı azalsa diğer hücre arkadaşlar uyurken, azıcık bir azalmayı dahi algılıyoruz. Koklama özelliğimiz çok gelişmiş. Bu oksijen azlığını hissettiğimizde diğer uyuyan hücre arkadaşları uyandırıp, gereğini yapmaları konusunda uyarıyoruz.
Bir yandan da hayıflandığımız bir konu var. Adımıza nöroendokrin hücrelerde deniyor. Ve akrabalarımızdan beyinde, barsaklarda bol miktarda var. Onların işi çok rahat. Bizim gibi her nefeste toz toprak, zift gibi sigara, pipo dumanıyla uğraşmıyorlar… Her nefeste yıkanmaktan illallah dedik.
Yakışıklı ve zeki insanı tutmak zor. Sigara denilen zehrin dumanını yedikçe o iyi aile çocuğu durumu farklılaşmaya başlıyor. Küçük, cin bakışlı, hin, lenfoma hücreleri gibi bücür tiplere benzemeye başlıyoruz. Zeki insan çıkış yolu arıyor. Pis dumandan uzaklaşmak için akciğerin kaçış yolları olan lenf kanallarına sığınıyoruz. Onlardan da bol miktarda var. Özellikle soluk borusu çevresindekilerde toplanmak çok keyifli oluyor. Ne sigara dumanı kalıyor, ne de toz toprak!
Zekâ farklı bir şey. Çok hızlı organize olup büyük kalabalıklar toplayabiliyoruz. Hop beyler deyip çevremizde ne varsa iteliyoruz. Ne damar, ne soluk borusu tanırız vallahi. Bir de toplardamara bastık mı, insan sarhoş olmuş gibi kafası bulanıp şişmeye başlıyor.
Bazen kafayı bozup tam gücümüzle saldırıyoruz. Hormonları kan sistemine bastık mı, ne eklem ağrısı kalıyor, ne de el yüz kızarması, hatta bazen beyni dahi etkiliyoruz. Buna paraneoplastik sendrom diye de ad koymuşlar. Yani sizin anlayacağınız her işimiz fiyakalı.
Bizim vücudun sahibi amca da çok hakir davrandı bize, dumansız dakikamız yoktu vallahi. Dünya atmosferinde karbondioksit yükselmeden bizim buralarda tavan yapmıştı. Sonunda bizlerin de kafa bulandı tabi… İsyana karar verdik.
Lenflerde buluştuk. Sayımız milyonları buldu. Toplardamara bası yapınca, bizim amca bir sorun olduğunu anladı. Yüzü gözü şişmişti zavallının. Bir grup arkadaşımızı kepçe ile götürmüşler. Tam neden olduğunu anlamaya çalışırken, şiddetli bir nükleer saldırı ile karşı karşıya kaldık. Ardından zehirli ilaçlama… Neye uğradığımızı şaşırdık. Çok ani olmuştu bu saldırı. Tam bir hezimet yaşıyorduk. Aramızda tek tük hayatta kalan olmuştu. Şimdilik tekrar güç toplayana kadar uykudayız. Arada zehirli ilaçlarla son kalanlarımızı da öldürmeye çalışıyorlar, ama saklanacak yerleri iyi biliyoruz.
Hepimizi böyle zannetmeyin. Başkalarından duyduk. Bizim ekipten bazı arkadaşlar, karakterlerini hiç bozmadan soluk borusunun değişik yerlerinde veya akciğer içerisinde de bir araya geliyorlarmış. Bir nevi dumandan, toz topraktan korunaklı alan oluşturuyorlarmış. Soluk borusu tıkanırsa bu arkadaşların toplanması anlaşılıyor, yoksa kolay kolay fark edilmiyormuş. Hayat boyu mutlu mesut yaşıyorlarmış.
Zeki adamı üzmemek, gönlünü hoş tutmak önemli, yoksa kafayı bozduklarında asi ergen gibi kontrol etmek zor oluyor…