Nuri GÜRGÜR[i]
İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında, 1998 yılında Refah Partisi’nin mitinginde yaptığı konuşmada Ziya Gökalp’e ait dört mısradan ibaret şiiri okuduğu için açılan dava jet hızıyla sekiz ayda tamamlandı, sekiz ay on gün hapis cezası verilerek “siyasi yasaklı” haline getirildi. Kararın açıklandığı duruşmanın ardından Saraçhane Meydanı’na gelen Erdoğan buradaki topluluğa kararı şöyle yorumladı: “Görüyoruz ki yargı gerçekten bağımsız değil; böylece yargının işleyişine adalet ilkelerinin değil siyasetin egemen olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Siyasi rakiplerimiz, güç ve çıkar odakları seçim sandıklarında karşımıza çıkamayacaklarını, önümüzü kesemeyeceklerini iyiden iyiye anlamış olmalılar ki böyle bir yola başvurdular. Bu yol yanlış bir yoldur. Adalet gün gelecek yargıyı siyasallaştıranlara da lazım olacaktır.”
28 Şubat süreci olarak anılan bu dönemde etkili olan, sivil ve askeri vesayet yargıyı bir sopa gibi kullanarak siyasi mühendislik yapmak istemişti. Erdoğan’ı siyasetin dışına çıkarmaya yönelik bu girişim içeride ve dışarıda tepkilere yol açtı. ABD İstanbul Başkonsolosu Erdoğan’a “geçmiş olsun” ziyaretine geldi. En saygın hukukçularımızdan biri olan Prof. Sami Selçuk “Yargıtay’ın bu kararı hukuku yıkmıştır” diyor, “adil yargılanma hakkının” çiğnendiğini ifade ediyordu. Erdoğan’ın, kamu vicdanının genellikle haksız bulduğu bu kararla Belediye Başkanlığını da kaybetmesinin, mağduriyetinin yarattığı toplumsal tepkiler yeni parti kurma girişimlerinin önünü açtı. Millî görüş gömleğini çıkardığını açıklaması, hukuka, demokrasiye, özgürlüklere vurgu yapan söylemleri, yeni partinin adının adalet olması geniş bir seçmen tabanının desteğiyle iktidara gelmesini sağladı.
Aradan 24 yıl geçtikten sonra Saraçhane Meydanı’nda bu defa başka bir İBB Başkanı, Ekrem İmamoğlu kesinleşmesi halinde kendisini siyasi yasaklı durumuna getirecek olan hakkındaki yargı kararını, Erdoğan’ın o günkü sözlerini tekrarlayarak eleştirdikten sonra şunları ekledi: “Ne kadar doğru cümleler değil mi? Yahu bu kararları aldıran zat, bu sözler senin değil mi? Nereden nereye; o gün millet diye çıkanlar bu gün millet biziz diyorlar, devlet bizim diyorlar. Bu bozuk düzen 31 Mart gecesi AA üzerinden verileri kapatarak seçimi elimizden almaya cesaret ettikleri gün başlamıştır. Demokrasi için mücadele edeceğiz, bu ülkenin adalete merhamete vicdana umuda ihtiyacı var.”
İmamoğlu hakkındaki karar İstinaf ve Yargıtay safhalarının tamamlanmasından sonra kesinleşecek. Ama her durumda seçimlere en fazla altı ay bir zaman kala siyasi gelişmeleri, muhalefetin aday tespitini ve seçmenin tercihlerini büyük ölçüde etkileyecektir. Şahsen meselenin siyasi yönü üzerinde yapılan eleştirilerin, tahminlerin yani güncel polemiklerin dışında kalarak, olayın hukuki boyutunu konuşmanın daha yararlı olacağını düşünüyorum. Çünkü siyasi kutuplaşmalar, parti taassubu ülkemizde giderek “siyasi kabileleşmelere” dönüşüyor. Siyasal kabilecilik / partizanlık zaten çok gelişmemiş olan objektif düşünme ve karar verme melekelerimizi büsbütün köreltiyor; siyasetteki bugünkü manzaranın, sportif rekabeti türibin terörüne dönüştürerek kendin tatmin ettiğini zanneden fanatik taraftarların şizofrenik davranışlarıyla örtüştüğünü gördükçe ülkemizin geleceği adına maalesef iyimser olamıyorum.
Prof. Sami Selçuk’un 24 yıl önce işaret ettiği adaletin, hukuki ilkelere göre işleyen yargının “olmazsa olmazı” yani önceliği olan “adil yargılanma hakkı”nın bu davada uygulandığını söyleyebilir miyiz? Bir ay kadar önce 7 Kasım’da araştırmacı gazeteci Barış Terkoğlu bu cezayı veren Asliye Hukuk Mahkemesi‘nin önceki Hâkimi Hüseyin Zengin’in yaz kararnamesiyle rızası hilafına aniden Samsun’a gönderilmesinin arka planını yazdı. Bu tayine kadar beş duruşma yaparak karar aşamasına gelen hâkimin, bazı savcıların isteğine uymayarak alt sınırdan ceza verme kararında olduğunun duyulması üzerine değiştirildiği açıkça belirtiliyordu. Her bakımdan önemli olan bu yazıda anlatılanları şimdiye kadar yalanlayan olmadı.
Ülkemizin ceza hukuku konusunda en yetkin isimlerinden olan, Meclis’te yeni yasayı hazırlayanlar arasında yer alan Prof. İzzet Özgenç, Prof. Adem Sözüer ve Prof. Ahmet Gökçen’in bu dava hakkındaki 36 sayfalık raporu dosyada bulunmasına rağmen yeni atanan hakim dikkate almaya gerek görmedi. Oysa Prof. İzzet Özgenç 24 yıl önce Erdoğan‘ın savunma avukatları arasında yer alıyordu. O gün müvekkiline ceza verilmesinin hukuken yanlışlığını belirttiği gibi bu gün de Ekrem İmamoğlu’na yapılanı haksız buluyor ve eleştiriyordu.
Türkiye’de yargının bağımsızlığı konusunda eskiden beri en büyük engel hâkimlerin coğrafi teminatlarının bulunmayışıdır. Siyasi iktidarın beğenmediği bir karar veren hâkimleri taşraya sürgün eder gibi gönderdiğinin çok sayıda örneği ortada; üstelik pozisyon bakımından kolayca refüze edilebiliyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan 2019 Mayıs ayında yaptığı adli konularla ilgili konuşmasında bu konuya da değinmiş, yargı bağımsızlığının en önemli unsurlarından birinin coğrafi teminat olduğunu ifade ederek bu eksikliğin kısa zamanda giderileceğini vaat etmişti. Üç yıla yakın bir süre geçti ama durum değişmedi. Liyakatli ve tecrübeli çok sayıda hakim Anadolu’da görevlerini yaparken en büyük metropolümüz İstanbul’da 2016 ‘dan sonra KPSS’de 51 puan alan ya da iki yıllık avukatlıktan hakimliğe geçiş yapanların “güvenilirlik kriterlerine uygun bulunarak” ağır ceza mahkemesi hakimi hatta başkanı olduklarını görebiliyoruz.
Hukuk literatürümüze “Ahmak Davası” olarak geçen bu davayla ilgili açıklamalar yapan iktidar partisinin sözcüleri yargının verdiği kararı eleştirmenin yanlış olduğunu, sürecin henüz tamamlanmadığını, İstinaf ve Yargıtay’dan çıkacak kararın beklenilmesini savunuyorlar. Ancak Mehmet Uçum’un bir gazeteciye yaptığı açıklamalar ve sitesinde yayımlanan yazısı alt mahkemenin kararının aynen onaylanacağını işaret ediyor. Mehmet Uçum sıradan bir hukukçu / avukat değil, yedi yıldır Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı ve Hukuk Politikaları Kurulu Başkanı sıfatlarını taşıyor. İlginç bir özgeçmişi var. 90‘lı yıllarda TKP’nin en faal üyelerinden birisi; birçok radikal solcu kuruluşta yönetici ve üye olarak görev yapıyor. AK Parti’nin iktidara gelmesi üzerine “kısmen” ihtida etti. Kendi ifadesiyle ideolojik görüşlerini terk etmemekte beraber siyasi rotasını değiştirdi. Yeni muhitinde itibar gördü. Yeni anayasanın baş mimarlarından biri Uçum’dur.
TDK Sözlüğünde “demagoji” kelimesinin anlamı şöyle açıklanıyor: “bir kimsenin ya da topluluğun duygularını kamçılayarak, okşayarak onu ya da onları kendine çekmeye çalışmak.“ Mehmet Uçum’un ahmak davasıyla ilgili yazısı sözlükteki tanımlamayla tamamen örtüşüyor. Başhukukçu olmasından dolayı yukarının ne düşündüğünü bilebilir diyerek yazısını okumak istedim. Ama hukukçu kimliğiyle davaya ilişkin hukuki bir yorum yapmak yerine, başından sonuna kadar Sayın Cumhurbaşkanı’na övgüler yağdırarak takdirini kazanmaya yönelik çabasından başka bir şey göremedim. Ancak bir cümleyle alt mahkemenin kararının İstinaf ve Yargıtay‘da değişme ihtimalinin olmadığını, aynen oylanacağını söylemesi davanın akıbetinin ne olacağını işaret ediyor.
———————————————
[i] Türk Ocakları Eski Genel Başkanı, ATO Meclisi Eski Başkanı, mütefekkîr-yazar, işadamı