Hayatı
İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Yusuf Kâmil Paşa’nın mühürdarlarından Seyyid Mehmet Emin Paşa(ö.1908)’nın oğlu olarak 17 Kasım 1871(1288 hicrî yılının 5 Ramazan Cuma gecesinde) tarihinde İstanbul’da babasının Bayezıt’ta Mercan Mahallesindeki konağında dünyaya geldi. Annesi Hamide Nergis Hanım’dır. İbnülemin dört kardeştir ve kardeşleri Ahmet Tevfik, Mehmet Selim ve İsmail Hakkı Beylerdir.
Hüseyin Vassaf’ın ifadesine göre babası, ”istihâre ederek vâki olan işaret üzerine Mahmud Kemal’i tesmiye eylemiştir”[1]. Mizacı asabi ve hassas bir yaratılışa sahip olduğundan küçük yaşlardan itibaren anne ve babası Mahmut Kemal’i incitmemeye dikkat etmişlerdir.[2]
İbnülemin’in ve kardeşi Ahmed Tevfik Bey’le eğitime nasıl başladığını kadim dostu Hüseyin Vassaf şöyle anlatıyor:
“Bu iki nâzenîn-i hayatın tahsil zamanı hulûl edince evvelemirde teyemmünen ve teberrüken icra olunan bed’[-i besmele] cemiyet-i müteyemminesinde Mercan Ağa Sıbyan hocası tarikat-ı Hâlidiye sâliklerinden ve Gümüşhaneli Şeyh Ahmed Ziyaeddin Efendi hazretlerinin müridânından Osman Efendi’den besmele-keş-i irfan olup ba’dehu Şehzade Mekteb-i Rüşdiyesi’nde tarîk-i tahsile şitâbân oldular; dağdağa-i hayat-ı âleme katılmağa hazırlandılar. Peder-i pür-faziletleri her ikisine bihakkın telkin-i fazilet etmek maksadıyla emr-i tahsillerine bizzat itinakâr olup müktesebât-ı fezâil-i irfaniyesinden onları hissedar ederdi. Eyyâm-ı sabâvetlerinden beri ale’d-devam hususi muallimler Mercan’daki konağa celbolunur; onlardan da taallüm eylerler idi.”[3]
Kardeşi Ahmed Tevfik Bey’le babasından ve devrin ulemâsından husûsî sûrette eğitim gören İbnülemin Mahmud Kemal, Mehmed Âkif’in babası İpekli Tâhir Efendi’den de ders aldı[4]. Arapçayı öğrendi. Hasan Tahsin Efendi’den yine kardeşiyle birlikte sülüs ve nezih dersleri görüp bir müddet sonra icazet aldı. İbtidâî ve rüşdî mekteplerinde okudu. Mekteb-i Mülkiye ve Mekteb-i Hukuk’a, ayrıca medrese ve cami derslerine devam etti. Sağlık problemleri yüzünden Mekteb-i Mülkiye’yi terk etti. Trabzonlu Hüsnü Efendi’den tefsir, hadis ve Farsça dersleri aldı. Şehzadebaşı Camii’nde Buhari-i Şerîf, Bayezıd Camii’nde Tefsir-i Keşşâf okudu. Mûsikî dersleriyle meşgul oldu. Fransızcayı Leon Efendi’den öğrendi.
Babasının memuriyeti dolayısıyla Sivas, Adana, Mamuretülaziz, Ankara, İzmir ve Adaları gezdi. Çocuk denilecek yaşta babasının eski kalem arkadaşlarından Tevfik Bey’in yardımıyla Sadâret dairesinde “eyâlât-ı mümtâze ve muhtare” kalemine maaşsız olarak devama başladı. Dokuz ay sonra kırk kuruş maaşla vazifelendirildi. Sadrazam Cevad Paşa’ya birkaç risalesini sunmasıyla “rabia” rütbesiyle taltif edildi. Ardından Babıâli’de teşkil olunan teftiş-i ıslahat komisyonunun baş kitabetine tayin edildi. Birkaç sene hizmet ettikten sonra görevinden istifa etti ve mektubî kalemine geri döndü. Tekrar eyâlât-ı mümtâze ve muhtare kalemine atandı. Bir müddet sonra bir daha hükümet memuriyetine girmemek kaydıyla görevinden istifa etti; fakat, babasının görevinden azledilmesiyle “kemâl-i nefretle” mektûbî kalemine girdi. Bir müddet sonra müdür muavini rütbesi verildi. Said Paşa’nın yedinci defa sadârete gelmesiyle sadâret mektûbî kalemine tâyin olundu. Kâmil Paşa’nın yeniden sadrazam olmasıyla tekrar eyâlât- mümtaze ve muhatare kalemine nakledildi.
1909’da Sultan Abdülhamid’in hall edilmesinden sonra resmî evrak ve jürnalleri kontrol edecek komisyona seçildi. İstanbul’un işgali yıllarında evi de işgal edildi; pekçok yazma eser ve koleksiyonu eviyle birlikte tahrip edildi. Evkâf nâzırı Hayri Efendi’nin teklifi ile Evkâf-ı İslâmiye Müzesi(İslâm Eserleri Müzesi)’ni kurdu(1914). Hoca Tahsin Efendi’nin Mektebi’inde hat öğretimi için Medresetü’l-hattatîn’in açılmasına yardımcı oldu(1914). 1916’da Âsâr-ı Atîka Müzesi(Arkeoloji Müzesi)’nde teşkil olunan komisyona evkâf nezaretini temsilen katıldı. Şûrâ-yı Devlet azası oldu. Takvim-i Vekâyi gazetesinin müdürlüğüne(1921), daha sonra da beş bin kuruş maaşla Divan-ı Hümayun Beylikçiliğine getirildi(1922). Memuriyetten ayrıldı. Tarih-i Osmanî üyeliğine seçildi(1923). Bu arada kardeşi Ahmet Tevfik Bey vefat etti.
Divan-ı Hümayun Beylikçiliğinin kaldırılmasından sonra İstanbul Üniversitesi’nde kurulan Türk Tarih Encümeni Azalığına getirildi. Maddî sıkıntılar sebebiyle dostlarından Halil Nihat Bey’in yardımıyla Düyûn-ı Umumîye’de görev aldı(1924)[5]. Sekiz ay sonra işine son verildi. Tokkapı sarayı arşivlerinin tasnifi için kurulan Vesaik-i Tarihiye Tasnif heyeti başkanlığı yaptı(1924). Komisyonun lağvedilmesinden sonra kurucuları arasında bulunduğu İslâm Eserleri Müzesi müdürlüğüne getirildi(1927) ve oradan emekli oldu(1935).
Prenses Hatice Abbas Halim’in yardımıyla hacca gitti(1936). Çeşitli çalışmalarından dolayı Alman imparatoru 2. Wilhelm, Avusturya-Macaristan kralı Şarl, İran şahı Ahmet tarafından kendisine nişanlar verildi. Maarif vekili Hasan Âlî Yücel tarafından Kütüphaneler Tasnif İşleri İlmî Müşavirliğine getirildi. Mısır veliahdı Mehmet Âli Tevfik’in daveti üzerine Kamil Akdik ile Mısır’a gitti(1939) ve yeni yapılan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ni düzenledi. 24 Mayıs 1957’de 87 yaşında ahirete intikal etti. Kabri Merkez Efendi kabristanlığındadır.[6]
Bazı Eserleri
Kemalü’l-Hikme, Kemalü’l-İsmet, Kemalü’l-Meşahir, Tarihçe-i Evkâf ve Teracim-i Ahvâl-i Nüzzâr, Son Asır Türk Şairleri (Kemâlü’ş-Şuara), Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar (Kemâlü’s-Sudur), Son Hattatlar(Kemâlü’l-Hattatîn), Hoş Sada, Sabih, Rahşan, Bir Yetimin Sergüzeşti, Divan-ı Yahya, Divan-ı Galib, Menakıb-ı Hünerveran, Hulasa-i Ziraat.
Şahsiyeti
İbnülemin medeniyetimize has duruşuyla hayatı anlayan ve onu seven bir geçmiş zaman efendisidir. Yaşamın içinde sürekli kendinden emin bir şekilde sağlam kalabilmenin sırrına vâkıf bir halde yaşamayı bilmiştir. Çok yüzeysel baktığımızda bile onun, büyük bir medeniyetin büyük bir şahsiyeti olduğunu derhal fark ederiz. Bu güzel şahsiyet geçmişle, gelecek arasında köprü olmayı ısrarla istemiş ve âdetâ Tanzimat döneminden çıkıp gelmiş intibaı veren renkli şahsiyetiyle bunu başarmıştır.
İbnülemin mâziye bağlanan medeniyet köprülerinin atıldığı ya da öyle sanıldığı bir devirde bunun imkânsız olduğunu göstermiştir. Tanpınar’ın “Üstat aramızda mazi hâtıralarının yed-i emini sıfatıyla bulunuyor”[7] demesi biraz da bundandır. Onunla geçmiş, bizi kıskıvrak yakalayan bir el gibidir. Bununla ifade etmek istediğimiz şey, İbnülemin’in geleceğin, geçmişin devamı olan bir süreç olduğu bilincini daima taşımış ve yaşatmış olmasıdır. Bu yüzden belki hep yeni görünmek isteyenlere inat eskimeyen mazi olarak kalmıştır ve belki bu yüzden hep insanları kendisine çekmeyi başarmıştır. Hasan Âli Yücel’in “Mahmud Kemal Bey, mazi gibi görünen haline rağmen tamamıyla bugündür[8]” sözleri ondaki mazi-müstakbel terkibini ifade etmesi bakımından son derece önemlidir.
Milletlerin tekâmülünde edep ve hayâ hislerinin ne kadar önemli olduğu, insanların ancak bu hislerle tam mânâsıyla kıymet bulacağı, erbâbına mâlûmdur. İbnülemin edeb-i Muhammediyeyi kendine düstûr edinmiş bir kültür adamıdır. Onun edeple kaynaşmış renkli hayatını anlamak ve kendisini daha iyi tanıyabilmek için yakın arkadaşı Hüseyin Vassaf’ın şu sözleri onu daha yakından tanımamıza yardımcı olacaktır:
“Mahmud Kemâl Bey asabiyyü’l-mizacdır, ciddidir, serî’u’l-infialdir, fevkalâde hassastır. Bu hâli nehâfet-i vücudiyesinin ve fart-ı zekâ, vefret-i dehasının tesirindedir. Edep ve terbiyeyi ve hakikat-i hâle mugayir gördüğü ufak bir şeyden, hele en ufak bir bed-muameleden müteessir olmak müşârün ileyhin tabiat-ı zâtiyesi icabındandır. Onunla görüşen ve meclis-i sohbetinde bulunan bir kimse her hâl ü hareketinde hazm u ihtiyata riayetkâr olmak mecburiyetindedir. Terbiyesizliği, saygısızlığı, laübâliliği, boşboğazlığı, zemmâmlığı, temellüku, fessâllığı hoş görmez. Meclisinde etvâr-ı bî-edebâneyi takınmak isteyenlere derhal edîbâne, zarifâne bir surette kâlen mümkün olmazsa hâlen irşâdkâr olacak vaz’ u tavr alarak o kimseyi daire-i edebe davet eder, bu babda ihtiyata, cebr-i nefse, sabr u tahammüle tab’ında meyil azdır.”[9]
İbnülemin’i yakından tanıyan ve onunla “hem-bezm ü sohbet” olan Hüseyin Vassaf, kadim dostu hakkında yazdığı Kemâlü’l-Kemâl adlı eserinde bunları söylüyor. İbnülemin Mahmud Kemal’in insan davranışlarında aradığı incelikler ve kendisinin daima âdâb-ı muâşerete dikkat etmesi kendisinde var olan asâleti ve kemâli göstermesi bakımından dikkate şâyândır.
Dikkatle baktığımızda İbnülemin’de bizleri bir araya getirecek güzellikler olduğunu görürüz. Yani insanların birbirini kırmadığı, fikirlerine saygısızlık etmediği, insanların düşündükleriyle mahkûm edilmediği bir âlemin güzelliklerini kastediyorum. Bunun abartı olmadığını bize İbnülemin’in şahsiyeti ve konağı söylüyor. Onda ve orada, kim olursa olsun ve ne düşünürse düşünsün, pekçok kesimden insanların bir araya geldiğine, buluşup muhabbet ettiklerine şahit oluyoruz. Bizim de istediğimiz bu değil midir? İşte bu yüzden İbnülemin’i dikkatle incelemek ve onun konağındaki –şahsiyetler ne kadar zıt düşüncelerin temsilcisi olursa olsun- birlik temeli üzerine kurulu hayatından fikirler devşimek mecburiyetindeyiz[10]. Bu konuyla alakâlı Mehmed Çavuşoğlu’nun şu sözleri ondaki bu özelliği bize daha iyi gösterir mahiyettedir:
“Tanzimat fırtınası birçok ahlâkî ve fikrî kıymet hükümlerini altüst ederken ortaya çıkan yeni aydın tipleri arasında Mahmud Kemâl Bey, Yahya Kemâl’in tâbiriyle “kökü mâzîde âtî” olarak kalabilmiş nâdir insanlardandır. Onun içindir ki, çevresinde Hasan Âli Yücel, Kâzım İsmail Gürkan, Tevfik Remzi Kazancıgil, Mükrimin Halil Yınanç, Süleyman Nazif, Ahmet Hamdi Tanpınar, Hamamîzâde İhsan gibi farklı düşünce ve karakterde bir hayranlar halkasını ölünceye kadar muhafaza edebilmiştir.”[11]
İbnülemin, eskilerin tabiriyle “nevi şahsına münhasır” insanlardan biridir. Yahya Kemal bir beyitle bunu çok güzel ifadelendirmiştir:
Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine. [12]
Aslında İbnülemin gelenekte orijinalliği yakalayabilmiş bir üslûp insanıdır. Bütün hayatı boyunca ve bütün eserleriyle nereden beslenmemiz gerektiğini ısrarla savunmuştur; fakat bu savunma sessiz ve alttan alta devam edegelen bir mücadele hâlindedir[13]. Bizim olmayana, bizi ifade etmeyene karşı çıkması bundandır. Batıcılık diye diye bu milletin asırlarca ortaya koyageldiği âbide eserler tek kalemle çizilmiş ve çiğnenmiştir. İşte İbnülemin böyle bir durumda ve zamanda kültürün öz dinamiklerini kendi şahsında barındırabilmiş, bu sayede asla unutulmayacak hizmetini gerçekleştirmiştir.
Burada yeri gelmişken Dursun Gürlek’ten şu hadiseyi nakletmeliyim[14]:
Merhum Mithat Sertoğlu’ndan dinlemiştim: Şair Rıfkı Melûl Meriç, bir gün yanına aldığı bir tıbbıye talebesini ilk defa Üstad’ın Mercan’daki konağına götürür. Delikanlı içeriye girer girmez topuklarını asker gibi sertçe birbirine vurduktan sonra, başını birkaç kere sağa sola sallar; gûya böylece “huzzar-ı kiram”ı selâmlamış olur. Mahmut Kemal Bey, fırsatı kaçırmaz ve gence ilk soruyu sorar:
-Evlâdım, senin adın nedir?
-Mustafa efendim!
-Maşallah! Adın, Müslüman evladı olduğunu gösteriyor. Sen bilmiyor musun ki bizde selâm temennâ usûlü verilir ve “Esselâmü aleyküm” denir. “Senin de ananı, senin de ananı” der gibi niçin başını sağa sola sallıyorsun? (…)
İbnülemin, insanı “herkes ya da hiçkimse” olmaya çağıran bir hayat şekline (şekilsizliğine mi demeliydim?) karşı çıkan realitemizdir. Yeri ve zamanı gelince farklılıklarımızı yok eden yenilik görünümündeki çürümeye ve şahsiyetsizliğe hücum eden geçmişimizdir. Bazen de geleceği terbiye eden, tarihimizle sımsıkı olmuş tecrübeler yumağımız…
Biz, ısrarla İbnülemin’in neden bu kadar sempatik, bize ait, sımsıcak, tarihî ve estetik bir şahsiyet olduğunu eserlerinde ve kendisinde aramaya devam edeceğiz. Onun şahsiyetinde yoğurduğu varlığımızı anladığımız zaman medeniyetimizin büyüklüğünün kodları da elimize geçmiş olacaktır. İbnülemin, Tanpınar’ın deyimiyle “hayatı ve insanları seven ve kıskanılacak derecede canlı” olan, bizi biz yapan değerlerin pekçoğuna belki hepsine birden mâlik olan bir “geçmiş zaman efendisiydi”. Osmanlı ve daha sonra Cumhuriyet’in ilk yıllarında devam eden sohbet geleneğinin merkezinde İbnülemin de bulunmuştur. Onun konağında yapılan sohbetler, mûsıkî fasılları hep bir geleneğin uzantılarıdır. Bu yaşam tarzı özellikle Osmanlı’da başlıbaşına bir eğitim şekliydi. Kaldı ki, İbnülemin’in kendisi de böyle mekânlarda yetişmiş, feyz almış bir ilim ve kültür adamıdır. Babası Mehmed Emin Paşa’nın konağında düzenlediği sohbetler İbnülemin’e küçük yaşlardan itibaren ilmin lezzetini tattıran ve onu geleceğe hazırlayan fırsatlar olmuş ve İbnülemin bu fırsatlardan en güzel surette istifade etmesini bilmiştir.
Tarihi kendinde yaşayan ve yaşatan her şey ve herkes, kendisinde meydana getirdiği terkibin güzelliğini başkalarının gözlerinde ve sözlerinde fark edebilir. Bir “İstanbul efendisi” diyebilmek için asırlar geçmesi lazım gelmiştir. Ancak büyük medeniyetler kendi üslûbunu yakalayabilir ve dünyayı kendine hayran bırakan eserler vücûda getirebilir. Aynen “İstanbul efendisi” tabiri gibi “geçmiş zaman efendisi” dediğimiz İbnülemin ve onun renkli şahsiyeti de uzun asırların mahsülüdür[15]. Kısaca söylemek gerekirse-yukarıda da söylediğimiz gibi- onu büyük bir medeniyetin büyük bir şahsiyeti olarak ifade etmek gerekir. Ancak bunları söylerken İbnülemin’in şahsiyeti ve onun çevresinde çok mühim bir rol oynayan tasavvufu unutmamak gerekir. Tasavvuf bu büyük medeniyetin âdetâ mayasıdır. Pek tabiî olarak kıvamını bulmuş bu güzel medeniyetin ortaya koyduğu insanlar da güzel olacaktı. İşte İbnülemin’in şahsiyetinin bahçesinde gezmek için tasavvufu bilmek ve anlamak gerekiyor. Fatih M. Şeker, İbnülemin’de tasavvuf bahsi için şunları söyler:
“İbnüemin’in yazıları bir bütün halinde okunduğu zaman görülür ki tasavvuf hazfedilirse bütün bir Osmanlı sönükleşir. Peki, neden tasavvuf ve neden Nakşîlik? (…) her şeyden önce İbnülemin’in mensup olduğu, eserleriyle geride bıraktığı dünyayı besleyen iklim tasavvuftur. Osmanlı Türklüğünü kuran terkibin en başında tasavvuf vardır. Zihniyet dünyasına ve sosyal hayatına tasavvuf yön verir.”[16]
Tasavvuf, Osmanlı medeniyetini vücûda getiren en bariz özelliklerdendi. Tabiata bakışta, hayatı yorumlayışta, hâdiseleri karşılayışta tasavvufun mühim bir rolü vardı. Bu hayatın içinde iyi ve kötünün, güzel ve çirkinin meydana getirdiği terkip vazgeçilmez bir bütün hâlinde birlikteliğini devam ettiriyordu. İşte İbnülemin böyle bir kaynaktan besleniyordu. Zannediyorum, hayatı ve insanları bu kadar çok sevmesinde tasavvuf, ilk sırada gelir; çünkü, tasavvuf sadece İbnülemin’in hayatında değil bütün bir Şark coğrafyasında, insan davranışlarından başlayarak, mimariye, sanata, tefekküre ve geniş bir yelpazeye hükmeden bir yaşam biçimiydi.
İbnülemin Mahmud Kemâl, Nakşbendiliğin Halideye koluna mensuptu[17]; fakat, diğer tarikatlere devam etmek, tekkelerde “Mahmud Kemâl Bey’in her sabah Kur’an Tilâvet etmek ve Delâil-i Hayrât’dan bir hizb okumak ve tarikat-ı aliyyeye nisbetinden dolayı râbıta ve zikr-i şerif ile meşgul olmak mutâdıdır.”[18]
“Tenkid ve târiz mutadım değildir. Bahasus kendi kusurlarımı görmekten, başkalarının kusurlarını aramağa vaktim yoktur” diyen İbnülemin insanları “tenkit değil tarif etmiştir”. Eserlerinde dönemini en canlı sûrette yansıtmasını bilmiş ve daima hâdiselerin merkezinde yer almıştır. Bu büyük kültür adamı yazdıklarıyla, bir devri değil birkaç devri aydınlatan kitaplarıyla, kültürün belki en çok ihtiyaç duyduğu işaret taşlarını yeni nesillere emanet etmiştir. Meselâ onun Ali Emirî Efendi hakkında verdiği bilgiler, bu kitap sevdalısı insanı tanımak için başlı başına birer kıymettir.
İbnülemin’in Vecizeleri
Sâbit olan hakları, tekrar isbat etmek isteyenler, Hakk’a karşı ta’n etmiş olurlar.
Her güzel şey şiirdir. Her güzel(?) şeyi hisseden ve ettiren şâirdir.
Semere-i hayât, hayır ile yâd olunmaktır.
Hakka razı olanlar, Hakk’ın razı olduğu kullar gibi azdır.[19]
Vatanını sevenler, ilme ve ehl-i ilme hürmetkâr olmalıdırlar.
Ehl-i hünerin kadrini bilmek de hünerdir.
Hilkat, mükemmel olmazsa ilim, insanı âlim etmez.
Cebr-i tabiat ile yapılan her şey beğenilmekten mahrumdur
Kendilerinde bir meziyet görenler, her türlü meziyetten mahrum olanlardır. Hâiz-i meziyet olanlar, nefislerinde bir meziyet göremezler.
Kıymeti olanlar, başkalarına da kıymet verirler.
Kıymet pür-gûlukta değil, hoş-gûluktadır.
Malûmdur ki şair ve aşk, bu iki derdmend, hüzn içinde yaşar, hüzn içinde ölürler. Hüzn, bunların nasib-i ezelisidir
İbnülemin’in Nükteleri
Ali Emirî Efendi kış mevsiminin yaklaştığı sırada İbnülemin’in Yakacık’taki yazlığında bulunduğu bir gün Babıâli’deki memuriyetine gelmiş, onu bulamayınca şu beyti yazıp masasının üstüne bırakmış:
“Yakacık’ta bulabilse yakacak
Kış gününde dahi bizden kaçacak”
O da şu beyit ile karşılık vermiş:
“Düşme ey dil bu sözünden eleme
Delinin kâli gelir mi kaleme” [20]
Aşağıdaki nükte de Son Asır Türk Şairleri’nin ilk cildini hazırlayan Müjgân Cunbur’dan:
“Son Asır Türk Şairler’nin ilk cildini hazırlama görevi verilen bu satırların yazarı da, Prof. Çavuşoğlu gibi, İbnü’l-Emin Mahmud Kemal Beyi tanımak imkânını bulmuştu. Doktora tezini hazırladığı sırada, tek nüshası merhumun kütüphanesinde bulunan bir yazma eseri görüp, bu eserdeki iki beyti basılmışıyla mukabele etmek istemişti. İlk müracaatında kitapların bulunduğu dairenin kapısından, merhumun içerden gelen tiz ve öfkeli sesiyle “söyleyin o kıza gidip yemeğini pişirsin, bulaşıklarını yıkasın, burada onun okuyabileceği kitap yok” diye azarlanarak geri dönmek zorunda kalmıştı.”[21]
İbnülemin, Süleyman Nazif’le yakın dosttur. Aşağıdaki satırlar Son Asır Türk Şairleri’nde geçmektedir:
(Süleyman Nazif) Bir gün ziyaretime geldiği esnada duvara asılmış olan resimlerin önünde durarak kendi kendine bir şey söylüyordu. Ne söylediğini sordum. Benim pek genç iken alınan resmimi gösterdi. “Ah niçün vaktile gelüb de şu resmin aslını görmedim, diye tahayyüf ediyorum.” Dedi. “Görüb de ne yapacaktın? Allah, sevdiği kullarını, insan suretindeki şeytanların şerrinden esirgeyeceğini bilmiyor musun?” dedim. Resmin aslını görmüş kadar neşveyâb oldu.
Yine aynı eserden:
Bir gün işretten bahsedilirken şöyle bir muhavere geçti:
O(Süleyman Nazif): Büyük babam içer içer, çiftesile serçeleri vururmuş.
Ben: Çifteli olduğu belli!
O: Hafidinden mi belli?
Ben: Söylemeğe hacet var mı?
Mehmet Çavuşoğlu’nun naklettiği aşağıdaki satırlar ise İbnülemin’in şahsiyetini görebilmemiz açısından hayli önemli:
“Lütfü (İkiz) Bey, müderris din âlimlerinin sonuncusu olan benim de bir zaman elini öpmek şerefine eriştiğim Ermenekli merhûm Saffet Hoca’dan okuduğu yıllarda, bir tanıdığının vasıtasıyla üstâdı ziyarete gider. Üstâd meclisine ilk kez dâhil olan herkese yaptığı gibi, ona kim, nereli ve ne ile meşgul olduğunu sorar. Lütfü Bey kısaca Saffet Hoca’dan Kur’an okuduğunu söyleyip kurtulmak ister. Üstâd “Öyleyse bir aşir (Kur’an’ın herhangi bir sûresinden on âyet) okumasını “ ister. Lütfü Bey sesinin güzel olmadığını, makam bilmediğini söylediyse de Üstâd ısrar eder. Aşir bitince “İyi iyi, bu heriflerden üstünsün” der. Lütfü Bey, onun eliyle işaret ettiği tarafa bakınca Ord. Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan’ı, Ord. Prf. Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil’i, Hasan Âli Yücel’i, Ord. Prof. Dr. Mükrimin Halil Yınanç’ı, Ord. Prof. Dr. Fahreddin Kerim Gökay’ı görür. Diğerlerini saymaya cesaret edememişti.”[22]
İbnülemin doğaçlama şiir söyleme yeteneğine de sahipti. İşte onun bir örneği:
“Şimendiferde tesadüf olunan bir nûr-ı mücessem, vagonun hangi tarafında oturdu ise şuâ- şemsden tahaffuz edemeyerek şikâyet etmesi üzerine Mahmud Kemâl Beyefendi bu beyti söylemiştir:
İzdihâmından şu’âın etme şekvâ ey güzel
Bir ilâhî nursun pervânen olmuş âfitâb”[23]
İbnülemin hazırcevaplığıyla da insanları kendine hayran bırakmıştır. Aşağıdaki nükte buna güzel bir örnek teşkil eder:
“Bir meclis-i sohbette “asrîlerden” bahs olunduğu sırada huzzârdan biri –nîm istihzâ ile- “Kur’an’da her şey vardır deniliyor, acaba asrîler hakkında da bir şey var mıdır?” süalini îrâd etmesiyle Mahmud Kemâl Bey, derhal “evet vardır” deyip esta’îzü billâh “ve’l-‘asr inne’l-insâne lefî husr”[Kasem olsun ki asra, insan mutlak bir hüsranda. Asr 103/1-2] âyet-i celîlesini okumuştur. Huzzâr meyanında ehl-i ilim olanlar, bu cevab-ı fâzılâneden kesb-i safâ müşârun ileyhe dua etmişlerdir.”[24]
“Dil-şikenlikle maruf olan ağniyâdan biri, hayrât nâmına ne yapmak münasip olacağını sormasıyla Mahmud Kemâl Bey, “gönül yap” demiştir.”[25]
“Had-nâşinâs, hod-bîn, şarlatan bir şahıs Mahmud Kemâl Bey’e hitâben “sizin malumat-ı mütenevvia ile şöhretiniz var. Binâenaleyh filân ilme, falân fenne de nisbetiniz olmalıdır” deyip menfi cevap alınca bir tavr-ı küstahâne ile “o halde ne biliyorsunuz” süalini îrâd etmesiyle müşârün ileyh de “bilmediğimi biliyorum” cevab-ı mânâ-engîzini vermiştir.”[26]
Dursun Gürlek Ayaklı Kütüphaneler adlı eserinde eski valilerden ve belediye başkanlarından Fahreddin Kerim Gökay’dan şöyle bir hâdise naklediyor:
“Valiliğim sırasında bir gün Celal Bayar, Adnan Menderes ve bazı bakanlar İstanbul’a geldiler. Efendi hazretlerini buraya getir de kendisiyle bir kere yüz yüze görüşelim, diye haber gönderdiler. Derhal Mahmud Kemal Bey’e gittim ve durumu arzettim. Sinirli ve öfkeli bir tavırla “Ben o heriflerin ayağına gitmem” dedi. Israr ettim; yalvardım yakardım. Sonunda ikna etmeyi başardım. Bin naz ile ve söylene söylene Florya Deniz Köşkü’ne götürdüm. Yenilip içildikten sonra sohbet faslı başladı. Bir ara Celal Bayar, Mahmud Kemal Bey’e hitaben şöyle dedi:
-Efendi hazretleri! Son sadrazamlar adındaki eserinizi okudum. Hakîkaten güzel yazmışsınız. Lâkin hep Osmanlı döneminin sadrazamlarını, devlet adamlarını anlatıyorsunuz. Bir eser daha kaleme alsanız, orada da Cumhuriyet devri başvekillerini, cumhurbaşkanlarını tanıtsanız, acaba nasıl olur?
İbnülemin Mahmud Kemal Bey, karşısındaki zatın bir cumhurbaşkanı olduğunu düşünmeye bile gerek görmeden “Kim o herifler?” diye sorar ve konuşmasına şöyle devam eder:
-Ben o sadrazamları yazarken öyle rast gele hareket etmedim. Hepsini yakından tanıdım. Kimisinin hizmetinde bizzat bulundum, kimisiyle birlikte görev yaptım. Merhum babam Mehmed Emin Paşa sayesinde bir çoğunun aile mahremiyetine kadar sokuldum. Meziyetlerine, kusurlarına, bir aile ocağı samimiyeti içinde şahit oldum. Onlarla düştüm, onlarla kalktım, halbuki yenileri tanımıyorum. Zaten yazılacak yönlerinin bulunduğuna da inanmıyorum.
Hazret, asıl söyleyeceğini sona bırakır:
-Hem eskiden bir adam sadaret makamına çıkacağı zaman belli bir kademeden geçer, belli bir merhale kat’ ederdi. Meselâ önce vali olur, sonra nâzır olur, derke sadrazamlığa kadar yükselirdi. Şimdi öyle mi? Ne idüğü belirsiz bir adam, beklenmedik bir anda milletin başına geçiyor. Sonra o nevzuhur şahıs, âlimi, ulemayı ayağına çağırıyor!”[27]
Filorinalı Nâzım, yazdığı şiirleri musallat olduğu birine muhakkak okur ve bundan da epey zevk alırmış. Aynı tavrı her rast geldiğinde İbnülemin’e karşı da sergiler. Bu durum karşısında iyice bunalan İbnülemin Mahmud Kemal, bir gün Nâzım’a şu dörtlüğünü okur:
Bir takım lâf ile teşvîş-i huzûr
Etme ey şâir-i bî-şiir u şuur
Her dakîka bana gelmekden ise
Yılda bir kendine gelsen ne olur?[28]
Abdülhak Hamit Tarhan’ın cenazesine İbnülemin de katılır. Cenaze ilerlerken gazeteci Hakkı Tarık Us İbnülemin’in koluna girer bir ara “Zavallı çok çekti!” der. İbnülemin şöyle mukabelede bulunur:
-Ne çektiğini ben sana söyleyeyim: Akşamları mey çekti, dilberleri sinesine çekti, hazineden para çekti![29]
Kültür Tarihimiz ve İbnü’l-Emin Mahmud Kemal
“Semere-i hayât, hayır ile yâd olunmaktır” diyen İbnülemin Mahmud Kemal, bu millete ve vatana hizmet etmeyi şerefli bir vazife telakki eden “kültür ordumuzun başbuğlarındandır”. “Vatanımızda yetişen erbâb-ı mârifeti bilen ve bilmeğe çalışan da kalmadı. Kimden öğrenip kime öğretelim?”[30] diyerek hemen işe girişen bu “kalem ve kelâm efendisi” büyük insanın, bizlerden, yaptığı güzel hizmetlere karşılık tek istediği hayırla yâd edilmek ve duadır.[31] Eğer Son Sadrazamlar, Son Asır Türk Şairleri, Son Hattatlar, Hoş Sadâ gibi tezkirecilik geleneğinin devamı olan o kıymetli eserler ortaya konulmasaydı, Türk kültür hayatı büyük bir boşluğun içinde kalacaktı. Meselâ bu eserlerin içinde Son Asır Türk Şairleri’nde edebiyat tarihimizde yer alan pekçok şair olduğu gibi, isimleri sadece bu eserle bilinecek olan birçok kişi de vardır. Peki İbnülemin ve edebiyat tarihimiz bu eserle en mükemmel şairlerden üçüncü dördüncü seviyedeki şairleri de bilmekle ve en hurda teferruatlara kadar girmekle ne kazandı? Kuşkusuz büyük bir eser ve büyük bir bakış açısı kazandı. Nasıl Himalayaların en yüksek noktası Everest, bu yüceliğini kendisini vücûda getiren dağ silsilelerine borçluysa, şiirleriyle sevindiğimiz, hüzünlendiğimiz, Türkçemizi güzelleştirdiğimiz bu şairlerin ve sanatlarının ortaya çıkmasında da bu basit ve sıradan insanların ve çevrenin büyük rolü olmuştur. Aslında hiçbir şey basit ve sıradan değildir. Her şeyin bir yeri, zamanı ve mekânı vardır. Eskiler bunun farkındaydı. Tezkirecilik geleneğimizin son eseri Son Asır Türk Şairleri’nin yazarı İbnülemin de bunu biliyordu.
İbnülemin Mahmud Kemal’in diğer bir özelliği eserlerinin merkezinde daima kendisinin bulunmasıdır. Kuşkusuz gelenekten gelen bu hususiyet tezkireciliğimizin son temsilcisi İbnülemin’e de tesir edecekti. Bu konuya bir örnek teşkil etmek üzere Tanpınar’ın şu sözlerini nakletmek yerinde olacaktır:
“İbnülemin Mahmud Kemal Bey, sonradan gelen bir tanık gibi yazardı. Onun için aktüalite ve polemiğin muayyen bir zaman hududu yoktu. Bu yüzdendir ki, eserlerinin mevzuu ne kadar değişirse değişsin, daima kendi tercüme-i hâli imiş hissini verir. Son Sadrazamlar’ı, belki Son Asır Türk Şairleri’ne ilave ettiği kendi tercüme-i hâli kadar şahsına bağlıdır. Çünkü bize, Mahmud Kemal Bey’i içinde yetiştiği müessese ve etrafındaki insanlarla verir.”[32]
Tanpınar’ın belirttiği üzere İbnülemin anlattıklarında daima hâdiselerin merkezindedir[33]. Kişiler ona ya dostluk mevkiinde, ya adavet üzere bulunurlar, ya da akrabalık bağıyla bağlıdırlar. Tabir caizse, İbnülemin bütün eserlerinin başrol oyuncusudur. Tam da Tanpınar’ın dediği gibi eserleri “daima kendi tercüme-i hâli imiş hissini verir.”
İbnülemin’in kültür tarihimizde oynadığı en önemli rollerden biri de Evkaf-ı İslamiye Müzesi’nin açılışındadır. Müze, Evkaf-ı İslamiye Müzesi adıyla 27 Nisan 1914 (1 Cumadelahire 1332) tarihinde açıldı. Bugün adı Türk-İslam Eserleri Müzesi olan bu kültür yuvasının teşekkülünde İbnülemin’in hayatî hizmetleri olmuştur. Yaşadığı maziyi atiye intikal ettirmesini bilen bu maharetli adam bu hizmetiyle de vatanın üzerine millet nâmına en güzel mühürlerden birini nakşeylemiştir. İbnülemin bu müzenin teşekkülünde bizzat çalışmış, İstanbul’da ulaşabildiği mekânlara ulaşmış, hiç ummadığı yerlerden topladığı kıymetli sanat eserleriyle Türk kültür hayatını bir kere daha ihya etmesini bilmiştir. İsterseniz bu müzenin hikâyesini, biraz da kendisinden dinleyelim:
“Uzun müddet enva-ı müşkilata mukavemet edilerek İstanbul ve havalisindeki camiler, mescidler, tekkeler, vakıf mektepler, türbeler, mamur ve harab sair mebani-i Hayriye, mahzenler, bodrumlar ve tavan araları arandı. Ümid edilmeyen yerlerden pek mühim ve nadir asar ve eşya meydana çıkarıldı. Mimar Sinan merhumun eseri olan ve pek berbad bir halde bulunan Süleymaniye İmareti tathir ve tamir ettirildi. Eşya tanzir ve tasnif edildi.
(…)
“Bu müze tesis olunmasaydı mefahir-i milliyeden madud olan nefis ve nadir eserler-emsali gibi- Avrupa ve Amerika müzelerini tezyin edecekti ve bir kısmı da yangınlarda yahut birtakım kıymet na-şinasların ellerinde mahvolub gidecekti.(…)
Vatana ve millete edilen hidmetleri, Allah zayi etmez, ecrini ihsan buyurur. [34]
Evet, Allah vatana ve millete edilen hizmetlerin ecrini boşa çıkarmaz. Ülkenin en zor durumlarında cephede askerlerimizin yaptığı müdafaayı, içte kültür hayatımızda yapan bu harikulâde insanın güzel hizmetleri bunlarla sınırlı değil elbette. “İsimleri unutulmuş, nesilleri kesilmiş, bir fatiha okuyacak kimsesi kalmamış” sanat, edebiyat ve ilim erbabımızın, özellikle de bizlerin İbnülemin’e kuşkusuz büyük bir vefa borcu vardır. Otuz yılı aşkın bir zaman diliminde hazırlanan eserler; tezkireler; vatan sathında çürümeye, yağmalanmaya ve onun ifadesiyle “kıymet nâ-şinasların eline” terkedilmiş paha biçilmez sanat eserlerinin ihyası… Bunlar kelimelerle ifade edilmez. Bunlar kıymet bilmekle anlatılabilir şeylerdir.
“Henüz on altı on yedi yaşımda iken gazetelere yazı yazmağa başlamıştım.”[35] diyen İbnülemin, yetmiş yıla yakın bir zaman, o kalemi elinden düşürmemiştir.
İbnülemin, yukarıda da çeşitli vesilelerle kaydettiğimiz gibi bizim olanı, bize ait olanı anlatıyordu. Onun bize bu kadar sıcak gelmesindeki hikmet belki buna dayanır. Nasıl ki, insan her an uzaklaştığı hatıralarından bir şeye tesadüf edince tuhaf, tatlı bir ıztırap hissi duyarsa, İbnülemin’i okurken de böyle duygulara kapılmamız pek mümkündür. İnsanların süratle tek düzeleştiği, sıradanlaştığı, yerli kıymetlerin kozmopolitlik uğruna yok edildiği bu devirde bizim olana, bize kimliğimizi veren kültürümüze ne kadar çok ihtiyacımız vardır! Bu sebeple İbnülemin’i dikkatle okumalıyız. Onun eserlerini her fırsatta tanımalı ve tanıtmalıyız. Bir Selçuklu mimarisinin kapısındaki ihtişam nasıl bizi mest ediyorsa, bir Osmanlı çeşmesinden dökülen suların şırıltısı bizi nasıl eski âlemlerin güzelliklerine davet ediyorsa kısaca bize ait bir güzellik bizi nasıl etkiliyorsa aynen İbnülemin de bizim olanı hissettiren şahsiyeti ve eserleriyle hepimizi etkileyecek ve kendisine hayran bırakacaktır. Söz buraya gelmişken Nihat Sâmi Banarlı’nın Kitaplar ve Portreler isimli eserinden, İbnülemin’in Son Hattatlar kitabı vesilesiyle yazdığı “Son Hattatlar” başlıklı yazısından şu satırları nakletmek yerinde olacaktır:
“Son Hattatlar, aziz müellifinin diğer eserleri gibi, Maarif Vekâleti neşriyatı arasında yayınlanmıştır. Kitabında müellifin üslûbundan imlâsına kadar eski bizi, yâhut, hakikî bizi, hassâsiyetle muhafaza eden birçok ince husûsiyetler yer almış… Bu imlâda, bu ifâdede ve bu cümlelerde kendimizi, kendi yarattığımız medeniyeti daha iyi tanıyoruz. Son hattatlar, vukuf dolu, özlü bir mukaddimeden ve “Menâkıb-ı Hünerverân”dan beri, hattatlara dair yazılan eserler hakkında, aynı vukufla, bir kitâbiyat bilgisi verdikten sonra, bize alfabe sırasıyla son hattatlarımızı tanıtıyor. Bu, 840 sayfa tutarında özel bir himmet eseridir.”[36]
İbnülemin’in yaptığı son hizmetlerden biri de zengin kütüphanesini İstanbul Üniversitesine bağışlamış olmasıdır. Bu kütüphanenin zenginliği ve kıymetini herhalde bir asır yaşamış kitap kurtları takdir edebilir. Yangınlara ve yağmalanmalara rağmen bağışlanan eserlerin kültür hayatımıza nasıl hizmetler edeceğini zaman gösterecektir.
İbnülemin’in Konağı
İbnülemin’in dillere destan özelliklerinden biri de, konağında tertip ettiği mûsikî fasılları, ilmî ve edebî sohbetlerdir. Kapısından girildiği andan itibaren farklı bir zamana sefer edilmiş hissini veren bu konakta, duvardaki hatlar, çini ve vazo koleksiyonları, kütüphane, evdeki eşyalar ile İbnülemin’in kendisi bu dünyanın vazgeçilmez unsurlarıydı. Burada süregelen gelenek, bize dünyaya rüştünü isbat etmiş koca bir medeniyetin varlığını hissettiriyordu. Denilebilir ki, bu konakta zaman “yekpâre bir ân”dı. Dışarıdaki mevcut hayat ile bu konak arasında, kapının eşiği mazi ve hâli ayıran yegâne çizgi gibiydi. Mithat Cemal Kuntay’ın ifadesiyle bu konakta; Tanzimat’ın ilan edileceği günün gecesi Reşit Paşa’nın sabaha kadar kaç kahve içtiğini bilen Aziziye fesli, Pertev Paşa’nın torunu Aziz Bey; elindeki pertevsizle Sahaflar Çarsisinda Nedim’in kabrini arayan Ali Emiri Efendi; sesi ihtara benzeyen şair Adanalı Hayret; Avlunyalı İsmail Kemal’in arkadaşıdır diye Yanya mektupçuluğundan atıldığı için herkesin hürmet ettiği şair Adanalı Hakkı Bey; iki eliyle şalvarının iki dizinde dümtek vurarak Itrî’nin bestelerini okuyan yetmiş yaşında Halil Efendi, şair Nedim’den başka bir şair Nedim daha olduğunu söyleyen Faik Reşat Bey; Muallim Naci’den başka büyük şair olduğu kendisine isbat edilemeden ölen şair Halil Edip Bey bu konağın müdavimlerini oluşturuyordu.[37]
İbnülemin’in yakın dostu Süleyman Nazif’in buluşuyla “darü’l-kemâl”[38] olarak adlandırılan bu ilim irfan yuvası konak, pek çok bilim, fikir ve sanat adamının, ediplerin, devlet adamlarının buluşmalarına sahne olmuştur. Bizzat bu konakta bulunmuş, Mithat Cemal’in bu meclisi tanıtan şu ifadelerini aynen buraya alıyorum:
“Bu odanın dört tarafından ikisinde Türk ve Acem hattatlarının el yazıları…
Bu yazıların Türkçe olanları bile lâmelifleriyle bana o zaman Arapçadır hissini verir, îrabında yanlış yapacağım diye korkumdan yüksek sesle okuyamazdım.
Üçüncü duvarda çürük kaplı, ruhanî ciltli kitaplarla dolu kütüphane…
İçinden 1. Abdülhamit’in, III. Selim’in el yazılarını İbnülemin Mahmut Kemal Beyin çikarip misafirlerine uzaktan gösterdiği cilbendler…
Dördüncü duvar hep pencere…
Ve bu pencerelere asıldığı için perde sandığım sevailler, Buhara işlemeleri…
Bu odada dünya içkilerinden yalnız ikisi malûmdu:
Deve tüyü renginde kulpsuz fincanlarda Yemen kahveleri… Bir de misafirleri yudum yudum içmezlerse İbnülemin Mahmud Kemal Beyin halâvetine yandığı turunç şerbetleri…
Bu odada levhaların, kitapların üzerindeki tozlar bir veli türbesinin toprak zerreleri gibi mukaddesti. Hizmetçi bu mukaddes şeylere ancak ev sahibinin izniyle yalnız ayda bir defa el sürebilirdi.
Burada her şey eskiydi; okunan şiirler eski; oturulan sedirler eski; kelimeler eski; hattâ sesler bile eski.
Bu odadan sokağa çıktığım zaman bir devrin cenaze namazından dönüyorum sanırdım. Fakat lâakal iki asır eski olan bu odanın maziliğine rağmen burada manevi bir aydınlık vardı.
Buraya gelenler Fuzuli’nin bir imalesinden başka tûl-i emel bilmezler, burada Naima’nın bir nüktesiyle bütün mahrumiyetler unutulurdu.
Ve bu oda mukaddes bir mahremiyetin rutubeti içinde yazın bile serindi. Ancak bu serinlik servilerden inen gölgeler kadar loştu. Buradan çıkınca sokaklara, insanlara şaşırarak bakardım.
Bu odada mühim ilim vak’aları olurdu: Ali Emiri Efendi bir yazma kitapta bir sineğin bir damla münasebetsizliğini diliyle ıslatıp eliyle silerek Revan sekarının Revan seferi olduğunu bu odada keşfederdi. Ve 93 âyanından Bursalı Rıza Efendinin Şehname’yi ezbere bildiğini, tarihi edebiyat müellifi Faik Reşat Bey gözlerini açarak bu odada söylerdi. Namık Kemal’in temiz ve beyaz çoraba meraklı olduğunu da şair Adanalı Hayret Beyden yine bu odada ögrenirdim…”[39]
*
Böyle renkli bir mekanın âdetâ “mürşidi” konumunda olan İbnülemin, misafirlerin ilim sanat erbabı olmasına oldukça fazla önem veriyordu. Bu meclisde asla terbiyesizliğe, lüzumsuz konuşmalara, gereksiz hâl ve hareketlere yer yoktu. Aksi takdirde İbnülemin, Hüseyin Vassaf’ın ifadesiyle “derhâl edîbâne, zarifâne bir surette kâlen mümkün olmazsa hâlen irşâdkâr olacak vaz’ u tavr alarak o kimseyi daire-i edebe davet eder, bu babda ihtiyata, cebr-i nefse, sabr u tahammüle tab’ında meyil azdır.”Umûmiyetle bu meclislere kadınlar alınmıyordu. İbnülemin bu konakta her meslekten ve her görüşten insanı bir araya toplamayı başarabilmişti.
Dursun Gürlek bu konağın müdavimleri ve burada konuşulanlar hakkında şu bilgileri veriyor: “Mükrimin Halil Yınanç, Ord. Prof. Dr. Kazım İsmail Gürkan, Osman Nuri Ergin, Hakkı Tarık Us, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ebululâ Mardin, Sadi Irmak, Süheyl Ünver, Fethi İsfendiyaroğlu, Cavit Baysun, Ekrem Karadeniz, Necati Başara gibi her meslekten ve sınıftan şairlerin, yazarların, musikişinasların ve diğer bazı sanat erbabının devam ettiği bu konakta geçmiş devirlerin özellikleri ve güzellikleri dile getirilir, tarihin derinliklerinde hâzineler aranır, en hurda teferruata kadar inilir, ezcümle Tanzimat döneminin ünlü vezirlerinden Âli Paşa’nın odasında armut yerken kâtibi Sâib Bey’i nasıl kovaladığı anlatılır, Abdülaziz’in kanına giren cuntanın lideri Hüseyin Avni Paşa’nın babasına niçin “Eşekçi Ahmet” denildiği araştırılır, Plevne savaşında Gazi Osman Paşa’nın kullandığı kılıcın sağ yüzündeki yazıyı kimin yazdığı tartışılırdı.”[40]
Ahmet Hamdi Tanpınar da bu renkli konağı şöyle tasvir ediyor: “Fakat onu(İbnülemin’i) daha ziyade kendi muhitinde, evinde tanımak lazımdır. Muharrik, âdeta isim üzerinde duran ve her an misafire hürmet etmek lâzım geldiğini hatırlamak mecburiyetinde kalan bir mizacın muhtelif cilveleri arasında, üst üste gelen çok lezzetli nüktelerin bir nevi şehrayin gibi renk ve ışıkla doldurduğu bir musahebe için bu ev, muasırı olduğumuz hayattan birdenbire ayrılır ve bütün duvarlarını, raflarını, kıyı bucağını dolduran sayısız mazi yadigârlarının ait olduğu, daha doğrusu temsil ettiği bir zamandan, olduğu gibi kalmış istisnaî bir köşe olur ve biz orada ev sahibini, herhangi bir muasırdan çok daha yüksek bir şey, geçmiş devirlerin en güzel ve iyi taraflarının gelecek nesillere intikalini temine çalısan ilmin kendisi ve sohbetin sihriyle dinleyicilerini şaşırtıp teshir eden bir sanatkâr olarak buluruz.[41]
Fakat İstanbul’un işgal yıllarında bu konağın tarih içinde geçirdiği felaketlere bir yenisi daha eklenir. En zor günlerinde sadece dostlarına değil, bir vesile ile kendisine cephe almış insanlara yardımda bulunma ihtiyacı hisseden bu yüce gönüllü insan, nezarethaneye alınan Said ve Abbas Halim Paşaları da sık sık ziyaret eder. Fakat Fransızlar bu korkusuz adamı yıldırmak için evinin işgal edileceğini bildirirler ve yirmi dört saat içinde boşaltmasını isterler. O günkü şartlarda bu konağın yirmi dört saat içinde boşaltılması mümkün değildir. Aksi gibi İzmir’in işgalini protesto için kepenk indiren esnaf o gün çalışmıyordur ve eşyaların taşınması için araba bulmak da hayli zordur. Neticede bazı dostlarının yardımıyla bir kısım eyşa taşınır, bazılarını yine arkadaşlarına emanet eder; fakat, yağmur taşınan bu eşyaları perişan etmiştir. Pekçok gazete, mecmua koleksiyonu ve bazı kıymetli eşyalar konakta bırakılır. Ne yazık ki onlar da konağın bir buçuk yıllık işgal döneminde Fransız, İngiliz askerler ve göçmenler tarafından yağma edilir. İbnülemin evinin işgal süreci hakkında şunları söylüyor:
Fransızlar verdikleri mühletin hitamında bizi cebren çıkardılar. Yarım asırdan beri ikamet olunan ve Süleyman Nazif merhumun bir makalede bahsettiği vechile erbab-ı kemal tarafından “darü’l-kemâl” nâmı verilen bir evin yirmi dört saatte tahliyesi nasıl mümkin olurdu?
Binlerce cilt kitabı ihtiva eden dolaplar ve raflar bir oda dolusu eski ve yeni gazete ve mecmua koleksiyonları, eşya-yı nefise, antika masnuat, elvah-ı bedia ve saireyi yirmi dört saatte değil, en müsaid zamanda bile üç dört günde taşımak, bahusus o gün İzmir’i Yunanlılar istila ettiklerinden-alamet-i matem olarak- İslam dükkanları mesdud, arabalar işlemekte mesnu, mesken bulmak muhal ve şiddetle yağmur yağmakta iken nereye ve nasıl nakledilebilirdi? [42]
İbnülemin, evinin işgali sırasında kendisinin ve ailesinin uzun yıllardır biriktirdiği sanat eserlerinin, kitapların, çeşitli evrak ve yazıların işgal sırasında insanın söylemekten haya edeceği çeşitli maksatlarda kullanıldığını söylüyor ve şu çok mânidâr cümleyi sözlerine ekliyor.
Garb medeniyetinin ne demek olduğunu zaten bilirdik, bu defa daha iyi öğrendik.
Avrupalıların kendi evlerine yaptıklarını böyle dile getiren İbnülemin, konağının başına 1964 yılında gelenleri bilseydi acaba ne derdi? Garb’ın bizim büyük medeniyetimizin izlerini derin bir aşağılık duygusuyla ve çapulculukla yok etmek istemesi bir noktaya kadar anlaşılabilir. Peki milletine ve vatanına hayırlı hizmetlerde bulunmayı bir vazife bilmiş, bütün hayatını bu çizgide devam ettirmek için gayret göstermiş bir büyük insanın, öğrencilerin kalması için vakfettiği evinden ne istenir ve nasıl bir zihniyetle, güzel buluşmalara tanıklık etmiş bu bina acımasızca yıkılabilir? Anlamak gerçekten çok zor!
Sonuç
“Nevi şahsına münhasır” insanlar yetiştirmek asırların getirdiği tecrübeyi incelikle işleyip mensuplarına aktarabilen kültürlerin başarabileceği bir şeydir. Çünkü kültür, insanın ebediyet iştiyakının eşyaya, düşünceye ve söze yansımış bir şeklidir. Bu sebepten mevcut birikimini taşıyabilecek, onu gelecek nesillere emanet edebilecek kudrette bir şahsiyet yetiştirmek kültürün varlığının tabiî bir neticesidir.
İbnülemin Mahmud Kemal Bey de aktıkça çoğalan, çoğaldıkça zamana ve hayata taşan büyük bir medeniyetin mensubu olduğunu biliyor, bu bilinçle yaşıyor, bu düşünceyle eser veriyordu. İbnülemin’i tanıyanların onu bir Tanzimat efendisine benzetmeleri medeniyetin kendisinde mevcut bir direnci İbnülemin’de tecelli ettirmesinden başka bir şey değildir. Medeniyet birikimdir çünkü. İnsanlık tecrübelerinin en iyisi, en güzeli ve en sağlamı medeniyetin bünyesini meydana getiren unsurları oluşturur.
Bünyesindeki her şekille, milletin şahit olduğu asırlardan izler taşıyan mimari eserler gibi İbnülemin gibi şahsiyetler de yine milletin yaşadığı her tecrübeden bir iz taşır. Onların, yaşadığı zaman ve muhitte daima merkezde bulunmaları bu sebebe bağlıdır. İbnülemin de her fikirden insanları bir araya getirerek kültürün asıl vazifesi olan “birleştiricilik” özelliğini yirminci yüzyıla taşımasını bilmiştir.
Milli kültürümüze eserleri, sohbet meclisleri ve dönemin kültür ve edebiyat adamlarına tesirleri yoluyla yaptığı hizmetlerin kıymetini takdir etmek, en azından bu hizmetleri bilmek hepimizin boynunun borcudur. Şahsiyetleri yeni nesillerin yoluna ışık tutan böyle insanları sevmeli ve sevdirmeliyiz. Bu sayede hiç değilse onların aziz hatırasını yâd etmek haklı bir kadirşinaslık örneği olacaktır. Ben sözlerimi İbnülemin’in şu güzel vecizesiyle bitirmek istiyorum:
Ehl-i hünerin kadrini bilmek de hünerdir.
DİPNOTLAR
[1] Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi-İbnülemin Mahmud Kemâl-Kemâlü’l-Kemâl (Hazırlayanlar: Fatih M. Şeker, İsmail Kara), Dergâh Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2009, s. 80
[2] “Mizacım asabî, teessürüm şedîd, kalbim rakîk, intikal ve infisalim seri olduğundan o şefakatli ve faziletli baba ve anne, beni hüsn-i muamele ile büyütmeğe ve kalbimi incitmemeğe itina etmişerdir.” İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri,”Kendime Dair”, Cilt 4, s. 2201
[3] Hüseyin Vassaf,a.g.e.,s.83
[4] İbnülemin, hocası Tahir Efendi hakkında şunları söylüyor:” Pederinin üstadlarından ve rical-i ilmiyyeden Kırşehirli Hoca Mahmud Efendi merhum, en faziletli mezunlarından olan Tahir Efendi’yi eyyâm-ı sabavetimizde muallimliğimize intihab etmiştir. Benimle beraber biraderim Ahmet Tevfik Bey merhumu, amcamızın çocuklarını, diğer müteaalikâtımızı kışın İstanbul’daki hânemizde okuturdu. Yazın ailesiyle birlikte Yakacık’taki sayfiyemizin bir dairesinde ikametle bizleri müstefid ederdi. Son Asır Türk Şairleri, C.1, s.131
[5] İbnülemin bu memuriyette iken meşgalelerinden birini şöyle naklediyor:”Boş vakitlerde Kâmil, Halil Nihad, Fâzıl Ahmed, Ahmed Hâşim ve Hüseyin Dâniş gibi- dairede bulunan-maruf edibler ve şairlerle buluşarak ilmî ve edebî musahabeler ederdik, hepimiz safâyâb olurdu.” Son Asır Türk Şairleri, c. 4, Kendime Dair, s.2219
[6] Daha geniş bilgi için bkz.: Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi-İBNÜLEMİN MAHMUD KEMÂL-Kemâlü’l-Kemâl (Hazırlayanlar: Fatih M. Şeker, İsmail Kara), Dergâh Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2009/ İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, Son Âsır Türk Şairleri “Kendime Dair”, Cilt 4, 3. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul 1998 / Editör: Mustafa İsen, Şair Tezkireleri, Grafiker Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2009, s. 175-181
[7] A.H. Tanpınar,Edebiyat Üzerine Makaleler(Haz. Dr. Zeynep Kerman),Dergâh Yay., İst. 2005,s.416
[8] Hasan Âli Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet 3, “ÜSTAT”,(Der.:Canan Yücel ERONAT), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998, s.72
[9] Hüseyin Vassaf, a.g.e. s.110
[10] Bu meseleyle ilgili olarak Hasan Âli Yücel’den şu cümleleri nakletmede yarar olacağını düşünüyoruz: ”Meclislerinde seksenlik Abdülhak Hamit’ler, altmışlık Hakkı Tarık’lar, ellilik bizler, yirmilik üniversiteliler yan yana oturmuşuzdur. Üstat, bu muhtelif çağdaki dostlarıyla hem-sin olmasını bilmiştir. Muhataplarının kendince tayin edilmiş mertebelerine göre nazarında ve önde yerleri vardır. Hepsiyle bir ittisal noktası bulmuş; hepsiyle sohbet, hepsiyle lâtifeler etmiştir. Etrafı da daima onda kendinden bir şey bulabilmiş, ona yakınlık duymuştur. Üstadın bu kadar taze bir ruhu vardır. Bedenini, bu eskimeyen ruhun kalıbı olarak daima yıpranmamış bir zarf halinde saklamıştır. Onu bugün görmüş olanlar, gençlik resmine tesadüf ettikleri zaman derhal ve kolaylıkla kendisini tanıyabilirler. Yaşamak sanatına ciddi vukufu, bu uzun ve değişen devreler içerisinde üstadın hiç değişmeyen tarafını yaratmıştır. Bu bakımdan insanı hayran eden en mühim eseri, bizzat kıymetli varlığıdır.” Hasan Âli Yücel, a.g.e., s.73
[11] Mehmed Çavuşoğlu, “Son Şuara Tezkiresi ve Yazarı Hakkında”, Son Asır Türk Şairleri, Dergâh Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1998, Cilt 1, s. X
[12] İbnülemin Mahmud Kemal İnal, a.g.e., s.1533
[13] Burada yeri gelmişken Fatih M. Şeker’in şu sözlerini nakletmeliyiz:”İbnülemin Cumhuriyet devrinin budadığı, biçimsizleştirdiği, artık “hayâl-i muhâl” hükmüne giren bir çok şeyi, bir dönem hayatı beraber idrak ettikleri Mustafa Sabri ve Mekmet Âkif’ten farklı olarak, sistemin içinde kalır gibi gözükerek ihyâ etmiş, maziye can vermiştir.”H. Vassaf, ag.e., s.25
[14] Dursun Gürlek, Ayaklı Kütüphaneler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2004,s. 282
[15] Öyle ki, Tanpınar, İbnülemin’i şöyle tarif etmekten kendini alıkoyamıyor: ”Çok hususî şekilde bizim olan bir devrin bütün fârikalarını taşıyan bu cevval zekâ, zengin fantezisiyle kendisine hakikaten tasviri güç bir sima ve bin türlü latif hâtıra ve hususiyetten toplanmış bir nevi efsanevî hüviyet yapmıştır.(…) Daima değişmeye hazır maskesinde en tehditkâr hiddetle, en gönül alıcı iltifat arasında gelecek ânın istikbalini mütereddit bırakan çehresi, asaletini hiçbir yeninin ihlâle razı olamadığı pitoresk ve zengin kıyafeti, daima muhafazısına riayet ettiği o eski zaman terbiyesiyle Mahmut Kemal Bey, sadece canlanmış, aramızda yaşayan bir mazi değildir, aynı zamanda bütün bir zevk ve latif şeyler mecmuasıdır.” A.H.Tanpınar, a.g.e. s.418
[16]Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.35
[17] Burada H. Vassaf’ın şu sözlerini nakletmek faydalı olacaktır: Mahmud Kemâl Bey son sözü evvel söyler ve doğru söyler. İbtidâda intihâyı keşfeder. Bir kimsenin hâlinde, tavrında, lisanında muzmerattan ne var ise fart u zekâsıyla onu hisseyler, edeb-i Muhammedîye, meslek-i insanîye mugayir olduğunu anlar anlamaz şiddetli mütessir oluverir. H. Vassaf, a.g.e., s. 113
[18] a.g.e.,s. 142
[19] İbnülemin, a.g.e., s. 20
[20] İbnülemin M.K.İ., a.g.e., C. 1, s.465
[21] [21] İbnülemin M.K.İ, a.g.e., C 1, s. IX
[22] M.Çavuşoğlu,a.g.y., s.XIII
[23] H.Vassaf,a.g.e., s.229
[24] a.g.e. 252
[25] a.g.e.,s.253
[26] a.g.e., s.254
[27] Dursun Gürlek,a.g.e.,s.273-275
[28] Dursun Gürlek,a.g.e.,s.284
[29] a.g.e.,s.286-287
[30] İbnülemin M.K.İ.,a.g.e..s.839
[31] “Evlad-ı vatandan biri, bu eserde aradığı bir şeyi bulur, az çok istifade eder de mahzuz olursa benim faidem, işte o mahzuziyettir.” İbnülemin M. K. İ., a.g.e., s..17
[32] A.H.Tanpınar, a.g.e., s.421
[33] Burada yeri gelmişken Mehmet Çavuşoğlu’nun şu sözlerini nakletmeliyiz: “…merhûm Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yaman bir dikkatle teşhis ettiği gibi, daima merkez kendisidir ve her hadise, her insan onun tayin ettiği bir külli iradenin çerçevesinde yine onun müsaade buyurduğu cüz’î irâdeleriyle mevcuttur.” M.Çavuşoğlu, a.g.y., s. X
[34] İbnülemin M.K.İ., S.A.T.Ş.,”Kendime Dair”,s.2220
[35] İ.M.K.İ., a.g.e., s.1431
[36] Nihat Sami Banarlı, Kitaplar ve Portreler, s. 317
[37] Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Akif, Timaş Yayınları, İstanbul 1997,s.11-12
[38] Hüseyin Vassaf, Darü’l-kemâl’le ilgili şunları söylüyor: Kable’l-işgal kitaphânesinde pek mühim kitaplar, pek mühim evrak-ı kadîme-bugün emsâli mefkûd- eski gazete koleksiyonları mevcut olduğundan ulemâ ve üdebâdan bazı zevât müracaatla müstefid olurlardı. İkametgâhı dâru’l-ilm hükmünde olduğundan müdâvimlerden bazı zevât “Daru’l-Kemâl” tesmiye etmişlerdi; birbirlerine “Mahmud Kemâl Bey’in hânesine gidiyor muyuz?” makamında “Daru’l-Kemâl’e gidiyor muyuz?” diye sorarlardı. Ulemâdan, üdebâdan, şuarâdan, hattâtînden, erbâb-ı sanatdan, erbâb-ı mûsikîden el-hâsıl meslek-i muhtelife mensuplarından her fert aradığını Dâru’l-Kemâl’de bulur, istifade ederdi. H.Vassaf a.g.e.,s.149
[39] Midhat Cemal Kuntay, a.g.e., s. 12 vd.
[40] Dursun Gürlek, a.g.e.,s.271-272
[41] Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.m.,s.418
[42] İbnülemin Mahmud Kemal, a.g.e., s.2215