2011 yılının ilk aylarında Suriye’nin bazı kentlerinde Baas rejimine karşı başlayan gösteriler, hükümetin aşırı güç kullanmasının etkisiyle kısa zamanda genişledi. Hükümet güçleriyle muhalif gruplar arasında silahlı çatışmalar başladı. İlk başta otokratik Baas iktidarının yıkılmasına sıcak bakan ABD ve İsrail, eylemlerin merkezinde Müslüman Kardeşler Örgütü’nün (İhvan)olduğunu, Esad’ın devrilmesi durumunda yeni hükümeti onların kuracağını fark edince tavırlarını değiştirdiler. Dini esaslara dayalı, anti-emperyalist görünümlü, ne yapacağını bilmedikleri İhvan iktidarı yerine, seküler yapısı ağır basan Nusayrilerin (Suriye Alevileri) egemen olduğu Esad rejiminin devamının çıkarları açısından daha uygun olacağını düşünerek kenara çekildiler. Türkiye böylece sahada Esad rejimine karşı Batı’lı ülkeler tarafından yalnız bırakılmış oldu. Bugün 2012’den sonraki dönemde Suriye’de ve bölgede izlediğimiz politikayı tartışmak yerine, ortaya çıkan yeni jeopolitik dengeleri, oluşan etnik, dini-mezhebi ve demografik ortamı, bunların doğuracağı muhtemel gelişmeleri konuşmanın daha yararlı olacağını düşünüyorum. Bu açılardan bakıldığında şu tabloyla karşılaşıyoruz:
1) iki Körfez Harekatı sonucunda bölgede birinci derecede söz sahibi ülke durumuna gelen ABD, halen bu pozisyonunu kaybetmiş durumda; Ortadoğu jeopolitiğinin günümüzdeki en etkili aktörü artık Rusya görünüyor. Uçağının düşürülmesini koz olarak kullanan Rusya, Şam rejimiyle güçlü bir ittifak kurarak onun davetiyle bölgeye çok büyük çapta askeri yığınak yaptı, kara ve deniz üsleri kurdu. Böylelikle dört yüz yıldır peşinde olduğu “sıcak denizlere açılma” hedefine ulaşmış oldu. Bugün artık Suriye’de Rusya’nın onayı olmadan harita değişikliği yapmak mümkün değil.
Diğer yandan İslam Devrimi adı altında Şiilik üzerinden Pers milliyetçiliği yapan İran, Lübnan Hizbullahının paramiliter güçlerinden yararlanarak, kendi Devrim Muhafızları’nı da kullanarak sahada rejim muhaliflerine karşı Şam rejiminin askeri etkinlik sağlamasına büyük katkı yaptı. Baas iktidarıyla oluşturduğu yakın ilişki, Tahran’ı Suriye konusunda söz sahibi haline getirmiş bulunuyor.
2) Esad Hükümeti sekiz yıldır süren iç savaşı, ülke topraklarının yüzde doksanını kontrolüne alarak artık kazanmış görünüyor. Ancak bu başarısı çok pahalıya mal oldu. Yoğun çatışmalar sonucunda ülkenin tamamına yakını harabeye döndü, alt yapı, sanayi tesisleri, okullar, hastaneler yıkıldı. Oluşan bu sosyo-ekonomik çöküntünün ve krizin altından kalkmak dışardan çok büyük finansal kaynaklar bulunmadan kesinlikle mümkün değil. İç savaş öncesinde 22 milyon civarındaki Suriye nüfusunun üçte biri ülkeden kaçtı. Bunların beş milyona yakını Türkiye’de yaşıyor ve dönmemekte kararlı görünüyorlar. Ülkeden çıkanların tamamı sunni; ayrıca rejimin henüz kontrolüne alamadığı İdlib’de dört milyon, PKK/PYD’nin hakim olduğu yerlerde üç milyona yakın sunni yaşıyor. Başka bir ifadeyle Nusayri Baas rejimi iç çatışmadan yararlanarak büyük çapta mezhep arındırması yaptı; on yıl önce Hıristiyan’larla birlikte nüfusun ancak yüzde on ikisini oluşturan Nusayriler, güneyimizden rejimin egemen olduğu alandaki nüfusun yüzde otuzunu oluşturacak duruma geldi.
3) Suriye’de kazananlardan biri de Kürtler oldu. On yıl öncesine kadar siyasi bir varlığı olmayan, altı yüz binden fazlasına vatandaşlık hakkı bile tanınmayan Kürtler, ABD tarafından PYD/YPG yapılanması üzerinden “sadık ve güvenilir müttefik” muamelesi görüyor; Suriye‘nin kuzey doğusunda fiili bir devlet haline getirilmeye çalışılıyor. Washington Ankara’nın sürekli itirazlarına aldırmadan her cinsten binlerce TIR dolusu silah ve teçhizatın yanı sıra maddi destek sağlıyor. PKK ile bağlantılarını yakından bilmelerine rağmen terör örgütü saymadığı YPG’lileri eğiterek yetmiş bin kişilik ordu oluşturmaya çalışıyor. Mevcut petrol yataklarının işletilmesini PYD’ye bırakıyor. Türkiye’nin bu yapılanmayı tümüyle bertaraf edebileceği adımlar atmasına kesinlikle rıza göstermiyor.
Türkiye 2016’dan sonra yaptığı üç büyük operasyon sonucunda belli alandaki PKK/YPG etkinliğine büyük darbe vurdu. Keşke bunları daha önceden, IŞİD tehdidi gerekçesiyle uluslararası hukuka göre bir Türk toprağı olan Süleyman Şah Türbesi’ni taşımaya karar verirken ve Rusya’nın, İran’ın henüz bu alanda bulunmadıkları dönemde yapabilseydik. Hem hakkımızı savunmuş olur, hem de terör örgütü IŞİD’e karşı durarak sonraki operasyonlarımıza uluslararası kamu oyunda destek bulabilirdik.
Yapılan operasyonlar sonucunda Kuzeyde Akdeniz’e kadar ulaştırılması tasarlanan Kürt koridorunu engellemiş olduk. PYD varlığını sınırımızdan yirmi beş-otuz km. kadar kuzeye iteledik. Ancak hem ABD, hem Rusya bin km’ye yakın Suriye sınır hattını kontrolümüze almak üzere planlanan Barış Pınarı Harekatı’nı tamamlamamıza karşı çıktılar. Böylece harekat dört yüz km. uzunluğunda, otuz km. genişliğinde dar bir alanla sınırlı kaldı. Hedeflerine tam ulaşılmasa da bu üç harekat bizim için başarıdır. Hem Suriye’de kesinlikle masada olduğumuzu gösterdik, hem de bizi dışlayacak bir senaryonun başarı şansının bulunmadığını ispatlamış olduk.
Önümüzdeki dönemde Suriye konusunda iki küresel güç, ABD ve Rusya ile yaşamakta olduğumuz sorunlar sürecek görünüyor. Çünkü Türkiye için “beka” anlamını taşıyan tehditlerin Irak ve Suriye’deki mevcut ortamdan kaynaklandığı, bunları bertaraf etmek zorunda olduğumuzu kabul etmek işlerine gelmiyor; Kürt kartını her an devreye sokacak tarzda ellerinde bulundurmak istiyorlar.
Türkiye’nin son bir yıldır bölge ülkeleriyle ilişkilerini düzenlemeye yönelik girişimleri gecikilmiş olsa da doğru adımlardır. Bunların sürdürülüp ilişkilerin normalleşmesinden sonuçta tüm taraflar yararlanacaktır. Esad Hükümeti’yle de ilişkilerimizi daha fazla gecikmeden gözden geçirmek zorundayız. Kabul etmesek de Suriye’nin büyük bölümüne hakim olan, BM’in ve pek çok ülkenin meşru saydığı bir hükümet var. Bunun yıkılma ihtimali de yok görünüyor. Komşuluk yapmaya mecbur olduğumuz bir yönetimi yok sayarak bir yere varamayız. Suriye’de ABD’nin oluşturmaya çalıştığı etnik temelli PKK/PYD devletini engellemenin yolu istesek de istemesek de Şam’dan geçiyor.
PKK/PYD meselesinin yanı sıra, Suriye kaynaklı ikinci sorunumuz İdlib’den kaynaklanıyor. Oldukça dar bir alanda yaşamakta olan dört milyona yakın nüfusun üçte ikisini ülkenin değişik yerlerinden buraya sığınan rejim muhalifleri oluşturuyor. Esad ve Ruslar çatışmaların son aşamasında kuşattıkları muhaliflerin tümünü yok edemeyeceklerini gördüklerinden İdlib’e gitmeleri şartıyla yol verdiler, hatta araç sağladılar. Halen İdlib ufak çapta bir Afganistan; El Nusra kökenli radikal selefi cihadçı örgütlere mensup fraksiyonların tamamı burayı mekan tutmuş durumdalar. Türkiye Astana ve Soçi mutabakatlarıyla alanı kontrol altına almayı, radikal dini örgütlerin rejim birliklerine ve Rus üslerine yönelik eylem yapmamalarını taahhüt etmişti. Buna karşılık rejim güçleri ve Rus uçakları buraya operasyon yapmayacaklardı. Ancak tarafların ikisi de mutabakatı sık sık çiğnediler, hem birbirlerine hem de bazen TSK birliklerine saldırılar düzenlediler. Dışişleri Bakanı Lavrov sık sık Türkiye’nin sorumluluklarını yerine getirmediğini ifade etti. Geçen yılın Şubat ayında bölgedeki askeri birliğimize yapılan hava saldırısında 36 askerimiz şehit oldu. Saldırıyı Rus uçaklarının yaptığı belliydi; ama resmî bir açıklama yapılmadı. Erdoğan Putin ile görüşerek mutabakatın tazelenmesi tercih edildi. Askerlerimize muhalif dinci örgütlerden de saldırılar oluyor. Geçen hafta üç askerimizi şehit ettiler. Bu örgütlerin en güçlüsü olan HTŞ geçen yıl Ankara ile uyumlu çalışmayı kabul etmişti. Ancak bazı fraksiyonlar bunu “teslimiyet” olarak nitelendirdiler, tanımayacaklarını açıkladılar. Bu fanatik gruplar ciddi bir güçlerinin olmadığını, Türkiye olmasa rejim güçleri karşısında kısa zamanda ezilip yok edileceklerini görmek istemiyorlar. Türkiye ise İdlib’de başlayacak çatışmaların bir anda yüz binlerce sığınmacının, üç yıl önce olduğu gibi sınırımıza yığılmasına yol açacağını, bunların ülkeye girmesinin çok büyük sorunlara neden olacağını bildiğinden sabırla bunu engellemeye çalışıyor. Geçen hafta yapılan Putin -Esad görüşmesinde İdlib bir kere daha masaya yatırıldı, durumun sürdürülemez olduğu ifade edildi. Aslında Putin Türkiye’nin elinden geleni yaptığını biliyor. Ancak samimi davranmıyor; buraya yönelik operasyon tehdidini sürekli gündemde tutarak bundan bir koz olarak yararlanmaya çalışıyor. Türkiye ise fanatik gruplara yönelik operasyon yapmasının sorunu çok daha büyüteceğini, gidecek başka bir yerleri olmayan dinci terör örgütlerinin doğrudan hedefi durumuna geleceğini gördüğünden bundan kaçınıyor. Ama bu gerilimin nerede ve nasıl bir patlamaya dönüşeceğini, topraklarının tamamını kontrolüne almakta kararlı olan Şam yönetimini daha ne kadar frenleyeceğimizi tahmin etmek mümkün değil. Kısacası İdlib tam bir baş ağrısı; her an patlamaya hazır bir bomba gibi kucağımızda duruyor .