Esat ARSLAN
Öylesine bir gazap sürecinden sınanarak geçiyoruz ki, İdlip’le başlayan, “Van Büyük Çığ Faciası” ve uçak kazasıyla devam eden şehit haberleri yüreklerimizi dağlıyor, yakıyor, kavuruyor. Bu arada hemen bir şeyi büyük harflerle ifade edelim, İdlip’teki işler, özellikle de kapalı kapılar arkasındaki ilişkiler tam bir “Arap Saçı”. Kimin eli kimin cebinde belli olmayan ilişkiler, tam bir karmaşa halinde devam ediyor. Türkçedeki “Arap Saçı”ifadesinin batı dillerindeki karşılığı “Çin Sendromu”(China Sendrome)dur. Çinlilerin afyona alıştırılıp, Afyon Savaşlarından beri kullanılan bir terimdir. Anımsayabildiyseniz, bir de başrollerini Jane Fonda, Jack Lemmon ve Michael Douglas’ın oynadığı 1979 yapımı anlamlı bir filmin adıdır. Ayrıca, bu film sinema tarihinde hiç müzik kullanılmamış nadir filmlerdendir. Film seyrederken, insan üzerinde öylesine bir gerilim yaratır ki, müziğin olmadığını hissetmezsiniz bile. Konusu da bayağı ilginçtir. Nükleer eriyiklerin dünyayı delip geçeceği ve ta Çin’e ineceği korkusuyla başlayıp biten bir filmdir. Gerilim tam bir Hitchcock filmleri kıvamındadır. Ama bana kalırsa böyle durumlar için atalarımızın tanımlaması “Arap Saçı”ifadesi çok daha güzel, çözülemeyecek sorunları, birbiri içerisine girmiş, çözümlenemeyecek kadar girift karmakarışık durumları bir güzel anlatır. Bu tür sorunları ‘Çin Sendromu’ ifadesiyle anlatmaya kalkarsak, Allah, sonuçlarından bizleri korusun, Corona virüsü sonrası Çin’de meydana gelebilecek ekonomik sallantıya kadar götürebilir. Atış serbest, bu sallantı sonrası ekonomik çöküntüye kadar götürebilecek olası yaygın bir rezonatik durum, birçok güzel şeyin sonunu bile getirebilir.
Gerçekten de Suriye’nin İdlip’inde, televizyon ekranlarından yakinen şahit olduğumuz, sorunlar yumağı tam da bir ‘arap saçı’ biçiminde kendini belli etmektedir. Kuşkusuz İdlip’te Astana ve Soçi süreçleri dışında kalan ülkelerin bölgedeki çarpık ilişkileri ister istemez, ‘Savaş Baronları’(Warlords)nı ön plana çıkarmaktadır. Sevgili okurlar, şunu unutmamak gerekir, doğası gereği bir bölgede ‘istihbarat servisleri savaşı’ devreye girdi mi, siz bunun adına ister “vekâlet savaşı” (proxy war)deyin, isterseniz “hibrit savaş”deyin, İstihbarat Servis elemanlarının önderliği ve yol göstericiliği olduğundan her şey içinden çıkılmaz bir hale doğru evrilir. Bir başka deyişle tüm bu çarpık ilişkilerde gizli servislerin doğrudan dahli, parmak izleri olduğundan bölgedeki yerel güçler günümüz ifadesiyle savaş baronları olarak ön plana çıkar. Bu arada söyleyelim, bizdeki bıçkın edebiyatı çok sayıda Ermeni ve Rum sözcükleriyle zenginleştirilmiştir. Buradaki Baron sözcüğü de Ermenice’de “Bey” anlamına gelmektedir. İngiltere’nin aristokrasi terimleriyle herhangi bir ilgisi yoktur. Niçin bunları söylüyorum, bir yerin çivisi çıktı mı, otorite kayboldu mu? Meşru yöneticiler bile militarizm uğruna diktatörce davranmaya başlarlar, neredeyse her mahalle yerel vandalların tahakkümü altına girer. Her şey pamuk ipliğine bağlı sevgili okurlar. Arap Baharı rüzgârlarının estiği topraklarda böyle de durum bizde nasıl derseniz? Üzülerek ifade etmek gerekir ki, maatteessüf, ülkemizde de IŞİD zihniyetlilerinin sayısında büyük bir artış gözlenmektedir.
Bir kere bir şeyi büyük harflerle ifade edelim, Türkiye Cumhuriyeti bölgedeki olaylara meşru ve barış diplomasisi zemininde dâhil olmaktadır. Gerek İdlip gerek Libya Türkiye Cumhuriyetinin bu barış diplomasinin dünya kamuoyunda görünen bölümüdür. Türkiye Cumhuriyeti Suriye iç savaşına çözüm getirmek amacıyla, savaşın tarafları arasında medyatör rolünü oynamaya aktif bir biçimde devam etmiş, halen de devam etmektedir. Halkıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti devlet olarak Suriye barış sürecinin mazlum masum halkı birinci öncelikle düşünen en yapıcı ülkesidir. Osmanlı Devletinden millet egemenliğine geçişle bu durum daha da kendisini belirgin hale getirmiştir. Astana sürecinin çıplak anlamı, RF, İran ve Türkiye tarafından Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması olarak billurlaşmıştır ve bu süreç en sonAnkara zirvesinin sonuç bildirgesindeki 14 maddeyle de taraflar arasında bağıtlanmıştır. Sonuç bildirgesinde, “Suriye’nin egemenliği, bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü ile Birleşmiş Milletler Şartı’nın amaç ve ilkelerine”kuvvetli bir vurgu yapılmıştır. Bu anlamda Ankara zirvesinin sıklet merkezini Astana süreci ve Soçi mutabakatı bağlamında her üç ülkenin de ortak kararı olan Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması Suriye’deki anayasal sürecin çıkış noktasını oluşturmuştur. Soçi Mutabakatı doğrudan doğruya olası çatışmalarda ateşkesin onarılması sürecidir. Kuşkusuz bu görünendir. Toprak bütünlüğü her üç aktörün ortak siyaseti olarak belirginleşmiş olsa da Türkiye, İran ve Rusya’nın Suriye meselesindeki okumalarının, kendi kaygılarına yönelik olduğu sahadaki çıkışlarından anlaşılmaktadır. RF bölgede kalıcılığını, diğer bir ifadeyle bölgedeki kendi bekasını bölgenin insansızlaştırması, muhaliflerin topraksızlaştırılması etkinsizleştirilmesi ve bölgeden kaçırılması olarak görmektedir. Bunun en belirgin yanıtı da Kafkasya’daki klasik Rus politikasıdır. Nedir bu? Abhazsız, Abhazya; Çeçensiz Çeçenya; Asetinsiz Osetya politikaları bunun alandaki en belirgin örnekleridir. Bu politikanın adı kuşat, korku yarat, bölgedeki sivil halk da dâhil kaçırt, bölgeyi boşalt, insansızlaştır, muhalifleri topraksızlaştır ve kendine müzahirleri yönettir. RF kendi bekası ve emniyeti açısından özellikle İdlip bölgesine bu açıdan büyük önem vermektedir. Rejim’in Serakip’deki tesis edilmeye çalışılan Türk gözlem noktasına 8 askerimizin şehit edilmesiyle sonuçlanan top saldırısının perde arkasında Rus stratejisi vardır, harekât doğrudan Rus karar vericilerinin kontrolü altında yapılmıştır, rejim güçlerinin hemen yanı başında Rus subaylarının görülmesi bu savı doğrulamaktadır. Ha bu arada unutmadan söyleyelim, Eylül 2015’te Rusya’nın, Suriye’nin talebi üzerine Suriye’de asker konuşlandırma kararı alma tarihidir. 30 Eylül 2015 tarihi ise ÖSO’yu havadan bombalamıştır. 24 Kasım 2015 tarihinde ise Türkiye’nin havasahasını ihlal eden Rus uçağını düşürülmüş ve Rus pilot maalesef ÖSO tarafından öldürülmüştür. Bundan sonra Türkiye ile Rusya arasında sancılı bir sürece girilmiştir.
Efendim, şimdi de bir NATO üyesi olarak Türkiye Cumhuriyetinin Suriye süreciyle nasıl ilişkilendirildiğine kronolojik olarak bir bakalım. Anımsamakta yarar var, olaylar kronolojisi bu açıdan çok ama çok önemli. 26 Ağustos 2013 tarihinde İngiltere ve Fransa dâhil ABD’nin öncülüğünde Suriye’ye Karşı “Gönüllüler Koalisyonu”kurulmuş, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’dan devraldığı barışçılığını göstererek bu konuda savaşmayan gönüllü olmayı taahhüt etmiştir. 12 Aralık 2013 tarihinde ABD, Suriye’deki İslamcı örgütlere olan desteğini keserek Suriye PeKaKa’sını destekleme kararı almıştır. Aslında bir anlamda Türkiye’nin alandaki ilerlemesine karşı bir önlem alma gereğini duymuştur. Hal böyle olmasına karşı, 19 Şubat 2014 tarihinde ABD’nin desteği ile Türkiye’de, “Eğit-Donat Projesi”Anlaşması kuvveden fiile sokulmuştur. Ayrıca bu kapsamda 23 Temmuz 2015 tarihinde İncirlik Üssü’nün DAİŞ ile mücadele için kullanıma açılmış, 24 Temmuz 2015 tarihinde ise Türkiye DAİŞ ile mücadele programına katılmıştır. Aklıma gelmişken bir de konuyu sağduyunun sesi olarak NATO’nun yaldızlı ifadeleriyle söyleyelim, bu sarmaldan kurtulmak için örneğin Türkiye dışında NATO’nun diğer bölgedeki üyeleri pratikte “Eğit-Donat Programı”nı doğru düzgün adamlara uygulamamayı yeğlemişlerdir. Bunun ötesinde bu olayda bir gerçeklik payı az da olsa var mıdır? Evet, biraz da gerçeklik açısından söyleyelim, Vardır. Şunu söylemeye çalışıyorum, efendim, bölgede Vatan-Millet-Sakarya için pek adam da bulunmaz. Anımsayınız, öte yandan büyük devletler bu yola girmezler, onlar kendilerine biat edecek kişiler ararlar. Onların bölgedeki politikası ölen ölür, kalan sağlar bize para karşılıkğında hizmet eder’dir. Yani AB(D) görüntüde zalim bir iktidar karşısında ezilen mazlum halkların yanında olmazlar, onların dilekleri önemsenmez, onların hedef kitlesi olmazlar. Ya nedir, onların hedef kitlesi? Onların gözü para peşinde koşan eski askerlerdir. Onların hedefi, İkinci Körfez Harekâtı, sonrası işsiz kalan Saddam’ın eski askerleridir, Arap Baharıyla taraflarını belli ederek ayrılan muhalefete geçen deneyimli askerler hatta Libya örneğinde görüldüğü gibi bütünüyle eşkıya Hafter’in safına geçen “Libya Milli Ordusu”dur. Efendim söyleyelim, bunlar, paralı askerlerdir, lejyoner korsanlardır, haramilerdir. Balkan coğrafyasında Osmanlı’dan mülhem, tüm Slav dillerine girmiş olan hemen hepsi birer hayduttur. Bana göre Osmanlı bu terminolojiyle en uygunu, onlar şakidir, eşkıyadır. Bu tanımı Iraklı direnişçiler yaygın bir şekilde kullanmaktadırlar. Bu konuda en deneyimli de Sovyetlerin Afganistan işgalinden sonra ABD’nin uygulamaya soktuğu Yeşil Kuşak kuramının fundamentalist İslam’dan devşirdiği El Kaide’dir, El Nusra’dır, Heyet-i Tahrir-i Şam’dır. Bunlar, Orta Asya’daki Fergana Vadisi’nden bölgeye akan CIA kontrolündeki dinci haydutlardır. Söz konusu İsrail’in yararına su ve petrol evliliğinin yapıldığı bölgelerde ise, Türkiye PeKaKasıdır, İran PeKaKasıdır, Irak PeKaKasıdır, Suriye PeKaKasıdır.Bunun gizlemek için de bol miktarda stratejik ve taktik örtü ve aldatma planı kullanırlar. Özgür Suriye Ordusu kurucu komutanı Albay Riyad Esad’ın veciz bir biçimde ifade ettiği gibi, “Eğit-Donat Projesi Suriyeli muhalifler içinmiş gibi takdim edildi. Ancak arka planda PKK’nın Suriye kolu PYD için tatbik edildi” demesinin anlamı budur.
Efendim, bütün bunlardan sonra söylemem odur ki, Astana Süreci, Soçi Mutabakatı ve Ankara bildirgesi RF ve İran tarafından Türkiye gibi algılanmamaktadır. Açık seçik, gizli RF ve İran birlikteliği ile AB(D) tarafından desteklenen El Nusra’nın Türkiye tarafından tepelenmesine matuftur, Türkiye ile AB(D)’yi karşı karşıya getirilmesi işlemidir. Anlaşılan ve görünen odur ki bu da başarıyla uygulanmaktadır. Ayrıca RF’nın Wagner savunma şirketiyle haydut Hafter’in arkasında saf tutması da bu tezahürün Libya versiyonudur. Rusya-İran-Esad rejimi blokunun askeri seçenekleri ön plana çıkaran ve muhalefeti topraksızlaştırma hedefine matuf agresif tavrı ile özetlenebilir.
Ama unutmamak gerekir ki, bütün bunlar Türkiye’yi bölgede ABD’ye daha da yakınlaştırmaktadır. ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun İdlip’deki son gelişmeler üzerine, Esad rejimini, Rusya’yı, İran’ı ve Hizbullah’ı kınaması ve arkasından “ABD’nin, Türkiye’nin Suriye ordusuna karşı İdlib’de düzenlediği askeri eylemlerini desteklediğini”açıklaması bu savı güçlendirmektedir. Yine yadsımamak gerekir ki, İdlib’deki çatışmalar ne kadar büyürse, Türkiye RF’dan o kadar uzaklaşacak ve ABD’nin kazancı da bir o kadar artacaktır, sevgili okurlar.