Houarı Touatı, “Ortaçağ İslam âlimleri seyahat düşkünüydü. Seyahat sanatını da tutkuyla geliştirmişlerdi. Seyahat, çoğu için, hayatlarının bir sınavıydı”[1] der. Sadece Ortaçağ’da yaşayan âlimler değil, İslâmiyet’in yayılmaya başladığı ilk asırlardan başlayarak seyahat tahsil yolunda en sık başvurulan yollardan biri olmuştur. Müslüman âlimlerin en önemli ilmî faaliyetlerinden biri, bu yolculuklardı. Özellikle de muhaddisler arasında yolculuklar çok yaygındı. Albert Camus’nün “Aynı zamanda yüksek ve ciddi bir bilim de olan yolculuk, bizi kendimize getirir”[2] sözlerine hak verecek olursak bu “bilim”i, en fazla icra edenler herhalde Müslüman âlimlerdi.
İlim yolculuklarına “rıhle” deniyordu. Bunun yanında bu tür yolculuklar için seyahat tâbiri de kullanılıyordu.[3]Rıhle, bir kimsenin kendisinden daha bilgili birini bulmak için çıktığı yolculuktu. Bu bakımdan Hz. Musa’nın Hz. Hızır’ı bulmak için yollara düşmesi de rıhle olarak kabul edilir.[4]
Bu tür yolculuklar sahabeler döneminde çok yaygındı. Bir sahabe ve tabiundan biri bir hadis dinlemek için günlerce, bazen aylarca süren yolculuklara çıkıyordu. Cabir b. Abdullah, Abdullah b. Üneys’ten bir hadis duyabilmek için Mısır’a tam bir ay deve sırtında yolculuk yapmış, hadisi dinledikten sonra hiç beklemeden geri dönmüştü. Dönüş yolculuğu da bir ay sürmüştü.[5] Bu yolculuklara “er-rıhle fi talebi’l-hadis” dendi. Hadis yolculukları öylesine önem kazandı ki kaynaklar bu hususla ilgili İbrahim b. Edhem’in şu sözünü nakleder: “Allah Teâla bu ümmete gelecek belaları hadis âlimlerinin rıhlelerinin bereketiyle uzaklaştırmıştır.”[6]
İslam dünyasında yapılan seyahatlerin en önemli iki gerekçesi hac ve ilim tahsiliydi. Eski ilim adamları devirlerinin gereği olarak seyahat ediyorlar, tahsillerini tamamlamak üzere başka âlimlerlerle görüşüyorlardı. Bazıları bu seyahatleri devrin güçlü hükümdarlarından himaye görmek için yapıyordu. Sebebi her ne olursa olsun âlim gittiği yerde başka âlimlerle sohbet ediyor, görmediği kitapları inceliyor, ilim meclislerinde bulunuyordu. Fakat burada zikredilen ve bir Müslüman âlimi uzun seyahatlere çıkmaya mecbur eden en birinci husus, saygın bir ilim adamından “ilim almak”tı. Bu ifade ilim tâlibinin bir başkasından ilmî meseleleri dinlemeyi ifade eder. İslâm’ın ilk zamanlarından itibaren dinlemenin ilim tahsilinde öne çıkması seyahatlerin en önemli sebebi olmuştur.[7]
İslâmiyet, bir kişinin yer değiştirmesini bazı şartlara bağlamıştır. Buna göre bir insan, şu sebeplerle yer değiştirebilir: “Namusunu korumak endişesi, helâl kazanmak yolu, ilim”.[8] İşte bu üç sebepten sonuncusu, Müslüman coğrafyada uzun süre etkili olan hareketliliklerin sebebini bize izah etmektedir.
İlmî gayelerle yapılan seyahatlerin Hz. Peygamber’in hadisleriyle desteklendiğini ve teşvik edildiğini görürüz. Onun “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” hadisi Müslümanları hem ilme hem de bu uğurdaki zorluklara göğüs germeye davet etmektedir. Bir başka hadiste “İlim telebi için yola çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yolundadır…”[9] buyrulur. Nitekim bu hadislerin emrettiği yolculuğun yansımaları kısa bir süre içinde kendini göstermiş, zaman zaman dünyanın çeşitli yerlerine irşat amacıyla heyetler gönderildiği gibi, yine aynı gayeyle başka diyarlardan da insanlar Mekke, Medine, Kahire, Şam, Bağdat başta olmak üzere önde gelen şehirleri ziyaret etmeye başlamışlardır. Bu seyahatlerin en mühim sebeplerinden birisi buralarda ortaya çıkan ilmî birikimden istifade etmektir. Bu durumun Müslüman coğrafyada büyük hareketliliklerin yaşanmasına ve bilginin geniş mekânlara yayılmasına yardımcı olduğu ortadadır.
Âlimlerin seyahati tercih etmelerinde ilmî silsileler de oldukça etkili olmuştur. Bir insanın ilimde ilerleyebilmesi, kişinin tahsil ettiği sahada sağlam bir silsileye ulaşmasıyla mümkün görülmüştür. Bu anlamda meşru bilgi icazet yoluyla tahsil edilmek istenmiştir. İcazet ise silsileye dayalı bilgiyi öne çıkarmıştır. Böyle olunca seyahat etmek ayrıca bir önem kazanmış ve ilim tâlipleri bilginin silsileye dayalı olanını tahsil etmek üzere uzun yolculuklara çıkmayı göze almışlardır.[10] Kişi, gittiği şehirlerde bazı önde gelen hocaların ders halkalarına katılır, şehirde bulunduğu müddet içerisinde medrese ve cami derslerine devam edenlerin kaldığı yerlerde yaşayabilirdi. Bu konuda devlet adamlarının oldukça bilinçli bir yol izlediğini görüyoruz.[11]
İlim yolculuklarının yoğunlaştığı bazı dönemler olmuştur. Müslüman âlimlerin seyahatleri özellikle milâdî dokuzuncu yüzyıldan sonra hız kazanmıştır. Bu yüzyıldan itibaren Müslüman gezginler seyahatlerle ilgili notlar tutmaya başlamışlardır. Bu notlar önceleri coğrafya ve tarih kitaplarının içinde yer alırken zamanla müstakil bir forma dönüşerek seyahatnâmeleri meydana getirmiştir.[12]
Burada bazı ilmî sahaların seyahatle kurduğu bağa da temas edilmelidir.
Ortaya çıkışı ve gelişimi itibariyle coğrafyanın seyahatle çok yakın bir ilgisi vardır. İlmi çalışmaları besleyen faaliyetlerin en başında seyahatler gelmekteydi. İbn Said el-Mağribî’nin (ö. 1286) Kitâbü’l-Coğrafyası aynı zamanda değerli bir seyahatnâmeydi. Aynı şekilde Nâsır-ı Hüsrev’in (ö. 1088) Sefernâme’si, Muhammed b. Ahmed b. Cübeyr’in (ö. 1217) Rıhle’si, İbn Fazlullah el-Ömerî’nin (ö. 1349) Mesâlikü’l-Ebsâr’ı ve İbn Battuta’nın Rıhle’si seyahat ve coğrafyanın bir araya geldiği eserlerdendir.[13] Bir coğrafya kitabı, ihtiva ettiği bilgileri biraz da seyahatlere borçluydu. Coğrafyacılar bu konuda seyyahların eserlerinden yararlandıkları gibi kendi seyahat intibalarını da eserlerinde kullanmışlardır. Bu anlamda bazı eserler bir coğrafya kitabı olarak yazıldığı halde seyahatnâmelere yakınlık gösterir.[14]
Bir coğrafya kitabı yazmak için uzun seyahatlere çıkan âlimler vardı. Bunlardan biri olan ve 14. yüzyılda yaşayan Ali b. Abdurrahman adlı bir Türk müellif, Acâibü’l-Mahlûkat adlı eserini nasıl yazdığını anlatırken şunları söyler: “Ben kim Ali bin Abdurrahmanım. Yüz yirmi yıl ömür sürdüm. Seyahat ettim.”[15]
Seyahat, oldukça zahmetli ve pahalı bir şeydi. Aylarca hatta yıllarca sürebilen yolculuklarda yolcunun masraflarını ve ihtiyaçlarını karşılayacak maddî gücünün olması gerekiyordu. İlim yolcuları bazen seyahatlerinde günlerce aç kalabiliyorlardı. Seyahatlerini aileden gelen paralarla yapan âlimler de vardı. Yol harçlıkları gecikenler üzerlerinde bulunan elbiseye kadar her şeyini satıp ihtiyaçlarını giderebiliyordu. Bunlar şanslı olanlardı. Günlerce aç suzuz kalıp yollarda ölenlerin sayısını bilmiyoruz. Bu seyyah âlimlerin birçoğu evlerine dönemiyor, bozkırda ve çöllerde hayatlarını yitiriyordu. Yolun bütün zorluklarına rağmen seyahat fikrini zihninden atamayan âlimlerdi bunlar.[16]
Biz ilim yolculuklarının etkisini hadislerin toplanışı esnasında daha net görürüz. Buhârî, topladığı hadislerin ve bilgilerin doğruluk derecesini belirlemek üzere binlerce kilometre yol kat etmiştir. Onun Sahîh adlı eseri böyle bir faaliyetin sonucunda ortaya çıkmıştır.[17]
Buhârî, ilim yolculuklarına erken yaşta başladı. O, ilk ilim yolculuğunu henüz on beş yaşındayken Nişabur’a yaptı.[18] Yolculukları uzun süre devam etti. Bunun sebebi erken yaşlarda başlayan ilim aşkıydı. Öyle ki, on beş yaşındayken tam yetmiş bin hadis ezberlemişti. O, erken yaşlardan başlayarak çeşitli yerlere seyahat etti. Milâdî 825 senesinde Hicaz bölgesine gitmiş, burada bir süre kalmıştır. Daha sonra Belh, Merv, Nişabur, Rey gibi şehirlere giderek tanınmış âlimlerle görüşüp onların derslerine katılmıştır.[19]
Kaynakların ifade ettiğine göre Buhârî’nin hayatında belli başlı seyahat dönemleri oldu. O, babasını erken yaşlarda kaybetti. Ailesinin varlıklı olması sayesinde seyahatlerinde zorluk yaşamadı. Bu zaman zarfında annesi ve kardeşleriyle beraber hac maksadıyla Hicaz’a gitti. Yolculuk sırasında çeşitli âlimlerle görüştü. Bunlardan biri Bağdat’ta görüştüğü Ahmed b. Hanbel’dir. Daha sonra ailesiyle beraber Mekke’ye giden Buhârî, hac görevini yerine getirdikten sonra birçok âlimin ders halkasında bulundu. Buradan Medine’ye geçti ve bazı kitaplarını kaleme almaya ve meşhur eseri el-Câmi’us-Sahîh için malzeme toplamaya başladı. Buharî, Medine’den sonra Şam’a gitti ve bir yandan çeşitli âlimlerin ders halkalarına girdi. Kendisi bir taraftan hadis yazdırmaya başlamıştı. Bu esnada on sekiz yaşında bulunuyordu. Buhârî, Hicaz yolculuğundan sonra Mısır, Basra, Kûfe, Harezm ve Horasan gibi memleketlere ve şehirlere de gitti. Bunlardan bazı şehirlerde birkaç kere bulundu. Bu yolculukları esnasında pek çok sıkıntı yaşadı. Fakat seyahatleri onun için oldukça verimli oldu. Devrin önemli hadis âlimleriyle görüştü. Hem öğrendi hem de öğretti.[20]
Buhârî, gittiği şehirlerde halkın ve âlimlerin büyük ilgisiyle karşılaşıyordu. Ders halkaları dolup taşıyor, başka âlimlerden ders alanlar ona geliyorlardı. Bu durum kıskançlığa sebep oluyordu.
Onun vefâtı da -ilginç bir şekilde- bir yolculuk esnasında olmuştur. Aslında bu bir sürgündür. Kendisine ve çocuklarına özel surette ders vermesini isteyen Buhara valisinin isteğini yerine getirmediği için İmam Buhârî sürgün edildi. Semarkant’a doğru giderken yol üzerinde akrabalarının bulunduğu Hartenk’te bir süre kaldı. Bu esnada vefat etti.[21]
Buhârî, ilmî titizliğiyle, hafızasının kuvvetiyle, gece gündüz demeden hatta yolculukları esnasında bile çalışmasıyla ünlüdür. Kâtibi onunla ilgili şunları söyler: “Buhârî ile beraber yolculuk yaptığımız zaman arada bir sıcak yaz günleri dışında hep aynı yerde kaldık. Bakardım da bir gecede on beş, yirmi kere kalkar; çakmağını çakarak önce ateş yakar; sonra kandili ateşlerdi. Sonra da birkaç tane hadîs çıkarır, onları öğrenirdi.” Buhârî bu hadisler üzerinde titizlikle duruyordu. Onun “Öğrendiğim nice hadîsler vardır ki, Basra’da işittiğim halde Şam’da yazdım. Öyle hadîsler de var ki, Şam’da işittim; ancak Mısır’da yazdım”[22] sözleri seyahatlerinin hangi gâyelerle icra edildiğini gösterir. Böylece birçok seyahatin ve çok titiz çalışmaların neticesinde Sahîh-i Buhârî kaleme alınmıştır.
İslam’ın ilk devirlerinden başlayarak bu ilmî seyahatleri canlı tutan hareketlilikler yaşanmıştır. Bu seyahatlerin ve bu hareketliliklerin muhtevası oldukça önemlidir. Çünkü bugün birçok eserin ve araştırmanın kaynağını teşkil eden bazı kitaplar bu seyahatler esnasında yazılmıştır. Bunlardan birisi, ünlü Tâberî Tarihî’dir. Eserin sahibi Ebu Câfer el-Tâberî (838-923) uzun yıllar Arabistan, Suriye, Mısır gibi yerlerde muhtaç biri olarak dolaşmıştır. Tâberî’nin takipçilerinden el-Mesûdî de Suriye, Filistin, Arabistan, Zengibar, İran, Hindistan ve Orta Asya’yı dolaştı. “Her şeyi ayırmak ve bölmek, çağımızın bir hususiyeti” diyen el-Mesûdî, uzun zamanlar memleketinden ayrı kalmanın acısını şu sözleriyle ifade etmiştir: “Allah bir millete vatan aşkıyla refah verir; doğum yerine bağlı olmak ahlâkî bir ciddiyet ve dürüstlük işaretidir; vatandan, ecdadın ocağından ayrılmayı istememek bir asâleti ifade eder.” el-Mesûdî Bağdadlı olmasına rağmen Kahire’de ölmüştür.[23]
Orta Çağ’ın en büyük coğrafyacılarından Ebû Abdullah Yakut (1179-1229) da uzun zaman seyahat eden âlimlerdendi. Bu seyahatleri esnasında Merv, Hiyve, Belh gibi şehirlere geldi. Moğalların elinde ölmesine ramak kalmıştı. Kitaplarını toplayarak çıplak bir halde Musul’a kaçtı. Bu seyahatlerinin neticesinde “Ortaçağ’ın, dünya hakkındaki bütün bilgilerini içine alan büyük bir ansiklopedi” kaleme aldı.[24]
El-Mesûdî gibi ilmî seyahatler sebebiyle vatanından uzakta, bir sefer sırasında ölen âlimler oldukça çoktur. Mesela İbni Sina, elli yedi yaşında Hemedan’a yaptığı bir seyahat esnasında ölmüştür.[25]
Türkler arasında ilk ilmî seyahatlerin Kaşgarlı Mahmud tarafından Divanü Lügati’t-Türk’ün yazılışından önce yapıldığını söyleyebiliriz. Kaşgarlı Mahmud, taht mücadelelerinden kaçmış ve Türk boyları arasında uzun süre dolaşmış ve yazacağı kitaba hazırlık olmak üzere malzeme derlemiştir. Bu durumu kendisi de şu sözleriyle anlatır:
“Ben onların en uz dillisi, en açık anlatanı, akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı olduğum halde onların şarlarını, çöllerini baştan başa dolaştım. Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma, Kırgız boylarının dillerini, kafiyelerini belleyerek faydalandım; öyle ki, bende onlardan her boyun dili, en iyi yolda yerleşmiştir. Ben onları en iyi surette sıralamış, en iyi bir düzenle düzenlemişimdir.”[26]
Bu sözlerinden de anlaşılıyor ki, Kaşgarlı Mahmud bu seyahatlerini çok bilinçli bir şekilde gerçekleştirmiştir. Araştırmacılar, onun Türk boyları arasında, Kaşgar, Yağma, Tohsı, Çiğil illerinde ve Narın, Talas, Çu, Fergana, Issık Göl, Yengikent bölgelerinde on beş yıllık bir derleme faaliyetinden bahsederler. Divan-ı Lügati’t-Türk’te yer alan dünya haritasından da anlaşılacağı gibi o, Türklerin yaşadığı yerleri çok iyi bilmektedir. Daha sonra birkaç kere Bağdat’a gelen Kaşgarlı Mahmud, burada 1072-1074 yılları arasında eserini yazmış ve kitabını 1077 senesinde Abbasi halifesi Ebü’l-Kasım Abdullah’a sunmuştur.[27]
Divân-ı Lügati’t-Türk’ün yazılışına benzer bir faaliyeti Saltıknâme’de görüyoruz. Sarı Saltık’un geniş bir coğrafya ile birlikte ancak masallarda rastladığımız bazı memleketlere ve ülkelere seyahatlerini ve seferlerini Ebu’l-Hayr-ı Rûmî tarafından kaleme alınan Saltıknâme’de okuyabiliriz.[28] Saltıknâme, Cem Sultan tarafından Ebu’l-Hayr-ı Rûmî’ye yazdırılmıştır. Rûmî, eserini yazmak için yedi yıl seyahat etmiştir.[29]
Türk devletlerinin yükselişiyle birlikte Orta Asya’daki şehir merkezleri hızlı bir gelişme göstermiş ve bunlar civar ve uzak beldelerdeki âlimlerin, şairlerin, dervişlerin bir araya geldiği merkezler hüviyetine bürünmüştür. Semerkant, Buhara, Taşkent, Balasagun, Yarkent, Kaşgar gibi ilim ve kültür merkezlerinde kurulan yüzlerce medrese civar memleketlerde yaşayan Türkleri ilim öğrenmek üzere kendilerine çekmiştir.[30]
Orta Asya’da kurulan devletlerin kanunnâmelerinde şehirlere dışarıdan gelen seyyah, âlim ve tüccarlar hakkında maddeler vardır. Timur kanunlarında geçen bazı maddeler ilmî gayelerle gelen kimselere kıymet verildiğini gösterir. Bu maddelere göre taşradan veya yabancı memleketlerden ülkeye bilgi toplamak üzere gelen seyyahlar önemlidir. Çünkü hükümdar onlardan kendi ülkelerinin yönetimiyle ilgili bilgi edinebilir.[31]
Anadolu’ya göç eden ve burada yerleşen büyük Türk gruplarından ilim ve tasavvuf ehli kimseler yakın coğrafyalardaki belli başlı şehirlere seyahat etmiştir. Bu durumu Selçuklular devriyle Osmanlı’nın kuruluş zamanlarında bariz bir şekilde izleyebiliriz. Hem Selçukluların ve Anadolu beyliklerinin hem de Osmanlıların ilim tahsil etmek için Irak, Suriye, Mısır, İran, Mâverâünnehir, Harezm ve Orta Asya medreselerine gittiklerini kaynaklar kaydediyor. Suriye ve Mısır’da ağırlıklı olarak dînî ve hukukî ilimlerin yanında tefsir, hadis, tarih, edebiyat öğretiliyor; İran ve Maveraünnehir taraflarında ise matematik, heyet, kelam ve felsefe gibi sahalarda eğitim yapılıyordu. Buralarda tahsil görenler Anadolu’ya geliyor ve medreselerde görevlendiriliyorlardı.[32]
Bu seyahatler, Osmanlı Devleti’nde de uzun zamanlar boyunca devam etti. Osmanlı bilginleri, devletin henüz ilk zamanlarından başlayarak uzun süre ilim yolculuklarına çıkmışlardır. Bunlardan birisi Dâvud el-Kayserî’dir. O, memleketinde eğitim gördükten sonra Mısır’a gitmiş; orada tefsir, hadis, usûl ve tasavvuf ilimlerini tahsil etmiştir.[33]Orhan Gazi dönemi bilginlerinden Muhsin el-Kayserî de ilim tahsili için Şam’a gidenlerdendir.[34]
Bu yolculuklarda gittikleri yerlerde bir süre ikâmet eden ilim adamlarımız vardı. Nitekim bunlar içinde gittikleri yerlerde ilmiyle şöhrete kavuşan ve uzun yıllar orada kalan âlimler vardı. Bunlardan birisi de Kadızâde Rûmî’dir. Kendisi İran’a seyahat etmiş ve o taraflarda bu isimle şöhret bulmuştu.[35]
Hem ilim tahsil etmek hem de âlimleri tanımak üzere seyahat eden şahsiyetler arasında Molla Fenârî, Molla Gürânî, Molla Alaeddin Rûmî, Şeyh Abdurrahman b. Ali, Molla Kara Yakub, Muhyiddin Kafiyeci, Molla Şemseddin, Melihî, Dede Ömer Rûşenî gibi isimleri zikredebiliriz. Bunlardan Şeyh Abdurrahman b. Ali, Taşköprülüzâde’nin deyişine göre maksadına nail oluncaya kadar Kahire, Şam ve diğer Arap memleketlerinde gezmiştir. Bu isimlerden gittikleri memleketlerdeki âlimler de istifade etmiştir.
Hayatında ilim yolculuğuna yer veren sûfî âlimlerden biri de Niyâzî-i Mısrî’dir. İlim yolculuklarının mahiyetinin daha iyi anlaşılabilmesi için onun şu sözlerini okuyalım:
“Ben, doğum yerim olan Malatya’da ilk ilim talebinde bulunduğum sırada kalbimde tarikat-ı Sufiyye’yi bilmek arzusu vardı. Önce onların meclislerine muhalif idim, gitmezdim. Fakat sohbetleri bereketiyle günden güne şevkim arttı, nihayet Halvetî şeyhlerinden birine bey’at ettim. Babam da beni ona gitmekten menediyor, kendi şeyhine götürmek istiyordu. O zat Nakşıbediyye’den idi ve bana göre kâmil değildi. Sefer etmem icab etti. Nihayet bin kırk sekiz yılında ki Bağdat bu yılda fethedilmişti, ilim talebi kastiyle Diyarbekir’e sefer ettim. Ama asıl maksadım tarikat ilmi idi. Orada da bir sene kaldım. Diyarbekir ve Mardin’de mantık ve kelâm okudum. Oradan Mısır’a gittim. Mısır’da Şeyhuniyye (Medresesinde) Kadirî’den bir şeyh buldum. Ona bey’at ettim ve Camiü’l-Ezher’de de derse başladım. Camiü’l-Ezher’de okuyor ve o tekkede de yatıyordum. Ciddî çalışıyor, her ikisini de muntazam yürütüyordum.”[36]
İlmî seyahatler konusunda dikkat çeken bir diğer nokta da hac yolculuğuyla ilgilidir. İnsanlar bu yolculuk esnasında ve hac yaparken bambaşka kişilerle, farklı kültürlerle tanışıyor ve bunlar memleketlerine bu tecrübeyle dönüyorlardı. Haccın bunun yanında özellikle ilim tahsili peşinde olanlara ilmî faydalarının olduğu şüphesizdir. Bununla ilgili kaynaklarda şöyle bir anekdot nakledilmektedir: İkinci Murat devri âlimlerinden Molla Yegan hac için Hicaz’a giderken Molla Gürânî ile karşılaşmış, onun ilmî seviyesini görünce takdir etmiş ve beraberinde Anadolu’ya götürmüştür. Molla Yegân, Sultan İkinci Murad’ın huzuruna çıkınca padişah kendisine “Bize Hicaz’dan bir hediye getirdin mi?” diye sormuş. O da “Evet, büyük bir müfessir ve hadis âlimi” deyince padişah “Nerede?” diye sormuş. Molla Yegân da “Kapıda” diye cevap vermiş. Az sonra Molla Güranî sultanın huzuruna gelmiş. Sultan İkinci Murad, onunla bir saat sohbet etmiş ve ilimdeki kemâlini derhal anlamış. Onu bir medreseye tayin etmiş. Molla Gürânî, İkinci Murad’ın oğlu Fatih’in de hocası olmuştur.[37]
İlim de marifet gibi iltifata tâbidir. Takdir gördüğü ve desteklendiği yerde gelişir ve serpilir. Bu sebeple bugün, ilmin takdir edildiği memleketlere geniş ölçüde beyin göçünün olduğunu görüyoruz. Âlimlerin bir diyardan başka bir diyara gitmelerinin sebeplerinden birisi de işte bu, yaşadıkları yerlerde ve şehirlerde iltifat görmeleri veya görmemeleridir. Bu mânâda eski şairlerimizden biri bunu şöyle ifade eder:
Ehl-i dil ârâm eder her kande kim rağbetlenir
Gâh olur gurbet vatan gâhî vatan gurbetlenir
Yakın zamanlarda seyahatlerini bir kültür şölenine dönüştüren isimler yaşamıştır. Bunların en başında Süheyl Ünver gelir. “Ünver, geçen yüzyılın Evliya Çelebisiydi” demek herhalde abartı olmaz. Bu isimlendirme Muallim Cevdet’e aittir.[38] Süheyl Ünver sıradan bir seyyah değildir. Yahut tam anlamıyla bir seyyahtır. Onun yanında fırçası, sulu boyası, defterleri ve fotoğraf makinası her zaman hazır bulunmaktadır. Yaptığı resimlerin onun seyahatlerini daha derinlikli hâle getirdiği ortadadır. Çünkü eşyaya ve tarihi eserlere bir ressamın gözüyle yönelttiği dikkatin ona bir seyyahın zengin izlenimlerini bağışladığını söylememiz mümkündür.[39]
Gittiği yer ister uzak olsun ister yakın, o bu gezilerden olabildiği kadar istifade etmiştir. Hemen her şeyi kaydetmek ve şifâhîlikten kurtarmak istemesinin birçok sebebi vardı. Öncelikle o devirlerde çok hızlı bir değişim geçiriyorduk. Asırların işlediği bir sokak, bir mahalle, cami, medrese, mezar taşı kör kazmanın veya bazı kimselerin elinde heder olabiliyordu. Bu anlamda Süheyl Ünver’in özellikle Anadolu’daki seyahatleri bir tespit çalışması olarak da görülebilir. Anadolu’nun ve Rumeli’nin belli başlı şehirlerindeki kültürel hazineleri tespit etmesi hep bu cümledendir. Bugün sadece adını bildiğimiz onlarca eser onun defterlerinde, resimlerinde ve fotoğraflarında yaşamaktadır.
Süheyl Ünver, bazı seyahatlerinden sonra çeşitli sergiler düzenlemiş ve memleketin aydınları bunlardan çok istifade etmiştir. Onlardan biri olan Mahir İz, bunu şu sözleriyle anlatır: “Her tedkîk seyahatinden sonra bir sergi açar, seminer konuşması yapar, memleketin münevver ve mâruf simâları çevresinde toplanır, o asîl tavrı, munis ifâdesiyle her toplantıda hayranlarını artırırdı. Ben de o sergileri gezdikçe onun ulüvv-i tab’ından ilhâm alır, değersiz kıt’alar yazardım.”[40]
İlmî seyahatlerin bir başka yönü de kitaplar için yapılan yolculuklardır. Seyahatnâmeleri ve seyahat intibalarını nakleden eserleri hariç tutarsak, kitaplarla seyahatin nasıl bir ilgisi olabilir diye düşünebilir insan. Eski geleneğimizde kitaplar da ziyaret edilirdi. Bunun yakın zamanlara kadar devam ettiğini bazı hatıra kitaplarından öğreniyoruz. Seyyahlar, gittikleri yerlerde camilerde, tekkelerde bulunan eski eserleri, müellif hatlı kitapları büyük bir tazimle ziyaret ederlerdi. Mesela son devir mutasavvıflarından Hüseyin Vassaf, bir Bursa seyahatinde İsmail Hakkı Bursevî Camii’nde bulunan bazı eserleri ve bir başka camide bulunan Farsça tefsirli bir Kuran-ı Kerim’i ziyaret eder.
Bazı kimseler bir kitabı ziyaret etmek için uzak yerlere gitmeyi göze alabilirdi. Nitekim konuyla ilgili şöyle bir hikâye anlatılır: Bir zamanlar Türkistan’dan Bursa’ya bir seyyah gelir. Bu kimse, Bursa’yı bulana kadar büyük mesafeler kat etmiş, pek çok sıkıntıya katlanmıştır. Bunun sebebi İsmail Hakkı Bursevî’nin bir eseridir ve seyyah, Bursa’ya gelir gelmez Bursevî’nin türbesini aramaya başlamıştır. Bursalı âlim Yusuf Efendi, Türkistanlı seyyaha Bursevî’yi nereden tanıdığını, neden onu iştiyakla ziyaret etmek istediğini sormuş ve seyyah ona şöyle cevap vermiştir: “Bizim memleketimizde Rûhu’l-Beyân tefsiri en makbul bir tefsirdir. Onda gördüğüm esrâr beni buralara kadar getirdi. Evlâd u ıyâl gözüme gözükmedi.”[41]
Seyahatle kitap muhabbetini bir araya getiren şahsiyetlerden biri de Ali Emirî Efendi’dir. Ali Emirî Efendi kitaplara tutkun bir insandır. Kütüphanesinde ciltleri eksik olan eserleri tamamlamak için belki bir ömür boyu çalışıp durmuştur. O, kütüphanesinde olmasını istediği eserleri istinsah etmiş, istinsah etme fırsatı bulamadıklarını bazen sahibinden satması için mektup yoluyla rica etmiştir. Nitekim bir eserin kendisinde olmayan cildinin Yemen’de yaşayan birinde bulunduğunu öğrenen Ali Emirî Efendi mektup yoluyla birçok defa teşebbüse girişmiş, ancak başarılı olamamıştır. Bunun üzerine memuriyetinin Yemen’e naklini istemiş ve tayini çıkmıştır. Fakat kitap sahibinin kitabı satmaya razı olması üzerine Yemen’e gitmekten vaz geçmiştir.[42] Yahya Kemal, “Ali Emîrî’ye Gazel” şiirinde onun bu tür gayelerle yaptığı yolculukları şu beytiyle ifade eder:
İklîm-i Rûm’u gezdi otuz yıl taraf taraf
Bir maksadıyle tab’-ı nefâ’is-pesendinin[43]
Dipnotlar
[1] Houarı Touatı, Ortaçağda İslam ve Seyahat Bir Âlim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi, Çeviren: Ali Berktay, YKY Yayınları, İstanbul 2004, s. 11.
[2] Winfried Löschburg, Seyahatin Kültür Tarihi, Türkçesi: Jasmin Traub, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 1998, s. 9.
[3] Rıdvan Canım, Divan Edebiyatında Türler, Grafiker Yayınları, Ankara 2010, s. 249.
[4] Söz konusu yolculuğu değerlendiren bir yazı için bkz.: Bilal Kemikli, “Hızır’a Yoldaş olmak”, Keşkül Dergisi, Seyahat Özel Sayısı, S. 4, Nisan-Mayıs-Haziran 2005, s. 22 vd.
[5] Dilaver Selvi, Ziyaret Edepleri ve Yolculuk Hükümleri, Hâcegân Yayınları, İstanbul 2015, s. 47-48.
[6] İhsan Şenocak, “İslam Medeniyeti Tarihinde İlim Yolculukları”, https://ihsansenocak.com/rihle/ Erişim Tarihi: 06. 09. 2016; Sadık Canlar, “İlmin Alın Teriyle Yoğrulması: Rıhle-i İlmiyye”, http://insanvehayat.com/ilmin-alin-teriyle-yogrulmasi-rihle-i-ilmiyye/ Erişim Tarihi: 06. 09. 2016.
[7] Houarı Touatı, a. g. e., s. 101.
[8] Şinasi Çoruh, Emir Sultan, Tercüman 1001 Temel Eser, (yer ve tarih yok), s. 43.
[9] Roger Garaudy, Geleceğimizde İslâm Var, Çeviren: Cemal Aydın, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2014, s. 107. Hz. Peygamber, hadislerinde seyahat bahsine birçok kere temas etmiştir. Bunlar nefsi terbiye etmek, ilim tahsilinde bulunmak, fitneden kaçmak gibi Allah rızasına dayalı olarak yapılan seyahatlerle ilgilidir. Bunlardan en bilineni “Seyahat ediniz ki, sıhhat ve rızkınızda genişlik bulasınız” hadisidir. Seyahatin sıhhat ve rızık genişliğiyle birlikte anılması, oldukça dikkat çekicidir. Nitekim diğer başka hadislerde de seyahat konusuna nebevî bir emir olarak rastlamaktayız. Bunlardan birisinde “Seyahat edenler oruç tutanlardır” denilerek oruç tutanlarla seyyahlar bir arada zikredilmişlerdir. Seyahatle ilgili diğer bazı hadisler şunlardır: “Sefere çıkınız. Çünkü yolcu, vasıtalı olsun veya yaya yürüsün, sefer müddetince, Allâhü Teâlâ ona yardımda bulunur”, “Dini için bir yerden bir başka yere göçene, bir karış yol da olsa cennet vacib olur. İbrahim (a.s.)’ın ve Muhammed’in (s.a.v.) arkadaşı olur”. Bir hadiste seferden önce ve seferden sonra ne yapılacağına dair Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz sefere çıkmak istediğinde, evinde iki rek’at namaz kılsın. Seferden dönünce de iki rek’at namaz kılsın.” Peygamberimizin sünnetine göre yolculuk için pazartesi veya perşembe günü seçilmeli ve yola erken çıkılmalıdır. Mehmet Arif, 1001 Hadis 1. Cilt, Baskıya Hazırlayan: Ahmet Kahraman, Tercüman 1001 Temel Eser, (Yer ve tarih yok), s. 210, s. 216; İmamzâde Muhammed b. Ebû Bekir el-Buhârî, İslâm Ahlâkı ve Âdâbı (Şir‘atü’l-İslâm), Fazilet Neşriyat, 2. Baskı, İstanbul 2012, s. 141-142.
[10] Houarı Touatı, a. g. e., s. 13.
[11] Will Durant, İslam Medeniyeti, Türkçesi: Orhan Bahaeddin, Tercüman 1001 Temel Eser Yayınları (Yer ve tarih yok), s. 87.
[12] Kasım Şulul, İbn Haldun’a Göre İslâm Medeniyeti, İnsan Yayınları, İstanbul 2013, s. 394.
[13] Mahmut Ak, Osmanlı’nın Gezginleri, 3F Yayınları, İstanbul 2006, s. 10-11.
[14] Hüseyin Yazıcı, “Seyahatnâme” Maddesi, TDVİA, c. 37, Yıl: 2009, s. 10.
[15] Cevdet Türkay, Osmanlı Türklerinde Coğrafya, Maarif Basımevi, İstanbul 1959, s. 8.
[16] Houarı Touatıa, a. g. e., s. 80 vd.
[17] Alparslan Açıkgenç, İslâm Medeniyetinde Bilgi ve Bilim, İSAM Yayınları, İstanbul 2006, s. 68.
[18] İmam Buharî’nin ilk ilim yolculuğunda Nişabur’u tercih etmesi boşuna değildir. Nişabur, gerek medreseleri ve gerekse âlimleriyle ilim heveslilerinin en çok tercih ettiği Horasan şehirlerinden biriydi. Burada başta hadis olmak üzere ilmî faaliyetlerde bulunuluyordu. Âlimler tasavvufî eğitimle de meşgul oluyorlardı. Bazı sûfî ve âlimlerin kendi adlarıyla anılan medreseleri vardı. Meşhur sûfîlerden bir kısmı burada yetişmişti. Kuşeyrî ve üstadı Ebû Ali Dakkâk akla ilk gelenlerdendir. Kuşeyrî ayrıca bir hadis âlimiydi. Daha geniş bilgi için bkz.: Mürsel Öztürk, Anadolu Erenlerinin Kaynağı Horasan, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2001, s. 237.
[19] Mücteba Uğur, Buhârî, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1989, s. 9-12.
[20] Mücteba Uğur, a. g. e., s. 13 vd.
[21] Mücteba Uğur, a. g. e., s. 27.
[22] Mücteba Uğur, a. g. e., s. 50.
[23] Will Durant, İslam Medeniyeti, Türkçesi: Orhan Bahaeddin, Tercüman 1001 Temel Eser Yayınları (Yer ve tarih yok), s. 91-92.
[24] Will Durant, a. g. e., s. 246-247.
[25] Will Durant, a. g. e., 109.
[26] Kâşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk (Çeviri) Cilt 1, Çeviren: Besim Atalay, TDK Yayınları, 5. Baskı, Ankara 2006, s. 4.
[27] Fuzuli Bayat, Kaşgarlı Mahmut Büyük Türk Bilgin ve Ansiklopedisti, Ötüken Yayınları, İstanbul 2008, s. 29-32.
[28] Necati Demir-M. Dursun Erdem, Ebu’l Hayr-ı Rûmî Saltıknâme (Saltık Gazi Destanı), C. I, II, III, İstanbul 2013.
[29] Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Sufiliğine Bakışlar Makaleler-İncelemeler, Timaş Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2015, s. 11.
[30] Saffet Bilhan, Orta Asya Bilgin Türk Hükümdarlar Devletinde Eğitim-Bilim-Sanat, TDV Yayınları, Ankara 1988, s. 13.
[31] Saffet Bilhan, a. g. e., s. 28.
[32] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1988, s. 227
[33] Taşköprülüzâde İsâmuddin Ebu’l-Hayr Ahmet Efendi, Osmanlı Bilginleri-Eş-Şekâiku’n-Nu’mâniyye Fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye, Çeviren: Muharrem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 27.
[34] Taşköprülüzâde İsâmuddin Ebu’l-Hayr Ahmet Efendi, a. g. e., s. 30.
[35] Taşköprülüzâde İsâmuddin Ebu’l-Hayr Ahmet Efendi, a. g. e., s. 35.
[36] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfan İrfan Sofraları, Notlarla Çeviren: Süleyman Ateş, Emel Matbaası, Ankara 1971, s. 39.
[37] Taşköprülüzâde İsâmuddin Ebu’l-Hayr Ahmet Efendi, a. g. e., s. 95.
[38] Ahmed Güner Sayar, A. Süheyl Ünver (Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri), Ötüken Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2011, s. 188.
[39] Resim yapmak bir seyyah için birçok avantajı beraberinde getirir. Resim, insanı estetik ve dikkatle buluşturur. Bunlar da aslında bir seyyahın ihtiyaç duyacağı şeylerdir. Seyyah ve ressam, eşyaya yönelttiği nazarla onda estetik bir yön ararlar. Bu dikkat, yapılan işin derinlikli olmasına yardım eder. Ayrıca neyin hoşa gidip gitmeyeceğini bilmek de dışarıya bir ressamın bakışıyla bakma gereğini destekler. Dışarıya yönelteceğimiz estetik kaygısı taşıyan bir bakış manzaranın gücünün kaynağını bulmamıza da yardımcı olur. Bu sayede insan hafızası da keskinleşir. Dikkat gelişir. bkz.: Alain de Botton, Seyahat Sanatı, Türkçesi: Ahu Sıla Bayer, Sel Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 2011, s. 234.
[40] Mahir İz, Yılların İzi, Kitabevi Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2014, s. 517.
[41] Hüseyin Vassaf, Bursa Hatırası, Haz.: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Bursa 2010, s. 99.
[42] Dursun Gürlek, Ayaklı Kütüphâneler, Kubbealtı Yayınları, 14. Baskı, İstanbul 2014, s. 91.
[43] Yahya Kemal, Eski Şiirin Rüzgârıyle, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul (Tarihsiz), s. 59.