Soğuk bir Ekim sabahıydı. Uçağımızın tekerlekleri Taşkent havaalanının beton zeminine dokunduğunda ben, yarım kalan hoş bir rüyanın diğer yarısını hüzün içerisinde kendi haline terk ettim. O yarım rüya hep orada, hep o uçağın tekerlekleri altında çığlıklarla ve acıyla kalakaldı…
Tarih:17 Ekim 1994…Saat sabahın 05.00’i…
Ürkek ve şaşkın bakışlarla Taşkent’teki Rus pasaport görevlilerine yaklaşırken gerçeğin ilk adımı da beni takip ediyordu sanki.
“Neredeyim?”
“Ne işim var buralarda?”
“Ülkülerim nerede?”
Sorularını kendi kendime sorarken bir anda Rus görevliyle göz göze geldim. Ben kara gözlü, kalpağı yan yatmış özü bey birini beklerken mavi gözlü, sarı saçlı ve mağrur bakışlarla beni süzen bu soğuk şahsiyetin neden orada bulunduğunu o anda pek anlayamadım. Pasaportumu uzattım. Yaklaşık beş dakikalık inceleme sonrasında Türkiye dışındaki bir başka Türk Coğrafyasına yani Özbek diyarına “merhaba” dedim.
Bir rüyadır benim Türk ellerindeki 12 yıllık maceram. Hem rüya…Hem iliklerime kadar sinmiş doyumsuz bir lezzet…Hem de hayallerimle gerçeklerimin uzun yıllar güreştiği ama bir türlü yenişemedikleri bir sıcak bozkır…
Bu yolculuğa başlarken sırt çantamdaki ağırlığın içinde kitaplarımla birlikte sabrım, sevgim, hayallerim ve bir de babamın yolcu ederken, “Seni Ata Yurduma kurban gönderiyorum.” Diye canından kulağıma fısıldadığı o anlamlı söz vardı.
İşte bir Ekim sabahı Türkistan topraklarına, çantamdaki bu ağırlığın sorumluluğunu omuzlarımda ve yüreğimde hissederek girdim.
Yaşadığım sürece ancak resimlerde, kitaplarda veya televizyonda izlediğim çekik gözlü kandaşlarımla kucaklaşmak, onlarla asırları konuşmak, Türk tarihinin seyrini tartışmak, bizim yüzlerce yıllık ayrılığımızın sebeplerini bir an önce sorgulamak istiyordum. Bu duygularla Taşkent’in bir Anadolu kasabasındakine benzer bahçeli evlerine el sallarken köhne otobüsümüz de Kazakistan’a doğru sarsıla sarsıla yol alıyordu. Bu kamyon bozması otobüsümüzde benden ayrı, zihinlerinde yüzlerce soruyla etrafı izleyen arkadaşlarım da vardı. Herkes kendi halinde…Herkes kendi dünyasında ve herkes hayalleriyle baş başa…Hepimiz ya hayallerimiz içinde gerçeği ya da gerçekler içinde hayallerimizi arıyorduk. Otobüsümüz sanki arkamızdaki yolları toplayarak yürüyordu. Arkamız boş, arkamız ıssız, arkamız mahzun…Önümüzde güneş…Güneşi kucaklıyorum ve tayların soluksuz koştuğu Kazak bozkırları benim oluyor.
Merhaba Kazak Atam…Merhaba Batır Atam…Merhaba Ekem-Şeşem… Merhaba karındaşım, candaşım, yoldaşım… Merhaba Kazak elim…
Arabamız Çimkent’ten geçiyor ağır aksak. Etrafta kara-kuru insanlar…Yıllar sonra yüreğimi sarıp sarmalayacak insanlar… Ve Gençler… On iki yıl boyunca birlikte aynı şanırakta nefes alacağımız, gözlerinden zekâ fışkıran gençler… Bakışlarında cevabı hemen bulunacak sorularla izliyorlar bizi. Meraklı gözler yol boyunca hiç terk etmedi otobüsümüzü. Yüzlerinden sükûnet ve sabır yansıtan bu bozkır kahramanlarını gönülden selamlayarak “İki dünya eşiği, er Türk’ün beşiği” Türkistan topraklarına kavuştuk. Kavuşmak ne kelime, adeta karıştık o topraklarla, o topraklarla ve ufku Kafdağı’nın ardındaki sonsuz bozkırlarla… Bozkır; gönlümüzün yaylası…Bozkır; yaylamızın laylası oldu o günden başlayarak.
İnsanlar…Kazakistan insanları…Benim ruh birliği, gönül birliği içinde olduğum Kazak insanları…Suskunluğunda asalet, bakışında asalet, sofrasında asalet taşıyan yürekli insanlar. Toprağın rengini, toprağın kokusunu ve de toprağın aşkını ruh derinliklerinde taşıyan bu insanlarla her gün taze bir heyecan içinde yaşamak ve yaşarken de çalışmak mutlulukların en anlamlısı oldu benim için. Ne, sadece dış kapısı olan ve beş arkadaşımızla battaniyelere sarınarak sırlarımızı paylaştığımız soğuk evimiz, ne yattığımızda yayları yerlere yapışan demir karyolamız ve ne de soğuk kış sabahlarında bir saat duraklarda derse gitmek için dolmuş beklediğimiz günler bizlerin heyecanını eksiltmedi. Od içinde değil sanki buz içinde döne döne piştik gönüldaşlarımızla.
Bu ürpertici soğuk gecelerimizdeki tek sıcak şey ise Orhan Kavuncu Hocamızın sohbetleriydi. Bu gönül beraberliği hem evimizi hem de ruhlarımızı ısıtıyor ve çok büyük moral kaynağı oluyordu bizler için.
Türk Dünyasının farklı yörelerinde, aynı tarih ve kültür geçmişine sahip insanlarla aynı dilde konuşmak, aynı türküyü söyleyip aynı sofrada aynı duaya “Amin!” demek bana sonsuz mutluluk verdiğini iftiharla söyleyebilirim. Bu nedenledir ki, bana bu gururu ve görev sorumluluğunu yaşatan soylu geçmişimin asil insanlarına yapmış olduğum hizmetin her anını, emeğimin her zerresini sonuna kadar helal ediyorum.
İLK ÖĞRENCİLERİM…
On gün önce üniversitemizin hazırlık bölümü hocalarıyla başladığımız bir Kazakça kursunda iken sınıf kapımız açıldı, içeriye adının Rahimcan olduğunu söyleyen Şarkiyat Fakültesi dekan yardımcısı girdi. Kazakça hocamız Almas Bey bize, biz ise Rahimcan’a bakıyorduk. Rahimcan Bey “Şarkiyat Fakültesine bir okutman gerek.” dediğinde herkesi bir telaş aldı. Arkadaşlarım bana, ben onlara anlamsızca baktığımızda Almasbek Hocamız beni işaret ederek, “Cemal Mırza, siz gidin. Ben de aynı fakültedeyim. Birlikte çalışırız.” dedi. Dostlarımın hepsi çok büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş yüz ifadesiyle bakakaldılar bana. Kalktım ve iki yıl boyunca görev yapacağım fakülte dekanlığına doğru Rahimcan’ı takip ederek yürüdüm.7,8 yıl boyunca her buluşmamızda kucaklaştığımız Şarkiyat Fakültesi dekanı ve zamanın özünden hiçbir şey alamadığı Cumabay Ekemizle (Cumeke) tanışıyorum.
İlk dersime gidiyorum. Önümde yürüyen ve bana sınıfın yolunu göstermeğe çalışan Ercan’ın ayaklarına takılıyorum arada bir. Kara gözleriyle etrafa zeka ve ışık saçan, yüzü çilli, boyu kısa mı kısa bu Kazak öğrencimin bana rehberlik etmede ne kadar sevinç duyduğunu her hareketinden anlıyorum. Türk Dili ve Edebiyatı bölümü 1.Sınıf öğrencilerinin bulunduğu sınıfa giriyorum. Meraklı gözler… Meraklı kulaklar ve on beş sıcacık yürek…Onlar utanarak, ben utanarak birbirimize bakmaya çalışıyoruz. Çok geçmiyor. Onlardan selam köprüsü, benden de kelam köprüsü kısa sürede kuruluyor ve bizler birbirimizin yüreklerine misafir olmaya başlıyoruz. Ne taş gibi tebeşirler, ne boyasız yazı tahtaları ve ne de dipten dibe girerek bulabildiğimiz sınıflarımızın buz gibi havası sıcaklığımızı da savaşımızı da engelleyemiyor. Ben onlara öğretiyorum ses bayrağımı, onlar da bana öğretiyor, heveslerini, rüyalarını, hülyalarını… Armanlar, Almaslar, Saidalar, Saltanatlar,Timurlar, Nurgaliler ile bir huzur tandırında bir tan çiçeği büyütüyoruz adeta. O çiçek hepimizin oluyor. Günler geçtikçe yavru kuşlar gibi hepsi ayaklanıyor, gönül perdeleri yırtılıyor ve Türkçemin gökkuşağında kanat çalmaya başlıyorlar. Benim elimde kalan ise yıllarca gözlerimden ve gönlümden düşmeyen o hepimizin tan çiçeği… Ve o çiçekle hala hayallerimi yıkıyorum. İşte o günlerde o değer biçilmez canların uçup gitme zamanında dilimden dökülüp kalemime yansıyan mısralarım:
KANATLANAN SUSKUNLAR…
Hep susarlardı on beş genç.
“Konuşun” dedikçe yere bakarlardı.
Ama ben anlardım
Gözleriyle konuştuklarını.
Gün geçti…Günler geçti…
Bir fidanın canlanması gibi,
Yavaş yavaş canlandılar.
Önce sabırları kanatlandı.
Dilleri kanatlandı,
Ve sonra.
Hülyaları kanatlandı.
Arzu oldular…
Umut oldular…
Donuk gecelerde bile
Yıldız oldular
Gökyüzüne takılı.
Kimileri süzülüp kayboldular
Derin karanlıklarda.
Kimileri,
Almas oldu,
Arman oldu, Timur, Ercan, Nurgali oldu.
Jeltoksan Kayratları gibi.
Kimileri de
Asem, Hanzade oldu.
Gülcan, Saide oldu.
Gülnar, Gülcevher,
Aynur ve Saltanat oldu.
Zerafet perileri gibi…
Kısacası; uzak…Çok uzaklardan
Göz kırpar oldular aydınlık sabahlara
Ve
Kazakistan’ımın hür şafaklarına…!