İnsanın Taşrası-VI

Ramazan bereketinin ayrı bir yeri vardı hayatımızda. Bilhassa İftar ve sahur vakitleri çok özeldi. Babam sahurda, “Kim uyur, kim uyanık?” diye seslenir, içimizden ilk uyanan, “Ben cüce ağa uyanık” diye ayağa kalkar, sofraya otururdu. Çoğu kez bu soru sorulduğunda hepimiz zaten uyanık da olurduk. Mesele de bizi uyandırmak değil, uyanık olanı sofraya çağırmak, işi eğlenceli hale getirmekti. Bazen de nazlanır, uyanıkken uyur gibi yapardık. Güzel günlerdi o günler. Babam mutlaka dışarı çıkacakmış gibi, harici giysileriyle sofraya otururdu. Sahurda da öyleydi. Biz onu hiç pijamayla görmedik.

Gecenin o vaktinde sofrada ne yenildiğini mutlaka merak eder, biz de kalkmak isterdik. Sahur sofrası mutlaka özeldi, öyle düşünürdük. O saatte oruca kalkmak da ayrıcalıktı. Kalkan da kalkmayana ballandıra ballandıra anlatırdı o sofrayı. O sahur vakti, imsak ve sonrasında tekrar uykuya dalmak, bunların her biri; bizi, “kâlû belâ”’dan bu yana devam eden o büyük zincirin halkalarına bağlar, hepimizi o büyük “gelenek”le buluştururdu. Bu rüya, “çocukluk yıllarında gördüğümüz bu Müslüman rüyasıdır ki, bizi bir millet halinde tuttu”, tâ Hicaz’daki, Taşkent ve Kazan’daki kardeşlerimizle birleştirdi.

O saatte, gecenin sabaha yaklaştığı o vakitte, vaktin sahibini, O’nun verdiklerini düşünür müydük? O kadarını bilemiyorum, ama O’nu hissederdik. Bir bütün halinde bütün varlığı kuşatan o kudreti hissederdik. O çerçevedir ki, hepimizi Türk ve Müslüman yaptı, geleneğe bağladı. Şöyle niyet ederdik: “Ekmek yedim arıca/Su içtim duruca/Niyet ettim Allah rızası için/Bugünkü oruca”. Duamız buydu. Yatarken de “Yattım Allah kaldır beni/Nur içine daldır beni” diyerek uykuya dalardık. Bu duaları annem öğretirdi. Ona da annesi öğretmiş. 

Yahya Kemal, “bu günkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an’ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitâbullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar” diye yazarken, çok uzaklardaki bir dünyayı değil, hepimizin yaşadığı o dünyayı resmetmişti.

Evde başköşede Kur’an-ı Kerim olurdu. Babamı bazı vakitler pencere kenarında Kur’an-ı Kerim okurken görürdüm. İlk iki sayfasının tezhiple süslendiği Kitâbullah, oradaki her bir desen ve renk; babamın kendine göre ahenkle o kitabı okuması; bütün bunlar, benim çocuk dünyam üzerinde derin izler bıraktı. O kadar ki, çocukluğumun geçtiği o doğal habitat, yaşam alanı; nasıl benim tabii bir parçam olduysa, o kültürel habitat da benim doğal bir süreğim, parçam oldu. O ilk izlenimlerin bıraktığı etkiyi yıllarca üzerimden atamadım. Hâlâ da o etki, adını bir türlü koyamadığım o etki, bir örtü, bir şal gibi bütün benliğimi sarıp sarmalar, ısıtır.

O çocukluk yıllarının sahur vakti ne kadar güzelse, iftar saati de o kadar güzeldi. Sofraların olmazsa olmazı armut kakı, erik ve alıç kurusu hoşafıydı. Çok severdik onu. İftar saatine doğru sokaklar tenhalaşır, herkes evine çekilirdi. Güneş ardında kızılımsı, erguvanî bir renk bırakarak çekilmiş, bütün bir ufuk sessizliğe bürünmüştür. Sanki bütün mahlûkat iftarı beklemekte, herkes ilahi bir emre hazırlanmaktadır. Her tarafta bir telaş, bir heyecan vardır. Ara sıra yoldan geçen tek tük sesler duyulur.

Bizim ev yol kenarı, cami ve çeşmenin tam yanında olduğu için, günün hareketi kadar sessizliği de oradan izlenebilirdi. O iftar saatlerinde, hele bir de oruçsak, sofra başında iftar beklemenin ayrı bir lezzeti olurdu. Ankara ezanı okunup da, bizim ezan vakti beklenirken vakit bir türlü geçmek bilmezdi. Bizim ezanla Ankara ezanı arasında tam tamına beş dakika vardı. Radyoda Ankara için iftar saati ve ezan okunurdu.

Sonrasında Faruk Ermemiş’in hazırladığı iftar duası okunurdu. “Allah’ım senin rızan için oruç tuttum, sana inandım, sana güvendim, senin rızkınla orucumu açtım. Hamdolsun verdiğin nimetlere, sağlık ve afiyete. Ey bağışlaması bol Rabbim! Beni, ailemi, milletimi, devletimi ve inananları koru. Rahmetini, yardımını esirgeme üzerimizden. Bizlere yaşama sevinci ver. Her türlü güçlüğü karşı dayanma gücü ver. Senin her şeye gücün yeter. Âmin!”

Dua devam ederken, içimizi büyük bir huzur kaplardı. O iftar sofrasında her şey, gökten inmiş gibi taze ve yeni görünürdü bize. Ekmek taze, su taze velhasıl her şey yeni ve taze gelirdi bize. Oruç eşyayı yenilemiş, vakti yenilemiş, nimetleri yenilemiş, her şeyi kir ve pasından arındırmış, tazelemiştir. Hiçbir şey eski kalmamıştır hayatımızda. Her şey yenilenmiş ter-ü tazedir. Her şey turfanda, her şey bereketlidir. Tabii, bu arada bir zeytin tanesinin değeri artmış, gözümüzde büyümüştür. Büyümüştür ama bir yandan da hocayı gözetlemektedir herkes. Hepimizin gözü minarededir. Beklenen hocadır, amma onun da şerefeden başı bir görünür, bir kaybolurdu. Dakikalar, saniyeler uzadıkça uzar, vakit bir türlü geçmek bilmezdi.

Bu saatlerde içimizde en sabırsız babam görünürdü. “Hadisene be adam! Oku, okuyacaksan şu ezanı” diye gürlediğini hatırlarım. Annem, “Sabret, be adam! Canın mı çıktı” der, hocaya arka çıkardı. Sonra afiyetle iftar yapılır, büyükler ve bilhassa babam hiç aksatmadan teravihe gider, bizler de kendi çocuk dünyamıza dalardık. Nihayet bayram gelir dayanırdı. Bayram günleri babam, satmam için balon, mantar tabancası için mantar vs şeyler getirir ve “anası benim, danası senin” derdi. Onları köy meydanında, caminin önünde satar harçlığımı çıkarırdım.

Yazar
Abdülkadir İLGEN

1964 yılında Bolu-Kıbrısçık’ta doğdu. İlköğrenimini doğum yeri olan Deveören Köyü İlköğretim okulunda yaptı. Daha sonra Ankara Dikmen Ortaokulunda başladığı ortaokul hayatını 1977-1978 yılında Polatlı Lisesi Orta Okulunda... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen