Prof. Dr. Şaban Ali DÜZGÜN[i]
Güce Susamış Sözler yahut Sözün Gücü
Dinin insanla ilişki biçimi açısından baktığımızda şunu tespit ediyoruz: İnsanlarla ilişkisini söz (kelime/kelam/vahiy) üzerinden kuran ilahî irade, insanlar arasındaki sorunların da medeni/kitabî bir zeminde söz’le çözülmesini istemektedir. Ama sözün bedene dönüşmesi (toplumsal yapıların, kurumların/devletlerin varlığı) insan ilişkilerinin her zeminde söz’ün hakemliğinde çözülmesi idealinin pek de hayat bulamadığını göstermektedir. İnsanların ve kurumsal yapıların (devletler, dinler, vs.) birbirine tahakküm arzusu, nihayetinde karşımıza şiddet formunda çıkmaktadır. Sözün (cedel/diyalektik/diplomasi) tükendiği anda, şiddet (mukâtele) baş göstermektedir.
Kelimenin/sözün gücü, vaat ettiklerinde yatar. İnanarak ‘hak’ ve ‘doğruluk’ mücadelesi verenlere Allah’ın zor zamanlarında yardım edeceğine dair sözü, mücadele edenleri güçlendirmektedir. Bu gücün onlara sağladığı kararlılık/azimet onlar da azamet yaratmakta ve düşmanın gözünde onları büyütmektedir. Kelimenin/sözün gücüne ve savaş dâhil mücadelede sağladığı üstünlüğe Kur’an-ı Kerim şöyle işaret etmektedir:
“Savaşta karşı karşıya gelen iki orduda sizin için bir işaret vardı: bir ordu Allah için savaşırken diğeri O’nu inkar ediyordu. (Öncekiler,) kendi gözleriyle diğer tarafı kendilerinin iki misli (kalabalık) gördüler: Ama Allah, dilediğini yardımıyla güçlendirir. Bakın, bunda görecek gözleri olan herkes için muhakkak bir ders vardır.”[1] [2]
Allah’ın inkârcıların sonunu kelimeyle/sözle getirme iradesi bir başka ayette şöyle ifadelendirilmektedir:
“Hani Allah, iki topluluktan birinin sizin elinize geçeceğine ilişkin vaad- de bulunmuştu; siz ise korumasız olanın elinize düşmesini istiyordunuz. Ama Allah’ın muradı, kelamı aracılığıyla hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin kökünü (bununla) kurutmaktı.”30 Savaştan bahseden bir ayetin sonunda kelimenin/sözün gücünün öne çıkarılmasının muhakkak ki vermek istediği bir mesaj vardır.
Ayetle ilgili Matüridî şöyle bir açıklama yapmaktadır:
Kureyş’in ticaret malı yüklü kervanı Şam’dan çıkıp Mekke’ye yöneldiğinde bunun haberini alan Medine’deki Müslümanlar bu kervana saldırıp malını ele geçirmeyi planladılar. Bunu haber alan Mekke müşrikleri de kervanı kurtarmak için yola çıktılar. Bir yanda kervan, diğer yanda silahlı Mekke’liler. Medine’de hazırlıklarını tamamlayan Müslümanlar hızla kervana yönelmek istediklerinde bu ayetle engellenmişler ve savunmasız bir kervanın çapul edilmesindense kötülüğün esas kaynağı durumundaki Mekke’li müşriklerle mücadeleye girişmeleri istenmiştir.[3] Böylece İslam, savaşın amacının ganimet elde etmek yahut köle-cariye edinmek olmadığını adil savaş hukukunun bir ilkesi olarak yerleştirmeyi amaçlamıştır.[4]
Din ve şiddet bağlamında şu soruları sormak gerekir:
- Dinin tevhitçi yapısı şiddeti tetiklemekte midir?
- Tarihte şahit olunan ‘din ve mezhep savaşları’, bugün İslam dünyasını esir alan ‘şiddet sarmalı’, terör saldırıları, dinin ‘yapısal olarak’ ürettiği bir şey midir?
- Din ve şiddet arasında doğrusal bir sebep-sonuç ilişkisi var mıdır? Var ise, bu ilişki dinin hangi özellikleri üzerinden kendini göstermektedir?
- Bilgisi, iradesi ve kudretiyle tarihin akışına eşlik eden ve tarihin akışını hikmeti gereği iyiye kodlayan Allah anlayışımıza rağmen şiddetin varlığını nasıl açıklamak gerekir?
- Şiddet dinden kaynaklanmıyor ise, dinin bu olgunun üstesinden gelecek ve insan ilişkilerini insanî seviyede çözümleyecek bir doktrini var mıdır?
- Din, ‘şiddete’ ve ‘yok ediciliğe’ yönelen eylemler için araçsallaştırılmaya karşı kendini koruyacak iç dinamiklere sahip midir?
- Aynı şekilde dinin şiddet eksenli sorunların çözümünde insanlara yardım edecek yönlendirici ilkeleri var mıdır?
- Küçükten büyüğe insan teklerinden oluşan yapılar (toplumlar/devletler/medeniyetler) arasındaki ilişkilerde belirleyici olan etnik, milli, kültürel kimlikler, dinin yaratmaya çalıştığı kimlik ve kişilik karşısında nasıl konumlandırılmalı ve değerlendirilmelidir?
Şiddetin farklı din, ırk ve kültür havzalarındaki varlığı, şiddeti sadece İslam’a yahut Müslümanlara hâs bir olgu olarak tanımlamaya imkân vermez. İslam coğrafyasındaki totaliter ve kabilevî yapılar (politik zemin), geri kalmışlık (ekonomik zemin), dinin evrensel kodlarının yerel kültürlere nüfuz edip dönüştürememiş olması (kültürel zemin), vs. şiddeti te- tiklemektedir. Dolayısıyla özellikle Orta Doğu merkezli şiddette payı olan bütün aktörlerin (ekonomi, politika, kabile yapısı, arkaik kültür, din, vs.) rollerinin iyi tanımlanması, şiddetin zemin tespitinin doğru bir şekilde yapılması açısından önemlidir.
İslam’ın Allah tasavvuru ve Kur’an, şiddete kaynaklık etmemekte; hayatın gerçeklerinden ve insanın doğasından kaynaklanan şiddeti ‘adil savaş doktrini’ çerçevesine oturtup, savaşa aktif olarak katılmayanların hakkını hukukunu korumaya alan, insanların birbirine tahakkümünü ve şiddet eğilimini, onları birbirine kontrol ettirerek önleyici savaş doktrinini öneren bir yapı inşa etmektedir. “Onlar ki haksız yere ve sadece «Allah Rabbimizdir» dedikleri için yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah, insanların bir kısmının (şerrini) diğer bir kısmıyla savmamış olsaydı, elbette manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah ismi çokça anılan mescitler yıkılıp yok olurdu. Ve elbette Allah kendi (dinine) yardım edenlere yardım edecektir. Şüphesiz ki Allah çok güçlü, çok üstündür.”[5] Önleyici savaş doktriniyle dini özgürlükler başta olmak üzere temel haklar garanti altına alınmaktadır.
Şiddetin Kaynağını Açıklamada İki Yaklaşım
Klasik oryantalist söylem, dinin ve dinin kutsal metninin yapısal olarak bütün bu kötülükleri içinde barındırdığını, geri kalmışlık, savaş, nefret gibi şiddetin her türlü türevinin din kaynaklı olduğunu iddia eder. Savunmacı ve özcü tutum olarak tasnif edilen bu yaklaşıma göre, dinin tevhitçi/ tekçi yapısı, sadece kendi düşüncesinin mutlak hakikati temsil ettiğini ve yaşamın da sosyo-ekonomik ve siyasal boyutlarıyla ancak bu tekçi hakikate göre şekillenmesi gerektiğini söyleyenlerin elini güçlendirmekte ve modern zamanların birlikte yaşam, çoğul kültürler, inançlara saygı gibi kazanımlarını tehdit etmektedir.[6]
Allah’ın birliği/tekliği düşüncesinin yeryüzünde de tekçi bir söylemi getirdiğini ama bunu gerektirmediğini söylemek gerekir. Tekçi bir söylemi getirmiştir; zira sadece kendini mutlak doğrunun sahibi olarak görüp bunun dışındakileri zındık/kâfir vs. şeklinde ötekileştirmenin en fazla dindarlar arasında geçerli olduğunu biliyoruz. Ama Kur’an yapısal olarak bunu gerektirmemektedir; zira Kur’an’ın vizyoner ayetleri[7] çoğulculuğa imkân vermekte hatta bunu Allah’ın varlığının kanıtı olarak sunmaktadır:
“Göklerin ve alametlerindendir yerin yaratılması, renklerinizin ve dillerinizin farklılaştırılması (da) O’nun: bunda, kuşkusuz, (fıtri) bilgiye (anlama ve kavrama yeteneğine) sahip insanlar için dersler vardır!”[8]
“Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı ve hiç ihtilaf etmezlerdi.”[9]
Öte yandan, tevhidin bulunmadığı politeist ve pagan dönemlerde de şiddetin varlığı, tevhit ile şiddet arasında doğrudan bir sebep-sonuç ilişkisi kurmayı zorlaştırmaktadır.
Savunmacı ve özcü[10] tutum, insanları belli bir düşünce ve davranışa iten motifin hayat şartlarından veya insanın doğasından değil, sıkı sıkıya bağlandığı kutsal metin kaynaklı olduğunu iddia eder. Bunların savaşı da, bütün bu eylemlere kaynaklık ettiğini düşündükleri Kur’an’dır. Pek çok analizci bu değerlendirmeleri sebebiyle, Kur’an’ı, Hitler’in Kavgam kitabına benzetecek kadar ileri gitmiştir. Böyle bir çözümlemenin, çözüm üretmekten uzak olduğu ve bütünüyle provokatif bir nitelik taşıdığı açıktır.
Şiddetin kaynağını metinde değil de insanda gören antropolojik tutum ise, bu tür şiddeti tetikleyen temel unsurların insanın sosyo-ekonomik-politik yaşam koşullarından ya da inanın doğasından kaynaklandığını söyler. Bu sava göre şiddeti tetikleyen metin (text) değil, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik bağlamlardır (context).
Bu çözümleme bizi bir din olarak İslam ile İslam’ın farklı toplumlar tarafından yaşanmışlıkları yani tarihsel görünümleri arasında ayrım yapmaya götürür. İnananların düşünce ve davranışlarının şekillenmesinde içine doğdukları tarihsel-kültürel dokular son derece etkindir. Bu verili yapıyla Kur’an’ı anlamaya ve yaşam için normlar üretmeye niyetlenen kişinin Kur’an’ın çoklu linguistik opsiyonlarından kendi düzeyine en uygun olanı seçip çıkaracağı açıktır. Onun içindir ki farklı Kur’an yorumlarının arkasında linguistik öğeler (gramatik yapı) kadar metni anlayan ve yorumlayan insanların dünyayı kavrama biçimleri ve ufuklarının genişliği ya da darlığı da son derece belirleyici olmaktadır.
Bu durumda şunu söyleyebiliriz: Aynı metinden beslenmekle birlikte Müslümanların farklı davranışlar geliştirmesi mümkündür. Aynı metinden hareket etmek, aynı yorum ve eylem kümesini yaratmayabilir. Metnin indiği ortamdaki tezahürü ile yorumlandığı ortamdaki tezahürü farklı olabilir. Selefi tutum, böyle bir farklılığın olabileceğini kabul etmemektedir. Selefilik mutlakçı, mutlakiyetçi ve kendi doğrularının evrenselcisidir. Bir doğrunun herkese mutlak anlamda benimsetilmesi ve herkesin mutlaka aynı kök değerlere yaslanması (radikalizm) gerektiğine inanır. İslam medeniyetini kuran farklı İslam coğrafyalarını ve buralarda üretilen entelektüel mirası reddetme iddiasındadır. Selefi ve radikal söylem, kendi tezini ortaya koymaktan çok, anti-tezini ortadan kaldırmayı önceler. Bunların tek hakikatçilik iddiaları, farklı düşünsel ve toplumsal gerçekliklere imkân veren metnin etik amaçları (makâsid) ve toplumun nihaî yararları (masâlih) ilkelerine kör kesilmelerine neden olur.
Vicdan, akıl ve ahlak zemininde inşa edilen ve Kur’an’ı anlama ve yorumlamada paradigmatik öneme sahip olan ayetlerle tahkim edilen bir Tanrı tasavvuru savaş ve şiddet bağlamında bizi şu ilkelerle karşılaştırır:
Savaşın Sebebi Saldırı ve Zulümdür. Din Adına Savaş Yoktur
Kur’an, ancak “Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin vermektedir.” (Hac, 39) Dolayısıyla savaşanlarla savaşa izin vardır.
Kur’an savaşı çirkin bir eylem olarak tanımlamak suretiyle (Bakara, 216), çirkin bir araçla yüce idealler (dinin yayılması, Allah’ın adının yüceltilmesi, vs.) arasındaki zıtlığa işaret etmektedir. Allah’ın adının yüceltilmesinin yolu hiçbir zaman bir savaştan, katliamdan, masum insanların katlinden, temel hak ve özgürlüklerinden yoksunlaştırılmalarından, göçe zorlanmalarından, vs. geçemez. “Düşmanlık ancak zalimlere yapılır”[11] ayeti, kimlerle savaş yapılacağını ve gerekçesini açıkça ortaya koymaktadır.
Şirk veya İnkâr Savaş Sebebi Değildir
Kur’an, “Bir putperest size sığınırsa onu korumanıza alın. Kur’an’ı dinlemek isterse buna imkân verin, sonra da gideceği yere güven içinde gitmesini sağlayın” (Tevbe, 6) ayetiyle insan ilişkilerini güven ve ahlak zemininde inşa etmekte, salt/pasif şirki öldürme yahut savaş sebebi saymamaktadır.
İslam Savaş Esirlerini Köle ya da Cariye Olarak Kullanmayı Reddeder
“Öyleyse, küfredenlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, hemen boyunlarını vurun; sonunda onları iyice bozguna uğratıp zafer kazanınca da artık (esirler için) bağı sımsıkı tutun. Bundan sonra ya bir lütuf olarak (onları bırakın) ya da bir fidye (karşılığı salıverin). Öyle ki savaş ağırlıklarını bıraksın (sona ersin). İşte böyle; eğer Allah dilemiş olsaydı, elbette onlardan intikam alırdı. Ancak (savaş,) sizleri birbirinizle denemesi içindir. Allah yolunda öldürülenler ise; (Allah,) kesin olarak onların amellerini giderip boşa çıkarmaz”[12] ayeti, savaşın temel amacının ganimet (esir ve mal) kazanımı olarak görülmesini reddetmekte ve hem zulmün ortadan kaldırılmasını istemekte hem de savaşın getirdiği her türlü ağırlığı (ölümler, sürgünler, açlık-sefaletler, göçler, vs.) öne çıkararak insanlar üzerinde caydırıcılık etkisine dikkat çekmektedir.
Ganimet Elde Etmek İçin Savaşmaya İzin Yoktur
“Hani Allah, iki topluluktan birinin sizin elinize geçeceğine ilişkin va’ad- de bulunmuştu; siz ise korumasız olanın elinize düşmesini istiyordunuz. Ne ki Allah’ın muradı, kelamı aracılığıyla hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin kökünü kurutmaktı” (Enfâl, 7) ayetiyle çapul ve yağma kültürünü reddetmekte, savaşın gayesinin temel hak ve özgürlüklere saldıranların (kâfirlerin) etkisiz hâle getirilmesi olduğunu ilan etmektedir.
Krizlere Müdâhale Edecek Bir Topluluk Bulunsun
Kur’an, insanlar arasında, -ulû bakiyye’ adını verdiği- çatışmayı tetikleyen içgüdüsel yapıyı aşma kabiliyeti gösteren bir erdemliler topluluğunun bulunmasını ve bu topluluğun yeryüzünde fesadı önleme (arabulucu(luk), çatışma çözücü(lük), diplomasi, vs.) misyonu yüklenmesini istemektedir.[13]
Nihai Amaç Barış Olsun
Kur’an “Eğer savaş hâlinde olduklarınız savaştan vazgeçerlerse siz de vazgeçin”[14] ayetiyle, savaşı hayatın arızi bir dinamiği olarak tanımlamakta ve barışın egemenliğinin sağlanmasını istemektedir. “Hepiniz toplu hâlde barışa girin”[15] ayetini de bu ayetle aynı bağlamda okumak gerekir.
“Allah, sizin düşman olarak algıladığınız kimselerle sizin aranızda bir sevgi var edebilir ve onun (buna) gücü yeter; Allah tarifsiz bir bağış, eşsiz bir merhamet kaynağıdır. Allah size, sizinle din savaşı yapmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselerle iyilik ve hakkaniyete dayalı bir ilişki geliştirmenizi yasaklamaz. Çünkü Allah adil olanları pek sever”[16] ayetiyle Kur’an aslında evrensel bir barışı (pax) bütün ilişkilerin temel gayesi olarak belirlemektedir.
“Dinî sebeplerle yapılan baskı, zulüm ve şirk ortadan kalkıp, din sadece Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın”[17] ayeti, “Her din mensubunun temel hak ve özgürlüklerini sonuna kadar kullanabileceği bir ortamın yaratılmasını ve sonuna kadar muhafaza edilmesini istemektedir.
Sonuç
İmam Mâtürîdî “Ey Rabbimiz bizi kâfirler için bile fitne yapma, bizi bağışla”[18] ayetini yorumlarken, Müslümanların yaşadıkları çağa tanıklıklarıyla ilgili dikkat çeken bir mesaj vermektedir. Bu mesaj şudur: Müslümanların dünyadaki misyonunun icrası, bırakınız birbirlerini, kâfirler için bile fitne olmamaktan geçmektedir. Fitne, demiri eritecek kadar güçlü ateş için kullanılır; ve öyle görünüyor ki bırakınız kâfirleri Müslümanlar kendi kendilerini yokluğa sürükleyecek fitne ateşini İslam coğrafyasının büyük kısmında tutuşturmuş durumdalar. Onları bir ateş (fitne) çukurunun kenarından alan ilahî mesaja inat hem de! Bu anlamda kozmopolitan bir ortamda yetişen, çoğulculuğu tecrübe eden, iletişime açık olan Mâtürîdî’nin yönteminin bu fitne ateşini söndürme iradesini taşıyanlara yardımcı olabileceğini düşünüyorum ve diliyorum.
Dipnotlar
[1] Al-i İmran, 13.
[2] Enfâl, 7
[3] Matüridi, Te’vilatü’l-Kur’an, c.6, s.175.
[4] Yüzlerce yıl sonra John Locke’un köleliği temellendirmek için adil savaşın sonunda kölelerin elde edilmesinin bir mahsuru olmadığı yönündeki söylemini dikkate aldığımızda, Kur’an’ın kölelik ve cariyelik gibi insanlık dışı bir kurumla mücadele mantığının ciddiyeti anlaşılmış olur. Detay için bkz. Greg Forster, John Locke’s Politics of Moral Concencus, Cambridge, 2005.
[5] Hac, 40
[6] Tevhidin şiddetle ilişkisini tahlil eden bir çalışma için bkz. Jan Assmann, Tektanrıcılık ve Şiddetin Dili Avesta Yayınları. Tevhidin şiddeti tetiklemediği yönündeki savlar için bkz. Ladan ve Roya Boroumand’ın Terör, İslam ve Demokrasi adlı eseri. Ayrıca Bruce Lawrence’ın Miti Parçalama adlı çalışması. Ek olarak Pattrick Gaffney ve Ervand Abrahamian’ın çalışmalarını da hatırlamak gerekir.
[7] Uygulanmadığında insanları bekleyen sonuçları uyarı bağlamında haber veren ayetlere vizyoner ayetler adlandırmasında bulunduk.
[8] Rûm, 22.
[9] Hûd, 118. Ayrıca bkz. Maide, 48.
[10] Savunmacı (Apolojetik) ve Özcü (Essentialist), bir metne inananların bütün tutum ve davranışlarının bu metin tarafından şekillendirildiğini, hayata ilişkin bütün tutumlarının metinle olan ilişkilerinin neticesinde ortaya çıktığını iddia eden kişi/tutum/yargı.
[11] Bakara, 193.
[12] Muhammed, 4.
[13] Hûd, 116.
[14] Bakara, 192.
[15] Bakara, 208.
[16] Mümtehine, 7-8.
[17] Bakara, 193.
[18] el-Mümtehine 60/5.
——————————————
[i] Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Başkanı, [email protected]
Kaynak:
“Din ve Şiddet; Tarihi, Dini, Siyasi, Kültürel, Sosyo-Psikolojik Boyutlarıyla”, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Yayınları: 11, Editör: Faruk SANCAR, Ankara 2016, ISBN: 978-605-9072-03-8, Sf. 573-580