Esat ARSLAN
Önce bir genel yanlışı, daha başından galat-ı sahih olmadan düzeltelim. Şimdilerde neredeyse birlikte yatıp kalktığımız, iktidarın kararlı adımlar ile yapımına geçileceği daha şimdiden belli olan çılgın projenin adı, “Kanal İstanbul” değil, “İstanbul Kanalı Projesi”olmalıdır. Yoksa, yanlış mı düşünüyorum? Neden? Türkçe dilbilgisi kaidesine göre, basit bir isim tamlamasıdır da ondan. Öyle ya, “Kanal Süveyş”diyor muyuz, “Kıstak, Boğaz Korint”, “Boğaz Cebel-i Tarık”ya da “Kanal Panama”demediğimiz gibi bu projenin de resmî adı “Kanal İstanbul”değil, “İstanbul Kanalı Projesi”olarak resmileştirilmelidir, vesikalandırılmalıdır, belgelendirilmelidir. Şimdi sorarım size “4D” nin, yani Değişimin, Devrimin, toplumsal Dönüşümün, Devinimin ete kemiğe bürünmüş Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk’e atfen “Atatürk Havalimanı”na “eski”eklenilmesine neden olan, “İstanbul Havalimanı”’na “Havalimanı İstanbul”diyor muyuz? Demiyoruz. “Kanal İstanbul”ifadesi, galattır, gayr-i sahihdir, gayr-i ciddidir, bütünüyle yanlıştır. Düzeltilmelidir. Kağıt paralar üzerine “Türkiye Cumhuriyet(?) Merkez Bankası” yazıldığı gibi, böyle hatalar, belgeli hale geliyor. Doğrusu,“Türkiye Cumhuriyet(i) Merkez Bankası” dır.İnanmıyorsanız, cebinizden bir kâğıt para çıkarıp, gramatik yanlışı görünüz.
Efendim, neredeyse 43 yıl oluyor, Maslak’taki Harp Akademisinde okurken, İzmir’deki NATO karargâhından Kara Harp Akademisini kazanan bir arkadaşım vardı. İkimiz de kurmay subay adayıydık. Kıta görevinden sonra, yüzbaşı rütbesinde okul hayatı bizlere tatlı gelmişti. Kıtada mesai mefhumu bilmeden çalışır, didinirdik. Oysa şimdi okullu olmuştuk. Burada mesai bitişi diye bir kavram vardı. Okul çıkışı, Maslak’ı birlikte turlardık. Tabii ki, bunu söyledikten sonra, siz de zannettiniz, bugünkü Maslak… Nerdee, geçin efendim. O günlerdeki “Maslak” iki benzincisi, bir kaç mobilya mağazası, bir köyü, TSK atlı spor okulu ile Sipahi Ocağı atlı spor kulübü olan alabildiğince yeşillik, ormanlık bir alandı. O günleri yaşamak ve belleğinizde yer etmesi bile ne güzel bir duygu.
Allah selamet versin, kulakları çınlasın. Öngörüsü yüksek, geleceği iyi okuyan, hele ki fütürolojisi çok, ama çok ileri seviyede olan arkadaşım durur, durur “Abi, burası ‘Manhattan’ gibi, geleceğin “Mashattan”ı olacak” derdi. ‘Maslak’ın‘Mas’ı ile ‘Manhattan’ın ‘Hattan’ını birleştirerek yeni bir bileşik isim “Mashattan”ı vurgular, dururdu. Söyleyişine dikkat ederdim, öyle duraksayarak falan değil, duraksamaksızın güzel bir Amerikan telaffuzuyla söylerdi, bu tümceyi. Ben de durur bakar, “İzmir’de NATO’nun Güney Doğu Avrupa Müttefik Komutanlığındaki Amerikalı subaylarla birlikte çalıştığından bu tür sözlere ve esprilere alışık der”, geçerdim. Yalnız başıma kaldığımda da “onun kulağına bu lafı kim üflemiş olabilir ki, niçin böyle bir laf ediyor”, diye akıl yürütürdüm. O bu lafı ettikçe, öyle bir bakış açısı fırlatırdım ki, hani Grup Vitamin’in şarkısındaki“ula kro nere orası”der gibi bir “mod”sergilerdim. Oysa bu lafın tarihsel bir arkaplanı vardı. Neydi o? Amerikalıların “Chester Projesi”.ABD’li Amiral Colby Chester’ın adıyla anılan bu proje, II. Lozan Barış görüşmelerinde ABD ‘nin desteğini sağlamak amacıyla 8 Nisan 1923 tarihinde hem de TBMM tarafından onaylanmış bir projeydi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Musul’a kadar yapılacak 4.400 km.lik bir demiryolu ile Yumurtalık, Samsun ve Trabzon limanlarının yapılması karşılığında, üç liman ile demiryolunun 99 yıllığına işletilmesini kapsayan bir büyük projeydi. Bu projeyle, Karadeniz, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazının uluslararası ortamı yanında Samsun ve Trabzon limanlarına ABD’nin 99 yıllığına sahiplenilmesi Karadeniz’in de Amerikan çıkarlarına uygun hale getirilerek “Akdenizleştirilmesi”demek oluyordu. Karadeniz’i daha Lozan öncesinden Amerikan çıkarlarına kapatarak, daha doğru bir ifadeyle “Amerikan Gölü”haline gelişini hedefleyen bir projenin hayata geçirilmesiydi. Bu arada söyleyelim, Chester projesine göre, demiryolu inşaatının finanse edilmesi karşılığında, toplam 40 km’lik bir şerit halinde inşa edilen demiryolu hatlarının her iki yanından 20 km’yi kapsayan alan içindeki tüm madenlerin işletim hakkı 99 yıllığına ABD’ye veriliyordu. Yani yapılacak 4.400 km.lik yol güzergâhındaki 40 km.lik şeridin, hemi de 176.000km karelik bölümünün bir asır müddetle her türlü madeni çalıştırma hakkının ABD’ye verilmesini kapsıyordu. Bu ne demek? Biliyor musunuz sevgili okurlar? Türkiye coğrafyasının beşte birinin, madenler bakımından neredeyse tamamının Amerikalılara devredilmesiydi. Bu toprakların üzerindeki petrol başta olmak üzere bakır, manganez, altın, çinko, antimuan ve kömür gibi günün koşullarına göre değerli madenlerin, ucuz bir sebeple demiryolu işletmek adına, tıpkı Kıbrıs gibi Amerikalılara kiralanmış olmasıydı. Neyse ki, ucuz atlatıldı. Musul bizden gitmesiyle Amerikalılar bu projeden peylerini de yakarak vazgeçtiler.
Ne diyorduk? Maslak semti, Ayazağa ve Yenilevent ile bütünleşik ormanı, makilik alanı, yeşilliği bol bir semtti. O günlerde, bugünkü Maslak’ı düşünmek ne mümkün. Sosyetik sporlardan, atlı spor ile bugünkü gibi golfun yapıldığı bir yerdi. Ama şimdi, gökdelenleriyle, çokuluslu şirketlerin genel müdürlüklerini barındıran iş merkezleriyle neredeyse gökdelenlerle bütünleşmiş bir semt haline geldi, yıllar içinde. Seneler geçtikçe, “Mashattan” “a La Turca Manhattan”olarak tescillendi, gibi.
Zaman zaman konkurhipik izlemeye de giderdik. Bu sözcük de Türkçemizde yerini aldı, bir yerleşti, piiir yerleşti. Malum, konkurhipik yarışma anlamına gelen “konkur”ile at anlamına gelen “hippo”sözcüklerinden türetilen bileşik bir isim. Binicilerin yarış parkuruna tek tek girdikleri ve değişik aralıklarla yerleştirilmiş çeşitli engelleri belirli bir süre içinde aşmaya çalıştıkları binicilik sporunun bir dalıdır, konkurhipik yarışmaları. Ne güzel günlerdi, o günler, keyifliydi. Okuldan sonra Akademide okuyan süvari subayı arkadaşlarımızla birlikte, günün yorgunluğunu üzerimizden atmak, biraz da hava almak için kısa süreliğine 3 ‘üncü Kolordu Komutanlığı yanındaki TSK atlı spor okuluna giderdik, zaman zaman da Sipahi Ocağında da boy gösterirdik. Daha yirmili yaşları yeni devirmiştik. Ha bu arada söyleyelim, Harp Akademileri Komutanlığının yanındaki Golf Kulübü, o zamanlar da faaliyetteydi. Nostaljik olacak ama güzel günlerdi. İşin doğrusu, kendi çapımızda eğlenirdik. Şimdilerde bu “Mashattan”lafı aklıma her geldiğinde, Amerikalıların Montrö’yü delmek, feshetmek için ürettikleri bir kelime mi demekteyim, kendi kendime.
Oysa 1970’li yılların sonunda Newyork kent merkezinde batısında Hudson Körfezi doğusunda Doğu Nehri bulunan “Manhattan”ile bizim “Mashattan”arasında bir ilgi kurmaya çalışır, “Yok ya, neresi benziyor ki”, der dururdum. Aklıma hiçbir hinlik gelmez, bir kere derdim, Maslak’ın, Manhattan gibi doğusunda ‘Doğu Nehri’batısında ‘Hudson Nehri’gibi her tarafı sularla çevrili bir ada hüviyeti yok. Medeniyetler beşiği “Mezopotamya”, “El Cezire”gibi hiç değil, derdim. Malum neredeyse tüm kentler, su kenarında kurulur, ama uygarlıklar her tarafı su olan yerlerde gelişir,tıpkı Londra gibi, Tokyo gibi, “Mezopotamya”gibi, Newyork gibi. Söylenenler meğerki doğruymuş, Beşiktaş’ta güneş varken, kar yağışı görülen Maslak, galat ifadeyle “Kanal İstanbul”projesi ile gerçekten de oluyor mu sana bir “Mashattan”.Nereden nereye hem de gökdelenler diyarı “Mashattan”olduktan sonra. Resmî adıyla “Kanal İstanbul”,şehrin Batı Yakası’nda 45 km.lik yapay bir nehirle hayata geçirilebilecek. Yani Karadeniz ile Marmara Denizi arasında yapay bir suyolu açılmasıyla birlikte İstanbul Boğazı tanker trafiğine tümüyle kapatılacak, İstanbul’da iki yeni yarımada, Manhattan gibi bir de ada oluşacaktır.
2002 yılında Amerikalıların ünlü “Lockheed Martin Firması”nın maalesef üçüncü nesil araçlarla Türk Boğazlarında işletmeye soktuğu “Boğaz Geçiş Sistemi” (Vessel Traffic System) devreye alınırken Denizcilik Müsteşarlığında bir süreliğine danışmanlık yapmıştım. Devir, British Petroleum (BP)Grup Başkanı ‘Lord John Browne’nun devriydi. Hani, Bakü-Ceyhan-Tiflis (BTC)boru hattı projesinin, 21’inci yüzyılın en önemli mühendislik projesi ve petrol açısından yeni bir ticaret güzergâhına sahip olduğunu söyleyen zat-ı muhterem, velhasıl bir büyük kişi idi,Lord John Browne. 2002 yılında Denizcilik Müsteşarlığında Lord John Browne’nun Türkiye’ye gönderdiği BP’nin üst düzey bürokratlarıyla uzun soluklu görüşmeler yapmış, başta 15 Kasım 1979’da Haydarpaşa açıklarında patlayan Romen bandıralı petrol yüklü “Independenta” tankeri olmak üzere Boğaz’da meydana gelen ve de meydana gelebilecek gemi trafik kazalarını konuşmuştuk. Independenta tankeri, 95.000 ton akaryakıtı ile 7,5 ay yandı durdu, büyük bir çevre felaketiydi, İstanbul için. Bu faciadan sonra şapkayı önümüze alıp ciddi ciddi düşünmeye başlamıştık. Çünkü, dünya mirası İstanbul Boğazı yok olmak tehlikesiyle karşı karşıya idi. Montröyü, bile ister, istemez sorguluyorduk, ne getirir, ne götürür diye. En azından, Karadeniz ile Akdeniz arasında alternatifsiz bir geçit olan İstanbul Boğazı’ndaki gemi trafiğini azaltmak, rahatlatmak adına İstanbul Boğazının geleceği açısından petrol tankerlerinin geçişini yasaklamalıydık.Onun yerine İstanbul Boğazının yakınından geçen bir petrol boru hattının yapılması konusunda resmen olmamakla birlikte neredeyse mutabık kalmıştık, RF’da en büyük yatırımı olan BP ilgilileri ile. Kabaca bir proje bile ortaya koymuştuk. Kısaca düşündüğümüz proje, ilk olarak bugünkü İstanbul Havalimanının Kilyos yakınındaki “Yakıt Tankı Çiftliği”gibi bir depolama tesisini, Avcılar’a ulaştıracak bir POL (petrol, yağ ve yağlayıcı maddeler (petroleum, oil, and lubricants)boru isale hattı ile Avcılar bölgesindeki bir büyük “Yakıt Tankı Çiftliği” ile sorun çözülebilir, demiştik. Sistem Enterkonnekte olacaktı, Kilyos’a ne kadar petrol bastıysanız, Avcılar’dan o kadar petrol alabilecektiniz. İstanbul Boğazından petrol tankerleri geçmeyecekti, çünkü boğazın kendisi bir petrol boru hattı görünümündeydi. Yani Enterkonnekte elektrik sistemi gibi, bir proje olacaktı. O gün demedik ama şimdi söyleyelim, al sana, bunun ismi de herhalde olurdu “İstanbul POL”yani, İSTPOL. Nasıl, afilli bir isim değil mi? Şimdi de düşünülebilir mi, bence düşünülebilir.
Ancak güncel ifadeyle “Kanal İstanbul” projesi iktidarın meşruiyetini ve kalıcılığını sağlar mı? Diye sorarsanız, işte bu tartışılır. Bu proje “Rantiye” bir projedir, Araplara peşkeş çekilmiş bir projedir, de derseniz, bu da tartışılır. Doğruya doğru, bir kere ben bu projeyi darbeyle işbaşına gelen Sisi’nin Süveyş Kanalı’nın yanına bir kanal daha açmasına benzetiyorum. Hemi de çok benzetiyorum. Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah Sisi’nin imajını düzeltmek ve Mısır ekonomisini canlandırmak için 9 milyar dolara mal olan bu kilit proje, bir yılda tamamlanarak, 2015 yılının yaz aylarında hizmete açılmıştı. Eski kanala paralel olarak inşa edilen “Yeni Süveyş Kanalı” projesinin açılışına onur konuğu Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın yanı sıra birçok ülke lideri ve heyetler de katılmıştı. Unutmayalım biz o zamanlar, Türkiye’den kaçan FETÖ’cülerin Nil üzerindeki âlemlerini televizyonlardan izliyorduk. Sisi’nin bile kanalı var da, neden bizim olmasın? Diyorsanız durum başka.
“Kanal İstanbul” iktidara yeniden bir seçim kazandırır mı? Dağılma potansiyeli gösteren tabanını derleyip toparlama arayışının bir birleştirici bütünleştirici gücü olur mu? Diyorsanız, siyaseten tartışılabilir. Ama unutmayalım, İkinci Dünya Savaşını yöneten ve kazanan Winston Churchill, savaştan sonra girdiği ilk seçimleri kaybettiği gibi, başbakanlığını da yitirmişti. Bence “Kanal İstanbul” siyasete karıştırmayalım.
Gelelim, 75 Milyar TL’ye mal olacak ‘Kanal İstanbul’un rantiyesi, Londra’daki bir avuç tefeciye teslimi ve Araplara peşkeş çekilmesi meselesine. Malum, Türk atasözüdür, “bal tutan parmağını yalar.” Bu neredeyse değişmez bir kuraldır. Kanal İstanbul projesi, büyüklüğü ve içeriği itibarıyla etki alanı oldukça geniş ve ülkeler üstü bir projesidir. Gayrimenkul açısından ele alındığında ise, gayrimenkul değerlerini araziden başlamak üzere arsa, konut ve konutlaştırılmaya bağlı olarak her bir alt ticarî işlev ve tema bazında fiyat artışlarını tetikleyeceği kuşkusuzdur. Bunun en önemli göstergesi de Amerika’daki “Altına Hücum” gibi 2011’den bu yana ‘Kanal İstanbul’da 30 milyon metrekare arsa hareketinin olmasıdır. Doğrudur, 30 milyon metrekarelik bir alan Beyoğlu, Gaziosmanpaşa ve Bayrampaşa büyüklüğü demektir.
Bu projeye başta Katar olmak üzere, Suudiler ve Körfez ülkeleri çok büyük ilgi göstermişlerdir. İBB Başkanı İmamoğlu tarafından, “En büyük arazisi olan ilk üç şirket, Arap şirketi” demesine karşın, Babacan Holding’in elindeki arsa büyüklüğü 600 bin metrekareye ulaşmıştır. Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamed el-Sani’nin annesi Şeyha Moza’nın Başakşehir’de 100 bin lira sermayeli şirket kurup ‘Kanal İstanbul’ güzergâhında 44 dönüm arazi satın alması o kadar da yadırganacak bir durum değildir. Araplar, Boğaziçi’ne hayrandırlar, onların istedikleri dönümlerde arazi almaları neredeyse imkânsızdır. Boğaziçi’nde o kadar büyük alan yoktur. Dolmabahçe Sarayı, Çırağan Sarayı, Beylerbeyi Sarayı ve Yıldız Sarayı, Huber Köşkü, Küçüksu Kasrı, Hidiv Kasrı, Kuleli Askeri Lisesi, Kandilli Kız Lisesi, Beşiktaş Anadolu Lisesi, Boğaziçi ve Galatasaray Üniversitesi gibi büyük alanlar kamunun malıdır. Hiçbir siyasi buralara ellemek istemez.
Araplar, İstanbul’u 669 yılında kuşatan Hz. Muhammed’in sahabelerinden Ebu Eyyup El-Ensari’nin şehadetinden bu yana Müjdeli Şehir İstanbul’a aşk derecesinde tutkundurlar ve de çok sevmektedirler. Bu bir vakıadır. Fatih Sultan Mehmet, “İstanbul elbette fethedilecektir, onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fethedecek olan asker ne güzel asker” hadis-i şerifininboşuna öznesi olmamıştır. Arapların İstanbul’un sosyal dokusunu değiştirmemeleri konusunda hemen herkes hem fikirdir.
Gelelim bir başka noktaya, Araplar en az bizim kadar, fosil yakıtın artık dünyada işlevini tamamladığını, en az bizim kadar bilmektedirler. Dünya XXI. yüzyıldan başlamak üzere farklı enerjilerin kullanılacağı başka bir teknolojik boyuta evrilmek üzeredir. Sanırım bu konuyu da bilmeyenimiz yoktur. Sadece Türkiye’nin Otomobili Girişim Grubu (TOGG) yılda 175.000 elektrikli otomobil üreteceği hemen herkes tarafından bilinmektedir. Dünya fosilk yakıta elveda demenin eşiğindedir. Bu nedenle, Araplar da kendilerine güvenli bir liman aramaktadırlar, bunu da Türkiye olarak seçmişlerdir. Öte yandan, İstanbul’a yapılan tüm projeleri sermaye akışını cezbedecek projeler olarak düşündüğünüzde yeni bir dünya finans ve ticaret merkezi olma yolunda ilerlediğini görürsünüz. Bir de şunun altını çizelim, Arapların, analarının, babalarının, ağababalarının İstanbul’a gelmesi, gitmesinden daha iyidir. Londra’yı bir gözünüzün önüne getirin.
Şimdi gelelim Türkiye’nin yeni durumuna. Dünya Bankası’nın 2013 yılında yayımladığı Dünya Kalkınma Raporu’na göre, Türkiye, “yaşlanmakta olan ve kayıt dışılığın azalmakta olduğu ülkeler” arasındadır.Dünya Bankasının bu durumdaki Türkiye’ye yönelik politika önerisi ise, kamu bütçesine fazla maliyet yüklemeden sosyal fayda sağlayan işler ile sosyal güvenlik sisteminde açık yaratmayacak türde işlerin desteklenmesi gerektiği vurgulanmaktadır. İtiraz kervanına katılmadan önce, Rodin’in “Düşünen Adamı” gibi bu durumu iyice bir düşünmek lazım.
Peki, bütün bu açıklamalardan sonra, bana “Hocam, sen ne diyorsun? Diye sorarsanız, Ben de naçizane olarak derim ki, Türkiye’nin ilk yerli otomobili ‘Devrim’in üretilmesinden 58 yıl sonra, gecikmeli de olsa Türkiye’nin ilk elektrikli otomobili, TOGG’un tanıtıldığı bu günde Türkiye’nin “Kanal İstanbul”’a değil, “Üreten Türkiye”’ye ihtiyacı bulunmaktadır. Üreten Türkiye, istihdam yaratır. İstihdam yaratmak kuşkusuz ekonomik ve sosyal kalkınmanın vazgeçilmezidir. Ama unutmayalım, Türkiye’ye sadece üretmek de yetmez, aynı zamanda kazanılanı adil de üleşmek zorundayız, sevgili okurlar.