Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’den ilk emri “Oku!”dur. Kâinattaki her varlık ve her olay, gönüller için okunup anlaşılması gereken bir hikmet dersidir. Kullukta asıl mesele de “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emr-i ilâhîsi muktezâsınca, bu okuma istîdâdını kazanabilmektir. Esas eğitim budur. Yani her şeyde ilâhî hikmetleri okuyabilme meziyetini elde edebilmektir.
Kur’ân-ı Kerîm gibi kâinat da gönül gözüyle okunmak için beşeriyete takdîm edilmiş ilâhî bir beyan mûcizesidir. Onun her zerresi, hikmet ve hakîkatlerin bir nevî zarfı hükmündedir. Kâmil ve ârif bir mü’minin vazîfesi, bu zarfları açarak mazrûfu, yani içindeki ilâhî mesajları, sır ve hikmetleri okuyup lâyıkıyla idrâk edebilmektir.
Şunu unutmamak gerekir ki Kur’ân-ı Kerîm gibi kâinât ve hâdisâtı da asıl okuyacak ve hikmeti keşfedecek olan kalptir. Baş gözü, kalp gözüne bir nevî gözlük mesâbesindedir. Çünkü göz, kalbin niyet ve mâhiyetine göre bakar ve görür. Kalbin ıslâhı her şeyden önemlidir. Çünkü gönül bedene hükmeden sultandır. Bütün organlar onun emrindedir. Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, insanın hakîkatini kalbine koymuş ve onu sıfatı nefsâniyyesi ile örtmüştür. Bir kimse sıfatı nefsâniyyeden kendisini kurtardığı zaman kalbinin hakîkatine teveccüh etme sırrı meydana gelir. “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” Bu hadisteki ‘nefs’ten murad, hakîkati insandır ki, Allah Teâlâ onu insanın kalbine koymuştur. Kalbe teveccühe devam eden kişiye hakîkat münkeşif olur. Kalbin bu hâle gelmesi, beden organlarının zararlı şeylerden arınmasına bağlıdır. Allah sevgisinden gayrısını taşımayan kalp, arş-ı Rahmândır. Cihân sultânıdır, ârif ve kâmil insanın kalbidir.
Kalbin salâhı neyle mümkün olur? Takvâ, Azîz ve Celîl olan Allâh’a tevekkül, O’nu tevhîd ve amellerde ihlâs ile mümkündür. Takvâ sâhibi olan, Allâh’a (c.c) tevekkül eden, O’nun birliğini tasdik eyleyen ve amellerini de ihlâs ile yapan kişinin kalbi doğrudur, sahihtir..
Mü’minin kalbi melekût hazînelerinden bir hazînedir. Bir kimse kalbini havâtır ve vesveseden sıyırır ve kurtarırsa, bilâhare basiret gözü ile kalbine baksa, kalpte olan nurlar ve envârı vahdet, esrarı Rubûbiyyet o kişiye münkeşif olur. Cenâb-ı Hak, o kulunu çeşitli kerâmetlerle mükerrem ve muhterem eder. Zîra, müşâhedeye mânî olan, dünyaya bağlılık ve nukûşi kâinattır ki (kâinattaki nakışlardır ki), mir’ât-ı kalp (gönül aynası) onlarla mahcûp ve mükedder olur, esrâr-ı vahdeti (birlikteki sırları) görmez ve bilmez.
İnsan, yaratılırken bütün iyiliklere meyilli ve bütün kötülüklerden de aklı ve irâdesi ile kaçınabilecek yetenekte yaratılmıştır. İslâm gerçekçidir; insanı olduğu gibi kabul eder. İnsanın yaradılışında bulunan normal duyguları kötü görmez, aksine helâl bir biçimde karşılanmalarını ibâdet telâkkî eder. İslâm ile insan fıtratı (yaradılışı), tam bir uyum içindedir. Çünkü İslâm, insanın içgüdülerini inkâr etmez. Aksine yeme-içme, ve benzeri isteklerini helâl yoldan karşılanması gereken normal ihtiyaçlar olarak görür. İslâm, tertemiz yaratılan insanın, tertemiz bir hayat yaşayarak dünya ve âhiret mutluluğuna hak kazanmasını ister. (Aysel Zeynep Tozduman, İslâm ve Batı Gözüyle İnsan, s. 177-178)
Doğuştan gelen bu fıtrat zamanla bozulabilmektedir. İlk fıtratımız âdeta altındaki çakıl taşlarını olanca parlaklığı ile aksettiren saf su gibidir. Saf suyun toprak ve kir gibi şeylerle karışımı neticesinde nasıl berraklığından eser kalmıyorsa, fıtratda, böyle kötü i’tiyatlar neticesinde saflığını ve berraklığını yitirmektedir.
İşte bir kimse zaaflarına yenik düşerek, doğuştan berrak su gibi olan fıtratını kötü alışkanlıklar sayesinde bozabilmektedir; Kötü alışkanlıklar, kara bir duman gibi zamanla kalp aynasını donuklaştınp matlaştırarak ilâhi nuru ve fıtratın sesini artık aksettirmez olur. Bu aşamaya gelen kalp artık Kur’ân nazarında mühürlenmiştir (Gazâlî, Ebu Hamid Muhammed ibn Muhammed,İhya’u Ulûmi’d-Din, Daru İhya-i Kutubi’l-Arabî, III. 11; Fazlur Rahman, a. g. e., s. 74; Kırca Celal, Kur’ân’ı Kerim’de Fen Bilimleri, 2. Bsk, İstanbul, Marifet Yayınları, 1989, s. 50)
Yüce Allah kitâbında şöyle buyuruyor.”Hayır! Doğrusu onların işleyip kazandıkları şeyler, kalblerinin üzerine pas olmuştur.”( Mutaffifin: 83/14)
“Ebû Hûreyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Mü’min günah işlediği zaman kalbinde siyah bir iz olur. Sonra o kişi tevbe edip (nefsini o günahtan) çekip çıkarır ve (Allah’tan) mağfiret dilerse kalbi (o iz pasından) cilalanıp temizlenir. Eğer mümin günahı fazlalaştırırca kalbindeki siyah iz (ve leke) fazlalaşır. İşte Allah’ın, Kitâbında; “Hayır, (onların sandıkları gibi değil). Onların kazandıkları günahlar, kalplerini paslandırıp karartmıştır“ (Mutaffıfin, 83/14) âyetinde buyurduğu “rân” budur. (Tirmizi. Tefsir, 48/75, (Mutaffıfin, 83/14) H.no. 3334,Cd. 3257, İbn Mâce Zühd,37/29, H.no. 4244. Cd. 4234. Ahmed b. Hanbel. Müs. Müksirun. H.no. 7892, Cd.7611,c.2.297)
Bu durumda olan bir kalp artık sıhhatli düşünme melekesini kaybeder. Nasıl ki hastalık neticesinde insanın mîzâcı bozulduğunda, şekeri acı, sirkeyi tatlı olmak üzere birçok şeyi yanlış olarak algılar, işte kalp mühürlenmesiyle ilgili âyetlerin arka planında, mevcut ilke, böyle bir psikolojik kurala dayanmaktadır. Bu bilgiler ışığı altında, her bir iyi ve kötü işin işlenmesi, insanda bir alışkanlık, meleke meydana getirmekte ve bundan dolayı kişinin tekrar iyilik ve kötülük işleme oranı artmakta veya eksilmektedir. Yapılan iyilik ise, kişinin kalbinde iman nurunun oluşumunu sağlamaktadır.( Fazlu’r-Rahman, a. g. e., s. 71.)
Kalbe böyle eylemler karşısında değişkenliğinden ötürü kalp denilmiştir. Çünkü Arapça’da kalp kelimesi ters yüz olmayı ifade etmektedir.
Hâlbuki insan tabiatının Allah (c.c.)’a ibâdete ve iyiliklere meyl etmesi, yemek içmeğe meyli gibi tabiî olan bir davranıştır. Kötülüğü i’tiyad eden birinin bu tabiî olan fıtratından ayrılması, bedenin hastalanıp yemek içmekten kesilmesi gibi manevî ve psikolojik bir hastalıktır. Bu gibi kimselerin ruhları gerçekten hasta olup, hastalıkları küfür noktasına gelince, artık hakkı batıl, batılı hak görür ve ondan hoşlanmaya başlar. Kâfirlerin hak karşısında gösterdikleri mukâvemeti, batıla hak olarak inanmasına ve ondan lezzet almasına bağlamak, en doğru olan bir yorum olur. Bu durum, kalp mühürlenmesi demektir. Artık bu yeniden oluşan tabiat, o ferdin ikinci tabiatı olmaktadır.( Kotku, Mehmed Zahid, Tasavvufi Ahlâk, Seha Neşriyat, ts.; s. 90, Yazır, a. g. e., IV. 2983)
Nitekim zaman itibarıyla farklılık arzetse bile her insana hidâyeti ve iyiliği seçme hususunda bir sürecin bahsedildiğini, bu müddet zarfında hidâyet ve dalâletin ihtiyari olduğunu, ihtiyarını iyi kullanmayanda dalâlet ve kötülük bir tabiat olmaktadır; artık bu aşamadan sonra, kişinin bu tabiatı değiştiremeyeceğini söylemektedir. Aynı şekilde bazı kimselerde de iyilik, güzel davranış, takva, tabiat olmakta; ne darlıkta ne genişlikte bozulmamaktadırlar.
Bu anlatılanların ışığında, bir insan kötülüğe devam ettiğinde, kötülük, iyiliğe devam ettiğinde ise, iyiliğin onda tabiat olduğu anlaşılmaktadır. O halde bir insan iyi bir kimse olmak istiyorsa, iyilikleri kendisine davranış tarzı olarak seçer, ruh ile bedenin birbirinden etkilenmesi gerçeğinden hareketle, bir müddet bu iyiliklere zorlana zorlana devam etse de, bunlar zamanla kendisinde tabiat olmakta ve ruhuna yerleşmektedir. Çünkü ruhta meydana gelen her sıfat, tesirini uzuvlarda göstererek onları kendisine uygun tarzda eyleme sürüklemesi gibi, uzuvların yaptıkları her iş de, ruhta bir etki meydana getirmektedir. Nitekim birisi kendisini iffetliliğe alıştırdığında, haram karşısında vücudunda bir etki meydana gelmemektedir. Gazali Hz. bu etkiyi şu güzel misalle îzah etmektedir: Herkesin ruhunda bir hattatlık sıfatı bulunmaktadır. Bir kimse güzel yazıda mahir biri olmak istediğinde, bu kişinin yapacağı tek bir şey vardır; o da, mahir yazı ustaları gibi eliyle güzel yazı yazma üzerine uzun bir müddet alıştırma yapmak ve taklid etmektir. İlk etapta her ne kadar zorlana zorlana bunu yaparak kendisini hattata benzetse de, bir müddet sonra hattatlık ruhuna yerleşerek bu durum, onda artık tabiî bir hal almaktadır. (Gazali, İhya, III. 58)
Kişinin bu yaptığı kendisinde cibilliyet ve tabiat haline geldikten sonra da, ondan lezzet almaya başlamaktadır. Artık bundan sonra bu iyilikleri kolay kolay terkedemez. (Şahver Çelikoğlu,Esmâü’l Hüsnâ 1-4)
Kur’ân-ı Kerîm gibi ilâhî kudret ve azamet tecellîleriyle dolu bir hikmetler kitabı olan kâinât içinde olup da onun üzerinde tefekkür etmemek, insanlık haysiyetiyle bağdaşmaz. Zira bu âlemde her zerre, diri bir gönle sahip olan insanla konuşur. Bütün varlıklar, hâl lisânıyla beyan durumundadır. Kâinatta Hâlık’ını tanıtmayan hiçbir zerre yoktur. Bütün mahlûkat, kendisini yoktan var eden Hâlık Teâlâ’nın mührünü taşımaktadır. İnsana düşen, ilâhî kudret akışlarının tefekküründe derinleşerek, bu ilâhî mühürleri ibret nazarıyla görebilmektir.
“Bir saat tefekkür bir yıl nâfile ibâdetten daha hayırlıdır.” Buyuruyor, Peygamber Efendimiz (s.a.v)
Tefekkür nurların anahtarı, basîretin başlangıcı, ilimlerin temeli, mâ’rifetin kaynağıdır. İnsanların çoğu tefekkürün fazîletini, tefekkürün üstünlüğü bilir ama ne yazık ki, tefekkürün hakîkatini, semeresini, tefekkürün kaynağını, varacağı noktayı, döküleceği mecrâyı, yolunu ve keyfiyetini bilmez.
Rasûlullah efendimiz (sav) şöyle buyurdular: “Tefekkürden büyük ibâdet yoktur. Çünkü tefekkür kalbe mahsustur. Ve Hakk’a tahsis edilmiştir.” Çünkü kalb en şerefli âzadır. En şerefli âzâya mahsus olan mefhum elbette ki şerefli olacaktır. Onun için bir saat tefekkür etmek, bir sene ibâdet etmekten efdaldir. Yine Rasûlullah efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “Bir saatlik tefekkür, bir senelik ibâdetten daha hayırlıdır.” Ancak tefekkürün yapılacağı yerlerin de iyi tayin ve tespit edilmesi şartıyla… Tefekkür ya hayırlı işlerde, ya Allah (c.c.)’a ait sanatın mucizevî muvâzenesini müşahede etmede yada Allah (c.c.)’ın sıfatlarının tezahürü olan nimetlerinde yapılmalıdır.
Yalnız Allah’ın Zat-ı Nahiyesine âit meselelerde fazla tefekküre dalmak nehyedilmiştir. Abbas (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre; Rasulullah (s.a.v) tefekkür etmekte olan bir kavmi gördü ve onlara hangi hususta tefekkür ettiklerini sordu. Onlar da cevâben; ‘Allah (c.c.)’ın zâtını ya Rasulallah’ dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurdular: “Allah (c.c.)’ın zâtını düşünmeyiniz. Bilakis O’nun ulûhiyyetini tefekkür eyleyiniz.” Zira Allah (c.c.)’ın zâtını tasavvur etmek insan zihninin güç yetireceği birşey değildir. Şâyet böyle bir tefekküre girerse, kafasında şekillendirdiği saçma sapan ve bâtıla âit hayal unsurlarını Allah (c.c.)’a teşmil eder ki bu son derece tehlikeli bir durumdur.
Evham ve hayale ait bir kısım tasavvurlar onun celâlini asla müşahede edemez. İnsan hayalinin Allâh Teâlâ hakkındaki tasavvurunun en son varacağı nokta hayret noktasıdır. Zirâ “Allah’ın ilmini hiçbir şey ihâtâ edemez.” Bu hükme binaen hiç bir kimsenin bilgisi Allah’ı mutlak hüviyetiyle bilmeye yetmez. Hiç bir akıl onun gaybî hüviyetini idrak edemez. Kişiye lâzım olan ise; görmüş olduğu eşyadaki ahenk ve muvazeneye binâen Allah’ı sanatında araması ve on da tefekkür etmesidir. Çûnkü Allah (c.c.)’ı yarattığı sanatında düşünmek insana sürur verdiği gibi bilgisizliğini izâle eder. ibn-i Ata (r.a) şöyle demiştir:
“Fikir (tefekkür) sadrın nurudur. Ve sürürün kaynağıdır. Tefekkürsüz kalan kalb kararmaya mahkumdur. Ve cehaletle beraber kesif bir gurura kapılır.”
Allâh-u Zül-Celâl ve’l-Kemâl Hazretleri, Kelâm-ı kadîminde pek çok âyet-i kerîmede tefekkürü emretmiş, tefekküre teşvik etmiş, tefekkür edenleri medhetmiş… Meselâ Âl-i İmran sûresi 191. âyet-i kerîmeye bakalım:
“Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allâh’ı (c.c.) anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler, düşünürler. “Rabbimiz, sen bunları boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azâbından koru!” derler”
İbrâhim Edhem’e (k.s) soruluyor:
“Efendim siz uzun uzun tefekkür ediyorsunuz; bunun sebebi, esbâb-ı mûcibesi nedir?”
Şöyle cevap veriyor:
“Düşünce aklın iliğidir!”
Bir başka kelâm-ı kibarlarında ise:
“Meclislerin en şereflisi, oturuşların en yücesi, tevhîd meydanında tefekkür ile berâber oturmak, mâ’rifetin nesîmini teneffüs etmek, muhabbetin kadehi ile sevginin denizinden içmek Allâh-u Teâlâ hakkında hüsn-ü zan etmek sûretiyle tefekkürdür” diyor ve devâm ediyor: “Ey insanlar, onlar ne büyük meclisler, o cennet ve cennetteki şarap onlara nasip olur.”
İbn-i Abbas (r.a) şöyle diyor:
“Hayır hakkında tefekkür, insanı hayır yapmaya teşvik eder. Şer üzerindeki nedâmet ise, böyle bir tefekkür ise, insanı o şerri, o kötülüğü yapmamaya iter, terke zorlar.”
Hasan Basrî (k.s) şöyle buyuruyor:
“Kim ki konuşması hikmet değilse, onun konuşması boştur. Kim ki sükûtu tefekkür değilse, onun susuşu unutkanlıktır. Kim ki bakışı ibret değilse, onun bakışı da fuzûlîdir.”
Tefekkürün semeresi ilimler, haller ve emellerdir. Üç esas hâlinde, üç kapı hâlinde ele alıyoruz yine. Tefekkürün özel semeresi ilimdir. Neden ilimdir? Çünkü ilim kalpte hâsıl olunca, kalbin durumu değişir. Kalbin durumu değişince, âzâ-yı cevârihin amelleri değişir. Amel hâle tâbidir, hâl ilme, ilim de tefekküre… Çünkü ilim olursa, insan istikâmet üzere olur.
Tefekkürde istikâmet olmazsa, düşüncede istikrar olmazsa, neyi nasıl tefekkür edeceğiz? Biz bunu şaşırırsak, o zaman bizim tefekkür dünyâmız darmadağınıktır. Hayâtımız karmakarışıktır. Kavram karmaşasına düşmeden, neyi, nasıl, ne kadar, hangi ölçüde düşüneceğiz? Bunu bilmeliyiz, önce düşüneceğimiz şey nedir, nelerdir?
Kendi iç dünyamızdaki uyumu sağlayabilmek ve manevi olgunluğa ulaşabilmek için günlük hayatımızın her safhasında tefekkür etmeliyiz.Allah (c.c.) ihtiyacı ve sevgisi ancak kâinat kitâbını okumakla,tefekkürle, hasret, özlem, yoğun arayış, yüksek emeller ortaya çıkabilir
Talebin mânâsı, sadece kalb ile yönelmek ve dil ile zikretmek değil; bilâkis mümkün olduğu kadar bütün zâhir ve bâtınıyla çalışmaktır. İnsanın vazifesi budur; sonra fetih, Allah (c.c.)’ın elindedir. dilerse göklerin ve yerin melekûtunu ona gösterir ve onu keşif ehli, muhakkık ve muvahhid yapar; dilerse makamında durdurur. En azından yapılması gereken, verilen akıl ile tefekkür ve şükre devam etmektir. Çünkü Allah Teâlâ bu şekilde onu gâfillerden olmaktan çıkarmış olur. Ya Rabbi bizleri de tefekkür ehli ve uyanık kullarından eyle; yerin ve göklerin yaratılışını düşünen ve hakikatını tefekkür eden kullarının arasına kat!