İki Ucu Tahterevalli ve Yerdeki Cambaz (Yakın Tarih Üzerine Bir “Başka Okuma” Denemesi)

Tam boy görmek için tıklayın.

 

Galip TÜRKMEN[i]

Bu yazıda doğru, yanlış, iyi, kötü nitelemesi yapmadan tespitlere yer verildi. 1945 yılından sonra Türkiye’de yaşanan gelişmeler farklı bir bakış açısı ile ele alındı. Ne kadarı isabetli elbette okuyucunun takdirindedir.

           

Tarafsız kalınarak kazanılan savaş

1939 yılında başlayıp Mayıs 1945 yılına kadar devam eden ve tüm büyük devletlerin aktif olarak katıldığı insanlık tarihinin en yıkıcı, en çok ölüme neden olan savaşlar dizisi 2.Dünya Savaşı olarak adlandırıldı. İkinci büyük savaştan en çok zarar görenin Birleşik Krallık (İngiltere) olduğunu söylenebilir zira küresel hakimiyeti yitirdi. Ekonomisi çöktü, ciddi insan kaybına uğradı. Sonra Almanya ve Japonya gelir kaybedenler sıralamasında. Ancak bunlar Amerika Birleşik Devletleri (ABD) yardımı ile hızla kendilerini toparladılar. Fransa’yı da kaybedenler hanesine yazmak gerekir.  Rusya da savaşta epey yıprandı, milyonlarca vatandaşını kaybetti. Kazanan elbette Amerika Birleşik Devletleri oldu.

Türkiye savaşın son iki ayına kadar tarafsızlığını korudu, son anda Almanya’ya savaş ilan etmekle birlikte herhangi bir çatışmaya girmedi. Ancak büyük savaş sürecinde her duruma karşı hazırlıklı olmak için asker sayısını bir milyon civarında artırmak zorunda kalmıştı. Bu genç nüfusun üretimden çekilerek tüketici haline gelmesi demekti ki, bu durum 16 milyonluk bir ülke için oldukça yüksek bir maliyete katlanmak anlamına geliyordu. Savaşan birçok ülkede bile rastlanmayan ekonomik zorluklarla karşılaşıldı. Türkiye yine de genç nüfusunu korumayı bildi. Savaşa girmeyerek kazananlar arasında yer aldı.

Savaş sonrası dünya yeniden kuruldu

Savaştan sonra ABD ile Rusya, İngiltere ve Fransa’nın nüfuz alanlarını bölüşmeye başladı. ABD yardımı ile kendini toparlayabilen İngiltere, Rusya ile gizli ilişkiler geliştirdi. Türkiye, Rusya’nın toprak ve boğazlarda hak talep etmesinin de etkisi ile ABD’ye yaklaştı. Soğuk savaş döneminde Sovyetlere karşı Batı blokunda yer aldı. NATO’ya girerek askeri bakımdan Batı’ya eklemlendi. Tek parti rejimine son vererek ABD’de olduğu gibi Demokratlar (Demokrat Parti/DP) ve Cumhuriyetçiler (Cumhuriyet Halk Partisi/CHP) şeklinde politik düzeni değiştirdi. Eğitimde işbirliği için Fulbright Komisyonu kuruldu. NATO dışında doğrudan ABD ile askeri işbirliği anlaşmaları yapıldı, Truman doktrini ve Marshall yardımı kapsamında ekonomik yardımlar elde edildi. ABD etkisini Türkiye’de yaymaya çalışırken İngiltere arka planda kalıp Rusya ile birlikte bunu engellemeye çalışıyordu. Bu makalenin temel konusu Türkiye üzerinde ABD – İngiltere rekabeti ve Türkiye’nin değişirken kendi kalma çabalarını incelemektir.

Marshall Planı ve Truman Doktriniyle 1947’den beri Ankara’da bulunan Amerikan askerî varlığı Eisenhower Doktriniyle iyice büyüdü. ABD’de 1953 yılında Cumhuriyetçi Eisenhower Başkan oldu. Bu tarihten itibaren askeri ilişkiler ön plana çıkmaya başladı. ABD bir ahtapot gibi kolları ile sardı Türkiye’yi. 1945’den 1953 yılına kadar Demokrat Truman ABD başkanıydı. Çok partili (aslında iki partili) rejime 1945 yılında geçildi. CHP yanında Demokrat Parti, Adnan Menderes liderliğinde, CHP’den ayrılanlar tarafından kuruldu. DP 1946 yılında yapılan seçimi kazanamadı ama 1950 yılında yapılan seçimde büyük çoğunlukla iktidar oldu. Askeri darbe ile düşürüleceği 1960 yılına kadar 10 yıl iktidarda kaldı.

Ahtapotun kolu yağlı urgan oldu

Menderes 1958 yılına kadar dış borç ile ekonomiyi idare etti ama bu yıldan sonra yüksek dış borç ve ekonomik destek taleplerinin ABD tarafından reddedilmesi nedeniyle ekonomi zora girdi. Ekonomide liberalizasyon küresel ekonomiye entegrasyonu getirmedi. İktidara gelmeden önce vaatleri arasında yer alan ekonomideki kamu payının azaltılması ve özelleştirme sözde kaldı, kamunun payı daha da yükseldi. Mukayeseli üstünlük diye önerilen tarım politikasının bağımlılığı  ve cari açığı artırmaktan başka işe yaramadığı anlaşıldı ve 1958 yılından itibaren sanayileşme arayışları başladı. Ağır sanayi yatırımları için ABD kredi açmadığı gibi teknoloji de vermedi.

İşler ABD’nin beklediği gibi gitmiyordu. 1958 yılı ABD için Ortadoğu’da ilginç bir yıl olmuştu. Irak, Rus nüfuz alanına girmiş, Lübnan doğrudan askeri müdahale ile Rusya kontrolüne girmekten kurtarılmıştı. ABD nüfuzu Türkiye’de risk altına girmişti. Şubat 1959 tarihinde Başbakan Menderes’i taşıyan Türk Hava Yolları uçağı Londra’ya iniş sırasında düştü ancak Menderes yara almadan kurtuldu. 1959 yılı Kasım sonunda Batılı diplomatlar, ülkelerine, Türkiye’nin Sovyetlerden mali yardım istediğini ve bunun memnuniyetle karşılandığını rapor ediyordu.

Menderes sanayileşme yönünde adım atmaya kararlıydı. Sovyetler Birliğine yöneldi. ABD de Türkiye’yi kontrol altında tutmaya kararlıydı. Menderes’in Temmuz ayında gerçekleştirmeyi planladığı Moskova seyahatinden önce 27 Mayıs 1960 tarihinde bir grup asker yönetime el koydu. Menderes iki bakanı ile birlikte idam edildi. Darbe olduğunda ABD’de de Cumhuriyetçiler iktidarda idi. 8 Kasım 1960 tarihinde yapılan seçimi Demokrat John F. Kennedy kazandı. 13 Kasım 1960 tarihinde darbeciler içinde 14’ler diye adlandırılan grup tasfiye edilip sürgüne gönderildi. Tek kurban Menderes ve arkadaşları değildi.

Kaos sokakları esir aldı 

Darbe ile kesintiye uğrayan demokratik siyasi hayata dönüş çok sürmedi. ABD Demokratlarını memnun edecek şekilde cumhuriyet tarihinin en demokratik anayasası yapıldı. 9 Temmuz 1961 tarihinde yapılan referandum ile Anayasa’nın kabulünden sonra 15 Ekim 1961 tarihinde genel seçimler yapıldı. Demokrat Partililer Adalet Partisinde toplanmıştı. CHP hayatiyetini devam ettiriyordu. Adalet Partisi hızla büyüdü ve 1980 yılına kadar Süleyman Demirel liderliğinde başat siyasi figür olarak yaşadı.

Türkiye, Süleyman Demirel’in Başbakanlığı döneminde de sanayileşmeye önem verdi. Sanayinin ihtiyacı olan elektriği üretecek barajlar yapıldı. Ulaşım ağı geliştirildi. Sanayi yatırımları için önce Batılı ülkelerden kredi, mühendislik ve teknik yardım istendi. Bu çabalar da sonuçsuz kalınca tekrar Sovyetler Birliğine yönelindi. Türkiye kalkınma çabalarını artırdıkça sokakları karışıyor, sağ-sol çatışmaları ülkenin istikrarını tehdit ediyordu. Siyasi istikrar da bir türlü sağlanamıyordu.

1969 yılında ABD’de Cumhuriyetçiler iktidara gelmişti. Aynı yıl ABD 6.filosu İstanbul’u ziyaret etti. Bu ziyareti protesto için sol gençlik büyük bir gösteri düzenledi. Bu gösteriye islamcı ve milliyetçi kesim tepkiliydi. Çıkan olaylarda ölenler oldu. Sol kesim aydınlar ve ordudaki bir takım subaylar 9 Mart 1971 de darbe planlamıştı, bunu MİT ajanı Mahir Kaynak deşifre etti. Başarılı olamadılar ama 12 Mart günü ordu muhtıra verdi.  Meclis feshedilmedi ama teknokratlar hükümeti kuruldu. 9 Martçılar ordudan tasfiye oldu. Ordudan atılacak subayların listesinin ABD tarafından verildiği iddia edildi. 1980 yılına kadar siyasi istikrar sağlanamadı.

Sanayileşmeye ABD freni, 1962 Küba Füze Krizi ve 1964 yılındaki Johnson Mektubu, ABD’ye olan güveni iyice sarsmıştı. 1974 yılında yapılan Kıbrıs Barış Harekâtı ile ilişkiler iyice gerildi. 5 Şubat 1975 tarihinde ABD, Türkiye’ye ambargo uygulamaya başladı. Türkiye’nin yeniden Sovyetler Birliğine yönelip demir perdenin diğer tarafına geçeceğini düşünen ABD, Türk dış politikasını soğuk savaş taktikleri ile yakın takibe aldı. Hem gelişmesini istemiyor hem de elinin altında tutmak istiyordu. Milli İstihbarat Teşkilatında üst düzey yönetici olan Savaşman olayı 1977 yılında patladı. ABD angaje ettiği Sabahattin Savaşman’dan Türkiye – Sovyetler Birliği yakınlaşmasını anlamak için MİT raporlarını alıyordu. Ancak CIA ajanı ile birlikte suçüstü yakalandılar. Savaşman’ın deşifre olmasını sağlayan Mahir Kaynak, 12 Eylül darbe yönetimi tarafından teşkilattan ihraç edildi. Kaynak, kaderin cilvesi olsa gerek, Devlet Bahçeli ile aynı bölümde öğretim üyesi olarak işe başladı.

Az gelişmişler prangadan kurtulur

1974 yılındaki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 6. özel oturumunda OPEC üyeleri tarafından yönlendirilen bir grup azgelişmiş ülke (77.grup) yeni bir Uluslararası Ekonomik Düzen tesisi için Beyanname ve Eylem Programı (YUED) ortaya koydu. Bu programın 3. maddesi Azgelişmiş ülkelerin yabancı yatırımları millileştirme ve doğal kaynaklar üzerinde egemenlik kazanma hakkının tanınmasını” içeriyordu. 12 Aralık 1974 tarihinde BM Genel Kurulu, Devletlerin Ekonomik Hak ve Ödevleri Şartnamesi adı altında bu talepleri kabul etti.

BM’nin azgelişmiş ülkelere egemenlik tanımasının ardından Türkiye’nin ilk refleksi, Ecevit’in Başbakan olduğu 1978 yılında başta bor madenleri olmak üzere birçok madeni devletleştirmek oldu. Ama bundan çabuk vazgeçildi. 1979 seçimlerinden sonra politika değişikliğine gidildi. 1979 ilginç bir yıl olmuştu. Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal etmiş, İran’da devrim olmuş ABD, İran’dan kovulmuştu. İngiltere’de Margaret Thatcher Başbakan olmuş, neoliberal politikalar uygulamaya başlamıştı. Türkiye’de de gerekli hazırlıklardan sonra 24 Ocak 1980 tarihinde yapısal dönüşüm programını kamuoyuna açıklandı. 24 Ocak kararları devletin ekonomiden çekilmesi ve ekonominin dünya sistemine entegrasyonun ikinci adımıydı. İlki Menderes döneminde denenmiş başarılı olmamıştı. İkincisi de ilki gibi ABD’de Demokratların iktidar olduğu bir dönemde hazırlandı.

ABD’de Cumhuriyetçilerin iktidarda olduğu dönemde (1969-1977) Türkiye’de istikrarsızlığın yaygınlaşması tesadüf değildi. Sokakta eylemci sağı temsil eden hareketin lideri 27 Mayıs darbesi kadrosunda olup ABD’de Demokratların iktidara gelmesinden bir hafta sonra sürgüne gönderilen 14’lerden biri olan Alparslan Türkeş idi. Eylemci sol/sosyalist örgütlerin arkasında İngiltere’nin olduğunu eski MİT görevlisi Mahir Kaynak açıklıyordu. Sol örgütlerden yurt dışına kaçanlar da Cumhuriyetin ilk yıllarındaki sosyalistlerin yaptığının tersine Batı’yı tercih ediyor, Sovyetler Birliğine sığınmıyorlardı. 2.Dünya Savaşından sonra Türkiye, ABD – İngiltere rekabetinin sıcak alanı oluyordu. Sovyetler ve İngiltere örtülü ortaklık halindeydiler. İngiltere, ABD’nin içinde de Demokratlar kanalıyla etkinlik sağlıyordu.

Yine Demokratların iktidarda olduğu 12 Eylül 1980 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu. Sağ-sol çatışması bitirildi. Siyasi partiler kapatıldı. Kardeş kavgası durmuş, sokakta güvenlik sağlanmıştı. 1982 Anayasası referandum ile kabul edildi. 6 Kasım 1983 tarihinde yapılan genel seçimde Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi iktidar oldu. Turgut Özal 24 Ocak kararlarının mimarıydı, Başbakan olduktan sonra uygulayıcısı oldu. Özelleştirme ana planı İngiltere merkezli Morgan Guaranty Bank tarafından hazırlandı.

12 Eylül yönetimi 1984 yılında, milliyetçi hareketi, hapishane ortamından da yararlanarak, ikiye bölecek altyapıyı oluşturdu. Amerika karşıtı Ecevit siyasi yasaklar kalktıktan sonra CHP’ye dönemedi. 12 Eylül yönetimi CHP’yi de dizayn etmiş, küresel sermayeye sorun çıkarmayacak hale getirmişti. Ecevit daha sonra kendi partisini kurdu ve 28 Şubat sonrası, Devlet Bahçeli’nin desteği ile Başbakan oldu.

Ekonomi kendi yoluna gider

12 Eylül’den sonra ekonomik dönüşüm birbirini tamamlayan iki temel üzerine kuruldu. Birincisi, içeride devlet bürokrasisinin ekonomiyi yönetir olmaktan çıkarılması ve ekonominin kendi kuralları ile işlemesinin sağlanması, ikincisi ise dışarıda küresel ekonomi ile entegrasyon.

Bürokratik oligarşi, ekonomiyi Kamu İktisadi Teşebbüsleri üzerinden yönetiyordu. Bu nedenle özelleştirmeye büyük önem verildi. 1984 yılında ilk yasal düzenlemeler yapıldı. 1986 yılında özelleştirme ana planı kabul edildi ve bugüne kadar “kırmızı kitap” gibi uygulandı. İktidarlar değişti ama bu politikalar değişmedi. Özelleştirme çalışmaları devam ederken, 1984 yılından itibaren, İMKB başta olmak üzere ekonomiyi düzenleyen kurumlar oluşturulmaya başlandı. Bir taraftan yabancı yatırımların önü açılırken Türk girişimcilerin yabancı ülkelerde faaliyet göstermeleri teşvik edildi. Tekstil ve inşaat sektörü temel sektör olarak belirlendi. Türk firmaları 2024 sonunda bu sektörlerde dünyada önemli bir yere sahip. Türk girişimciler tüm dünyada iş yapar hale geldi. Bir bölge ya da ülke ile ilgilenmek için her zaman meşru bir gerekçe lazımdır ve en haklı gerekçe de vatandaşlarının yatırımlarıdır. Bölgesel ve küresel güç olmaya giden yol ekonomiden geçmektedir.

Kâr payı kaç sevap

Bilindiği üzere din, Türkiye’de ve yakın çevresinde en hassas konulardan biridir. Dini anlayışın gelenekselleşmiş hali gelişmenin önündeki engellerden biriydi. Dini anlayış ve uygulayışın da değişmesi için 1984 yılında çalışmalar başladı. Doğrudan işe girişmek yerine daha mutedil yollardan değişim gerçekleştirildi. 1984 yılında iki İslami cemaate (İhlas grubu ve Gülen cemaati) yol verildi, önleri açıldı. Tarikatlardan menzil grubu da 12 Eylül’ün sevdiklerindendi. Milliyetçi kesim bu tarikata yönlendirildi ve ilerde izah edileceği üzere neoliberal politikaların en hızlı uygulandığı yıllarda iktidarın ortağı olacaklardı.

Bilindiği gibi ekonomi ile dinin kesiştiği nokta faizdir. Batı, protestanlaşarak ekonomisini faiz kıskacından kurtardı. Dünya ekonomik sisteminin temelini oluşturan faiz bir şekilde içselleştirilmeli ve İslamileştirilmeliydi. İngitere’deki Muslim Collage of London’un başkanı Zaki Badawi’nin 1983 yılında, Bank of London’dan İslamic Banking Sistem of Luxembourg adına islami bankacılık faaliyetleri için ilk lisansı almasından kısa süre sonra Türkiye’de de faizsiz bankacılık kuruluşları açıldı. Diğer yandan İhlas Holdingle birlikte din ile sermaye harmanlandı, peşinden diğer islami holdingler zuhur etti. Kâr payı adı altında muhafazakâr kesim faize alıştırıldı. Faizsiz finans kurumu adı altında faaliyete başlayan kuruluşlar bugünlerde banka olarak işlerine devam ediyorlar, itiraz yok. Batı protestanlaşmak için çok acı çekmişti, Türkiye’de sessiz sedasız oldu, bitti. Eskiden Han din değiştirdiğinde bütün budun da din değiştirirmiş, gelenek devam ediyor. Han yoksa devlet var!…

Osmanlının temel kurumlarından olan tarikatlar bu gelişmelere direnmediler. Televizyona karşı çıkmışlardı, şimdi televizyon kanallarına sahipler. Kimi faizsiz bankalardan hisse aldı, bankacı oldu, kimileri de buralara paralarını yatırdı.

1984 yılından itibaren Nurculuk hareketinden farklılaşmaya başlayan Fethullah Gülen cemaatine ait Türk okulları dünya ekonomisine entegre olan Türk girişimcilerin dışarıdaki insan kaynağını oluşturacak kadroların yetişmesini sağladı. Bu proje özelleştirme projesi gibi hiç aksamadan uygulandı. İktidarlar değişti ama proje kesintiye uğramadan gelişti. Bazen farklı görüntü verilse de devlet bütün kurumlarıyla 2011 yılına kadar projeye sahip çıktı. Küresel sermayenin bir aparatı olduğu anlaşılmadan önce cemaat, siyasete bulaşmaya başladı, başta askeri ve sivil bürokrasi olmak üzere toplumun her katmanında ve yurt dışında, açık ve gizli, örgütlenerek paralel devlet gibi davrandı, 2013 sonunda yargı eliyle 15 Temmuz 2016 tarihinde de askeri darbe ile iktidarı devirmeye çalıştı ve terör örgütü ilan edilerek tasfiye oldu. Örgütün tasfiyesinden sonra yurt dışındaki işlevini yerine getirecek şekilde Maarif Vakfı ve Yunus Emre Vakfı devreye girdi.

Dizi dizi dönüşüm

Naim Süleymanoğlu operasyonu ile başlayan özgüven kazandırıcı çalışmalar sonucunda Türk halkının özgüveni arttı. Köylü iken şehirli olundu, ekonomi tarımdan endüstriye ve küresel ticarete evrildi. Türkiye şimdiden bölgesinin eğitim ve sağlık üssü olmaya başladı. Uzayda da uyduları ile varlığını artırıyor.

TRT’nin yayın tekelinin kaldırılmasından sonra özel kanalların rekabeti, Türk kültürünün derinliği ve genişliğine dayanarak kültürel üretim arttı. Batı kültürünün etkileri kırıldığı gibi, hinterlandında artık Türk kültürü egemen. Türk dizileri bölgeyi değiştiriyor. Neoliberal küreselleşmeci akım tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bu alana nüfuz etmeye, mevcudiyetini korumaya çalışıyor ama tasfiye süreçleri de işliyor.

             

Savunma Sanayii füze gibi

Kıbrıs Barış Harekâtından sonra ABD tarafından uygulanan ambargo, kelimenin tam anlamıyla Türkiye için şok olmuştu. 1984 yılında savunma sanayi alanında önemli kararlar alındı. 2024 yılına gelindiğinde tüm dünya Türk savunma sanayiinin başarılarından bahsetmektedir. 100 yıllık dinlenme dönemi sonunda kabuğunu kıran Türkiye, kendine yeni çizdiği bölgesel güç olma rolüne uygun olarak modern ve profesyonel ordunun temellerini attı, kadrolarını yeniledi. Güvenlik sektöründe dışa bağımlılık iyice azaltıldı.

1923 tarihinden sonra çatışmaya girmeyen ordunun 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında eksiklikleri olduğu görüldü. Gerçek bir dönüşüm için orduya gerçek mermilerle tatbikat yapacağı bir ortamı terör örgütüne karşı verilen mücadele sağladı. PKK’nın verdiği zarar tartışmasız büyük oldu, ancak Türkiye’nin güçlü duruşu beklenmedik olumlu sonuçları da üretti.

Türkiye dönüşüp küresel bir aktör olma yolunda ilerlerken, ülkenin bir bölgesinin dönüşmeden kalması mümkün değildi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yoğun bir şekilde ve özellikle köylerde, aşiret düzeninde yaşayan Kürtlerin de dönüşmesi hayati önem taşıyordu. Aşiret yapısı daha önce toprak reformu yoluyla kırılmak istendi, ancak başarılamadı. Örgütün baskısı ve terörle mücadele gerekçesiyle köyler boşaltıldı, önce köyden şehre sonra da Batı illerine göçen Kürtler gerçek anlamda birliğin parçası haline geldi. Demografik dengesizlik azaldı. Bölgede ağalık düzeni çözüldü, Kürtler önemli oranda modernleştiler, laikleştiler. Kadının konumu değişti. Bölge için tarih hızlandı. Ulus devlet yapısı zedelenmeden bir takım hakların verilmesi için AB destekli çözüm süreci başlatıldı ve bir noktada bitirildi. Çözüm sürecinin bitirilmesi aşamasında Türk askeri ve polisi şehir savaşı vermek zorunda kaldı. Bu aynı zamanda öğrenme süreci oldu ve Türk güvenlik güçlerinin bu tecrübesine sahip başka ülke bulunmamaktadır.

ABD’nin Irak’a müdahaleleri ve Arap baharı ile Suriye’de iç savaş başlatması bölgede dengeleri altüst etmiş, bölücü tehdidi artırmıştı. 2016 yılından itibaren kalıcı olarak Irak ve Suriye’nin kuzeyine yapılan operasyonlar yurt dışı operasyon tecrübesini artırdı. Bölgede daha güçlü var olmanın zeminini oluşturdu.

           

Dış politika THY kanatlarında süzülüyor

 Dış politikadaki değişim de sessizce gerçekleşti. Dışişleri Bakanlığı, TİKA, THY, Dış Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Maarif ve Yunus Emre vakıfları ve birçok sivil kuruluş koordineli bir şekilde çalışıyorlar. Daha önce Türkiye’nin diplomatik misyonu olmayan ülkelere TİKA ve diğer yardım kuruluşları önden gitti, peşinden Türk firmaları ve Türk Hava Yolları o ülkelere girdi, Büyükelçilik açıldı ve ülkeler arası ilişkiler gelişti. 1990’da Sovyetler Birliğinin dağılmasında sonra ortaya çıkan Türk Devletlerinin uluslararası kurumlara üyeliği dahil her alanda desteklenmesi dış politikaya derinlik kazandırdı. Hala NATO üyesi olup Batı blokunda yer alınmakla beraber Ukrayna – Rusya savaşında ara buluculuk pozisyonunda kalmak dış politikanın kendine özgülüğünü ortaya koymaktadır. Afrika açılımı önemli bir dönüşüme işaret etmektedir. Uluslararası dengelerin edilgen ve pasif bir ülkesi olmaktan çıkıp kendi çıkarları doğrultusunda çözümler üreten ve uygulayan bir politika oluşturuldu. Yurtta sulh temin edildi, cihanda sulh için yola çıkıldı.

Siyaset döner durur, yapısında var

Siyasi oluşumların ne olduğuna ve nasıl değişime uğradığına değinmekte yarar var. Müesses nizamın ulus devletçi Kemalist oluşumu dışında üç temel akım özellikle 70’li yıllarda ve sonrasında kendisini hissettirdi. 1946’den itibaren, iki partili sisteme geçilmiş, Osmanlı döneminin ittihat ve Terakki fırkası zihniyeti CHP’de, Hürriyet ve İtilaf fırkası zihniyeti ise DP’de temsil edilir olmuştu. 27 mayıs darbesinden sonra akımlar değişmeye, çeşitlenmeye başladı. Ulus devletçilerin yanında İslamcı, Sosyalist, Türkçü akımlar gelişti. Bu üçü tanımları gereği ulus ötesi görüşleri ifade ediyorlardı. 12 Eylül’de partiler kapatıldığında Turgut Özal dört eğilimi birleştirme sloganı ile iktidara geldi. Eski siyasilerin hakları iade edilince milliyetçiler Milliyetçi Hareket Partisi, İslamcılar Refah Partisi, sosyal demokratlar CHP’de toplandılar.

Ekonomi dışa açıldıkça, özelleştirmeler arttıkça karma ekonomik sistem zayıfladı, Kemalist (burada kastedilen kurtuluş savaşını yapan kadroya verilen isim değildir) ulus devletçi yaklaşım ve kadroların azmi yetersiz kalmaya, başladı. Sovyetler Birliği dağılıp sosyalist ekonomi çökünce sol kimlik krizine girdi, heyecanını yitirdi.

Sovyetler Birliğinin dağılması milliyetçi kesimde dalgalanmaya yol açtı. Esir Türklerin çoğu kurtulmuş, yeni Türk devletleri ortaya çıkmıştı ama milliyetçi kesimin büyük çoğunluğu buna ilgisiz kaldı. Kurumsal yapılar göstermelik ilgilerle, cılız da olsa oluşan heyecanı yatıştırdılar. NATO (aslında ABD) projesi olarak Sovyetler Birliğine karşı kullanılan esir milletler söylemi SSCB’nin dağılmasından sonra etkisini yitirdi. Bu söylem temelinde Batı çıkarları için tanzim edilen yapılar artık işlevsiz kalmıştı. Türk milletinin yükselmesi gibi bir amacı olmayanlar yeni doğan devletlere ve Rusya Federasyonu’nda kalan Türklere dönüp bakmadılar.

Sosyalistler ve milliyetçiler heyecanlarını yitirmişler ancak İslamcılar iddialarında sağlam duruyorlardı. 12 Eylül öncesi sokak çatışmalarında yer almayan İslamcılar, yıpranmamış olarak 12 Eylül’den sonra özellikle 90’lı yıllarda ön plana çıkmaya başladılar. Özal’ın ölümü, Demirel’in Cumhurbaşkanı olup siyaset dışında kalması ile dağılan merkez sağ giderek İslamcı Refah Partisinde toplanmaya başladı. 1980 – 1990 yılları arasında siyasi istikrar vardı. 1990 – 2003 yılları çalkantılı geçti. 1990 yılında Sovyetler Birliği dağılmış, Türk dünyası bağımsız beş yeni devlete kavuşmuştu. İstikrara en çok ihtiyaç duyduğu zamanda tam bir istikrarsızlığa sürüklendi. 28 Şubat 1997 tarihinde postmodern darbe ile tanıştı.

Küreselci 12 Eylül’ün karşı tezi olan 28 Şubatçıların bilerek ya da bilmeyerek İslami sembollere yönelik baskıcı tutumları, her ne kadar gömleğimi çıkardım dese de Recep Tayyip Erdoğan tarafından kurulan ve toplumun kahır ekseriyeti tarafından RP’nin devamı olarak kabul edilen Akparti’yi, seçim sisteminin de azizliği ile tek başına iktidara taşıdı. İktidar değirmeni çalışmaya başladı. İslamcılar devletle barıştılar, biraz devlete etki etseler de daha çok kendileri değiştiler. Recep Tayyip Erdoğan şahsında bu değişimi anlatacak olursak üç döneme ayırabiliriz.

           

Tecrübe değiştirir

Erdoğan’ın İslamcı geçmişi 12 Eylül öncesine dayanmaktadır. Sonrasında da Necmettin Erbakan liderliğinde Refah Partisinde siyaset yapmış, İstanbul Belediye Başkanı olmuştu. Akparti’yi kurduğu 2001 yılına kadar Millî Görüş organizasyonlarında islamcı politikacı olarak yer aldı. 2001 yılında kurulan partisi 2002 sonunda yüzde 34 oyla tek başına iktidar oldu. Bu milli görüşçü olduğu birinci dönem.

Partisini kurup iktidar olduktan sonra 2016 yılına kadar devam edecek olan ikinci dönemi başladı. Erdoğan iktidara geldiğinde ABD’de Cumhuriyetçi G.W.Bush başkandı. Akparti’nin iktidardaki ilk aylarında Erdoğan yasaklı olduğu için milletvekili olamamış Başbakanlık Abdullah Gül’e kalmıştı. ABD ile ilk sınama daha birkaç aylık iktidar iken 1 Mart 2003 tarihinde oldu ve ABD askerinin Irak’a operasyon düzenlemek üzere Türk topraklarından geçişine izin veren tezkere TBMM’de reddedildi. ABD ile ipler gerildi. Demokratlara (ve İngiltere’ye) yakın olan Gül, tezkere için ağırlığını koymamıştı. Bu tavrını Gezi eylemleri sırasında da gösterecekti. Bu kriz üzerine Erdoğan, özel olarak yaratılan bir sebeple yenilenen Siirt seçimlerinde milletvekili seçilerek 14 Mart’ta Başbakan oldu. İktidarın uygulamaları Küreselleşmecilerin ve Avrupa Birliği’nin beklentileri doğrultusunda devam etti.

İktidara gelişinde kurduğu hassas denge dikkati çekmişti. Küreselleşmeci neoliberaller, Fethullah Gülen cemaati, tarikatların önemli bir kısmı, menzil grubu, eski Refah Partisinden bir çok isim destek verdi Erdoğan’a. Avrupa Birliği ile üyelik görüşmeleri yeniden başladı, uyum yasaları hızla çıktı. Özelleştirmeler hiçbir zaman olmadığı kadar hızlı ve çok yapıldı. 2007 yılında yapılan seçimle, muhafazakâr sağın desteğini de alarak yüzde 46.5 oy ile yeniden iktidara geldiğinde artık ilk dönemi gibi zayıf değildi.

2007 seçimlerinden güçlenerek çıkan Erdoğan, bürokratik oligarşi ile hesaplaşma peşine düştü. İktidarının önünde en büyük engel olarak gördüğü askerleri, AB ve yargıda ve güvenlik bürokrasisinde güçlü olan Gülen cemaatinin desteği ile aşacağını düşünerek, daha sonra kumpas olduğu anlaşılan birtakım operasyonlara destek verdi. Bu operasyonlar dalga dalga devam ederken IMF ile olan alacak borç ilişkisini sonlandırdı. Terör sorununu bitirmek üzere çözüm sürecini başlattı. Burada parantez açıp; çözüm sürecini yönetmede danışmanlık yapmak üzere Soros’un finanse ettiği Uluslararası Kriz Grubu ve Vamık Volkan’ı bu bizim iç meselemiz diye kabul etmemesi, onların da o tarihte Cumhurbaşkanı Gül ile görüşmeleri Erdoğan’ın farkını anlamak için dikkate değer tavırlar olduğunu belirtmekte yarar var. Benzer tavrı NATO’nun Libya’ya müdahalesi sırasında da sergileyecekti.

Yollar ayrılır

Erdoğan çok geçmeden Gülen cemaatinin ve küreselleşmecilerin başka hesaplarının olduğunu anlayarak yolunu bunlarsız çizecekti ama bu, çok sancılı süreçler sonunda oldu. 2013 ortasında Gezi olayları diye bilinen Erdoğan iktidarını düşürmeye yönelik Soroscu renkli devrim denemesi yapıldı. Erdoğan yurt dışında iken başlayan olaylara destek şeklinde anlaşılan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün tavrı Erdoğan adına bardağı taşıran son damla oldu. Erdoğan – Gül ilişkileri bir daha düzelmedi.

Gezi eylemleri bastırılmıştı ancak bu kez cemaat devreye girdi. 17-25 Aralık 2023 tarihlerinde Bakanlara ve Erdoğan’ın yakın çevresine yolsuzluk operasyonu yapılmak istendi. Cemaat bir takım belge ve dinleme kayıtlarını biriktirmiş, bir kısmını düzenlemiş olarak operasyon yapmak istedi ancak bunda başarılı olamadı. Erdoğan, paralel devlet yapılanması olarak ilan edilen cemaat ile 15 Temmuz 2016 tarihine kadar mücadele etti. Kendisine bağlı askerlerle darbeye kalkışan paralel devlet yapılanması bunu da başaramadı ve terörist örgüt olarak tasfiye oldu. 2007 yılında iktidarının önündeki en büyük engeli askerler olarak gören Erdoğan 2016 yılında askerlerin yardımı ile iktidarını koruyordu.  Bu tarih menzil grubu için de sonun başlangıcı oldu.

2009 yılında başlatılan çözüm süreci PKK’nın Güneydoğu’da saha hakimiyetini sağladığı, Türk halkının ciddi şekilde huzursuzluğuna yol açan bir noktaya kadar ilerledi. Ülke bölünme aşamasına gelmişti. Terörü sonlandırmak ve toplumsal barışı sağlamak adına başlatılan süreç Avrupa Birliği’nin müdahaleleri ile ülkenin bölünmesi aşamasına gelmişti. Bu ortamda yapılan 7 Haziran 2015 seçimlerinde Akparti tek başına iktidar olacak çoğunluğu sağlayamadı. Millet olaya el koymuştu. Seçimlerin yenilenmesini isteyen Devlet Bahçeli’nin kararlı duruşu ve yasal süre içerisinde hükümet kurulamaması nedeniyle Kasım 2015 tarihinde seçim yenilendi. İki seçim arasında açılım süreci bitirildi. PKK’ya yönelik operasyonlara yeniden başlandı ve terör örgütü şehirlerden temizlendi. Kasım’da yapılan seçimlerde Akparti yeniden tek başına iktidar oldu. Terörle mücadele kesintisiz devam etti. Türkiye’de silahlı varlığı bitirilen PKK’ya, Irak ve Suriye’nin kuzeyinde operasyonlar devam ediyor, son aşamaya gelindi.

           

Yollar birleşir

Soroscu kesimin, cemaatin ve bölücülerin kendi ajandaları olduğunu gören Erdoğan 2016 Temmuz’undan itibaren daha önce kritik aşamalarda (367 krizinin aşılması, Başörtüsü sorunun çözülmesi, 7 Haziran seçimleri sonrası koalisyona izin vermemesi gibi) hiçbir siyasi beklentisi olmadan kriz çözen Devlet Bahçeli ile ortak yol yürümeye karar verdi. Diğer bir yol arkadaşı ise kumpas davasının mağduru olan ulusalcı kesimdi.

2018 yılından itibaren Akparti ve MHP, Cumhur ittifakını kurarak yeni Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminin bir ayağını oluşturdu. Erdoğan Türk – İslam sentezine yöneldi, İslamcı kesim de 2014 yılından itibaren dombraya alıştı.  22 yıllık iktidar Erdoğan’ı da islamcı zihniyeti de değiştirdi. İdeoloji ile gerçek arasındaki makas makul seviyeye indi.

Cumhur İttifakının karşısında CHP, İyiparti ve Saadet Partisi Millet ittifakını oluşturdular. Osmanlı’nın son dönemi ve İkinci dünya savaşı sonrasındaki siyasi oluşuma benzer bir durum oluşmuştu ancak roller tersine işliyordu. En azından Erdoğan ve CHP olması gereken yerde değildi. Cumhur ittifakı İttihat Terakkiyi, Millet ittifakı ise Hürriyet ve İtilaf cephesini temsil eder hale gelmişti.

ABD Başkanı Biden, 2019 yılında, seçilmeden önce, Erdoğan iktidarını muhalefet ile birlikte değiştireceğiz diyordu. İktidar olduktan sonra ağzına almadı. Zira Biden’ın seçildiği anlaşıldıktan bir hafta sonra Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak istifa ettirilmiş, döneminde başlatılan ekonomik program sekteye uğratılmıştı. Enflasyon patlamış sonunda ekonominin direksiyonu küresel sermaye ile arası iyi olan Mehmet Şimşek’e teslim edilmişti. Biden öncesi Körfez sermayesi (daha çok Katar) ve vatandaşlık satışı (aslında gayrınizami sermaye) ile kapatılan cari açığın finansmanı için yine küresel sermayenin kapısı çalınmıştı. Bahçeli – Erdoğan ikilisi istikrarı bozdurmadan, enflasyon maliyetine, Biden belasını savuşturdular.

Son halde (2025 Şubat) Millet ittifakı dağıldı. CHP’nin kafası karışık, Akşener travmasını atlatabilmiş değil. Dağılan Millet ittifakı, yerli ve milli Demokratlar ittifakı olarak yeniden toparlanırsa Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi daha sağlıklı olarak yoluna devam edecektir.

Ulus devletler yeniden tanımlanıp gelişirken, Türkiye bunun dışında kalamazdı ve ulus devlet anlayışı içinde kalarak dönüşüyor. 20.yüzyılda dünyanın yaşadığı iki büyük savaştan sonra imparatorluk dönemine dönüşün olamayacağı anlaşıldı. Spekülatör küreselleşmecilerin yakın zamandaki denemeleri de ulus devleti aşamadı. Almanya’nın yolunda ilerleyen ABD Cumhuriyetçileri, Trump’tan Hitler çıkarıp tek dünya devleti kurabilecekler mi onu da zaman gösterecek.

 Türkiye küresel dengeleri gözeten ancak yolundan şaşmayan yürüyüşüne 100 yıldır devam ediyor.

[i] Emekli Başmüfettiş

Yazar
Galip TÜRKMEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen