Koçibey ve diğer bütün reform taraftarları nihai çözümün rüşvet, yolsuzluk, liyakatsizlik gibi çürümüşlüklerden devleti temizleyerek mümkün olacağı fikrindeydiler. Ancak asıl mesele Aydınlanma’nın, bilim devriminin, rasyonel yönetimin, sistemli yaygın eğitimin ve nihayet sanayileşmenin büyütüp güçlendirdiği Avrupa ile rekabet edebilecek kurumsal yeterliğe ve rasyonaliteye sahip olmayışımızdı. Bu çok daha sonraki devirlerde fark edilecektir.
*****
İbrahim KİRAS
20 yıllık, 30 yıllık değil… Türkiye’nin en az iki yüz yıllık kazanımları ortadan kalktı son birkaç yıl içinde.
Biliyorsunuz, 19. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı devleti ekonomik, askeri ve siyasi gücünü büyük ölçüde kaybetmişti. Savaşma kabiliyetinden eser kalmamış olan itaatsiz yeniçeri ordusu idare için baş ağrısından başka bir şey değildi.
Bu arada merkezi otorite çökmüş, ülkenin dört bir yanında derebeylikler ortaya çıkmış, bunların bir kısmı yarı özerk yönetimlere dönüşmüş, yetmezmiş gibi etnik unsurlar ayrılıkçılık cereyanına kapılmıştı. Bu arada devlet maliyesi de iflasın eşiğinde, vergi toplamayı bile başaramaz durumdaydı.
İdare köhnemiş, sistem çalışmaz hale gelmişti. Devlet kadrolarında ehliyet ve liyakat arama alışkanlığı ise daha 17. asırda sırra kadem basmış bulunuyordu. Medreselerde beşik uleması, sarayda cariyeler ile dalkavuklar, askeriyede kabadayılar düdük öttürüyordu.
Koçi Bey raporlarında devlette yaşanan sıkıntıları rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık ve özetle kötü yönetim olarak gösterir. Kanuni ile birlikte padişahların yönetim kadrolarıyla ilişkilerinin zayıfladığını ve bunun sonucunda devlet işlerini yalnızca kendi dar çevresindeki birkaç kişiyle ve aile fertleriyle konuşabildiklerini anlatır… Padişaha yakın olan belirli kişilerin ve özellikle aile bireylerinin desteğini almak liyakat, bilgi, tecrübe, başarı ve kariyer kriterlerinin önüne geçmiştir.
Koçibey ve diğer bütün reform taraftarları nihai çözümün rüşvet, yolsuzluk, liyakatsizlik gibi çürümüşlüklerden devleti temizleyerek mümkün olacağı fikrindeydiler. Ancak asıl mesele Aydınlanma’nın, bilim devriminin, rasyonel yönetimin, sistemli yaygın eğitimin ve nihayet sanayileşmenin büyütüp güçlendirdiği Avrupa ile rekabet edebilecek kurumsal yeterliğe ve rasyonaliteye sahip olmayışımızdı. Bu çok daha sonraki devirlerde fark edilecektir.
***
Osmanlı tarihinde aslında 16. yüzyılda başlayan bozulmanın önüne geçilmesi amacıyla o günlerden itibaren sık sık ıslahat/reform programları ortaya atılmış ve bunların bir kısmı uygulamaya geçirilmiş olsa da devletin ve toplumun “modernleştirilmesi” yönündeki ilk önemli adımlar II. Mahmud’un saltanatı devrinde atıldı.
Bu dönemdeki modernleşme atılımları bizim ders kitaplarında “gavur padişah”ın pantolon ve fes giymesiyle açıklanır ama II. Mahmut idaresi öncelikle devletin işleyiş mantığını ve vatandaşla ilişkisinin mahiyetini değiştirmeye yönelmişti.
Devletin merkeziyetçi karakterini geri kazanması yolundaki çabaları Avrupa ülkelerindeki “modernleşmiş” devletlerin merkeziyetçi yapıları çerçevesinde anlamlıdır.
Tımar sisteminin, iltizam usulünün kaldırılması gibi uygulamalar da bununla bağlantılı reformlardır aslında.
Hakeza bu dönemde ilk nüfus sayımı gerçekleştirildi, ilk posta teşkilatı kuruldu, ilk resmi Türkçe gazete yayımlandı. Eğitimde de modernleşme adımları atıldı. Enderun lağvedildi, ilköğretim zorunlu hale getirildi. Hatta seçim sandığıyla da bu dönemde tanıştık; yerel yönetimlerin belirlenmesi için ilk defa oy sandığı kuruldu 1830’larda.
Yine bu dönemde Divan-ı Hümayun kaldırılıp bakanlıklar oluşturuldu, sadrazamın yerini başvekil aldı. Hepsinden önemlisi, kişilere bağlı yönetim geleneği terkedilip yönetim organlarında kurumsallaşmaya gidildi. Daha önce yönetim şahıslara bağlıydı. Sadaret merkezi Sadrazamın konağıydı. Sadrazam değişince Sadaret merkezi de değişiyordu. Onunla beraber Sadaret kadroları da tabii. Aynı durum bütün yöneticiler için geçerliydi. Kurumsal gelenek ve kurumsal tecrübe değil, kişisel donanım ve birikim önemliydi.
II. Mahmud devrinde önce Hariciye ve Dâhiliye Nezâretleri, ardından da Maliye Nezâreti kurularak şahıslar yönetiminden kurumlar yönetimine geçiş yönünde önemli bir adım atıldı.
Diğer yandan, daha önce de yazmıştım, II. Mahmut’un günümüzde genellikle “Osmanlı’nın hoşgörü anlayışının ifadesi” olarak zikredilen “Ben tebaamın Müslüman olanını camide, Hristiyanları kilisede ve Yahudileri de havrada fark ederim. Aralarında başka bir fark yoktur” şeklindeki meşhur sözü aslında klasik millet sisteminden vaz geçme ve eşit vatandaşlık hukuku oluşturmaya yönelik bir niyet beyanıydı.
O dönemde İmparatorluk nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan Hristiyan tebaanın Avrupalı güçlerin müdahale ve manipülasyonlarından korunabilmesi için de gerekli görüldüğü için sonraki dönemde II. Mahmut’un takipçileri bu konuda cesur adımlar attılar.
1839 yılında okunan Tanzimat Fermanı modern anlamda eşit vatandaşlığa dayanan bir millet oluşturma ve devlet-vatandaş ilişkisini yeni baştan düzenleme hedefine yönelikti.
Tanzimat’ın getirdiği kazanımlardan biri de halkın (aslında daha çok yönetici zümrenin) can ve mal güvenliğinin hukuk korumasına alınmasıdır. Padişahın veya yüksek yöneticilerden birinin emriyle hem canından hem de malından olma korkusu içindeki insanların devlet idaresinde pek de faydalı olamayacakları görülmüştü.
Bu çerçevede, müsadere uygulamasına son verilmesi hem bu sakıncanın ortadan kaldırılması hem de halkın mülkiyet hakkını güvenceye alarak yeni (modern) bir vatandaşlık anlayışının kabulü anlamında önemlidir.
***
Bütün bu yenilikler II. Mahmut’un torunu II. Abdülhamit tarafından büyük ölçüde rafa kaldırılmış olsa da Türkiye’nin modernleşme yürüyüşü II. Meşrutiyet’ten sonra yine iyi kötü devam etti ve özellikle 1946’da çok partili demokrasiye geçişin ardından hızlandı.
Türkiye’nin önce fiilen sonra resmen Başkanlık rejimine geçişinin ardından ise yeni baştan kendimizi 1800’lü yılların başında bulduk.
Dünyada benzeri olmadığı için “Türk tipi” dinilen yeni yönetim modeli çerçevesinde kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, meclis denetimi ortadan kaldırıldı.
Kurumsal yönetim yerini tekrar kişisel yönetime bıraktı.
Fiili uygulamaların ardından son olarak çıkarılan sansür yasasının da neticesinde ifade özgürlüğü büyük tehlike altına girdi.
Belki en vahimi olmak üzere, Tanzimat fermanıyla son verilen müsadere usulüne iki asır sonra geri dönülebileceği tartışma konusu bugün. Baksanıza, iktidar koalisyonuna mensup siyasi partilerin temsilcileri pahalı ürün satarak enflasyona yol açtıkları gerekçesiyle bazı market zincirlerine el konulmasından söz ediyorlar.
Demek ki 20 yılla, 30 yılla bağlı olmayan büyüklükte kayıplarımız var. Modernleşme ve demokratikleşme tarihimizin kazanımları bu son birkaç yıl içinde elimizden kayıp gitti.
Bunların tekrar yerine konulması mümkün mü? Elbette mümkün. Ama bu iş kolay mı olur, zor mu olur, ne kadar vakit alır… şimdiden söylemek imkânsız.
Meşhur bir fıkra var hani… “Falanca köye ne kadar zamanda gidebilirim” sorusuna sessiz kalan ihtiyar adam, soruyu soran kişi ayrılıp yoluna devam edince arkasından seslenmiş. “Üç saatte varırsın” diye. “Biraz önce sorduğumda niye söylemedin” sorusuna ise “Yürüyüşünü görmemiştim ki” cevabını vermiş.
Biz de aynı durumdayız. Önümüzdeki seçimin sonucuna göre bir iktidar değişikliği gerçekleşir de maalesef baştanbaşa tahrip edilmiş devlet makinası onarılmaya başlanırsa ancak o zamanki hükümetin o zaman sergileyeceği yürüyüşün hızına bakarak bir tahminde bulunabiliriz. Keza muhalefetin bugünkü yürüme hızı da hükümet olduklarında nasıl yürüyeceklerine dair fikir verebilir. Onun için diyoruz, biraz daha hızlanmalarında fayda var, diye…
——————————————–
Kaynak:
https://www.karar.com/yazarlar/ibrahim-kiras/iki-yuzyillik-kazanim-kac-yilda-uctu-1594935