İktidar, Üniversite ve Aydınlar

engin yildirim

Prof.Dr. Engin YILDIRIM[i]

Sanırım, Stuttgart da, Kaiser Wilhelm Metal Enstitüsü’nüıı açılışındaydı. Planck, Kaiser Wilhelm Gesellschaft’ın başkanı olarak açılışa gel­mişti. Bir konuşma yapması gerekiyordu. 1934 yılı içindeydik. Hepimiz Planck’a bakıyor, açılışta ne yapacağını görmek istiyorduk. Çünkü, o sıralarda bu tür açılışlara. “Heil Hitler” ile başlamak resmi bir tutum hali­ne getirilmişti. Planck kürsüde ayakta duruyordu. Elini yarım yukarı kaldırdı ve sonra indirdi. Bunu ikinci bir kez daha yaptı. Sonra, nihayet eli tamamen kalktı ve “Heii Hitler” dediği duyuldu….

(Fizikçi. P.P. Ewald:detı aktaran Beyerschen. 1985: 11).

İktidar Karşısında Aydın

Bıı yüzyılın başında kuramsal fizikte çığır açan bilim adamlarından olan Max Planck”ın yu­karıda anlatılan olaydaki tutumu, iktidar karşısında bilim adamının, düşünürün, akademisye­nin çaresizliğinin ve zayıflığının ilginç bir örneğidir. Benzer şekilde. Kral II. Friedrich Wilhelm tarafından “Kutsal Kitabın ve Hristiyanlığm öğretilerini” çarpıtmakla suçlanan ve üstü kapalı olarak tehdit edilen, Aydınlanmanın temel şiarı olarak “aklını kullanma cesareti­ni göster” diyen Immanuel Kant krala gönderdiği cevabında “majestelerinin en sadık kulu” olarak, “kamuya açık konuşmalarımda, üniversitedeki derslerimde ve yazılarımda, dine iliş­kin konulardan sakınacağımı açıklamak isterim” demişti (Kula, 1999: 44-45). Bacon, “scieııtia potestas est” (bilgi güçtür) derken, herhalde bilginin iktidar getireceğini de vurgu­luyordu. Ancak, geııel olarak ortaya çıkan, yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere, bilgi­nin ve bilgiyi temsil eden insanların iktidar karşısında edilgen bir konumda kalmalarıdır. Öte yandan iktidar, iktidarını pekiştirebilmek için bilgiye, bilgi sahibine ihtiyaç duymaktadır. Bu bağlamda, bugünkü şekliyle üniversite ulus-devletlerin tarih sahnesinde yerlerini almaya baş­ladığı 19. yüzyıl içerisinde millî kültürü oluşturmak, devlet idaresinde yer alacak seçkinler yetiştirmek için ortaya çıkmıştır. Tarihsel olarak da bilginin üretildiği en önemli kurululardan biri akademi olmuştur. Üniversite birbiriyle taban tabana zıt olan, iktidar sahiplerinin, iktidarlarına meşruiyet kazandırma işlevi ile onların meşruiyetini sorgulama işleyim yerine ge­tirmeye çalışan bir kurum olarak gelişmiştir. Bu nedenle üniversite iktidar sahiplerinin hem en çok güvendiği hem de en çok çekindiği kumrulardan biridir.

Belki klişe bir ifade olacak ama. üniversite öğretim görevlileri her şeyden önce aydın ol­malıdır. Burada aydın derken evrensel olduğuna inanılan birtakım “gerçekler” adına halka öncülük eden, etmesi gereken, kendi kendini halkı aydınlatma işleviyle görevlendirmiş bir insanı kastetmiyoruz. Foucaulf un vurguladığı aydın anlayışını öne çıkarmak istiyoruz. Yâni aydın, kendi bilimsel alanına ait “spesifik bilgisini, o bilginin ait olduğu alanda iktidara karşı kullanabilen kişidir” (Keskin. 1998: 303). Aydının en önemli niteliği eleştirel olmasıdır: Cemil Meriç’in ifadesiyle, “hakikat çarpıtıcısı” olmamasıdır. Aydın hem bilgili hem de eleş­tirel olmak zorunda olduğundan, iktidar aydın üzerinde tahakküm kurmayı hedefler. Ancak kimi “aydınlar” gönüllü olarak kendilerini iktidarın hizmetine sunduklarından, iktidar onlar üzerinde tahakküm tesis etmeye çalışmaz, tanı tersine onlara çeşitli biçimlerde nimetler su­nar. Saygın olarak görülen aydınların çoğu iktidara tâbi olma eğilimindedir. İktidara tâbi ol­mayanlar avdın olarak görülmezler, muhalif veya ideolojik olarak nitelendirilip marjinalleşti- rilirler. Bu iki zümre dışında, “kraliçenin sâdık muhalefeti” anlamında iktidar sahipleri için bir işlev gören, sözüm ona “muhalif’ aydınlar vardır. Bunlar görünürde aykırı ve “muhalif’ olmakla beraber iktidarın sunduğu çeşitli nimetleri reddetmeyen, onlardan sonuna kadar ya­rarlanmayı sürdüren bir tutum takınırlar. Batı üniversitelerindeki Marksist, feminist, çevreci vs. aydınlar bu grubun en somut örneğidir.

Bu çerçevede Gramsci’nin geleneksel ve organik entelektüeller arasında yaptığı ayrım bize ışık tutabilir. Gramsci nesilden nesile aynı şeyleri yapmayı ve öğretmeyi sürdüren öğ­retmen. diıı adamları ve yöneticileri geleneksel entelektüeller olarak nitelemektedir. Organik entelektüeller ise daha fazla güç kazanmak, çıkarlarını korumak ve geliştirmek için doğrudan sınıflarla bağlantılı olan entelektüellerdir. Bir reklamcı bu manâda organik entelektüeldir. Bunlar zihinleri değiştirmek, belli yönlere kanalize etmek veya belli bir ürünü veya hizmeti satmak için çaba saıfederler. Dolayısıyla geleneksel ve organik entelektüeller, istisnalar bir kenara bırakılacak olursa, iktidar karşısında eleştirel tavır al(a)mazlar, Aydın bir mesajı, dav­ranışı veya düşünceyi kamuya, kamuda ve kamu için sunan, temsil eden, ifade oluşturan bi­reydir. Bu ise can sıkıcı, rahatsız edici sorular, ortodoksiye karşı çıkma (onu yeniden üret- nıektense) olmadan gerçekleşmez (Said, 1993). Aydın hükümetler, şirketler veya vakıflar ta­rafından kolaylıkla kendi çıkarları için kullanılabilen bir varlık olmamalıdır. Aydın kolay formülleri, hazır reçeteleri, geleneksel ve güçlü olan şeylerin görüşlerini aynen benimseme­meli, eleştirel tutum takınabilmelidir.

Üniversite Özerkliği

Özerk üniversite kavramı ile genellikle ifade edilmek istenen, üniversitenin gerek yönetsel, gerekse de bilimsel bakımdan devlete karşı özerk olmasıdır. 1992’de Hacettepe Üniversitesi rektörü olan Yükse! Bozer “devlet üniversitesi oldukları için ‘hesabın’ da devlete verilmesi gerektiği, devletin olan biten her şeyden haberdar olması gerektiğini” iddia etmişti (Göker, 1999: 25). Üniversitelerin devlete bağlı olmaları, siyasi otoritenin üniversitenin her şeyine katışma hakkını kendinde görmesi sonucunu doğurmamalıdır. Bugün Türkiye’de merkez ve taşra devlet bürokrasisi üniversiteyi sıradan bir devlet dairesi olarak görmektedir. Mesela, va­lilikler rektörlüklere yaz mevsiminde ceket giyilmesine (amirin huzuruna çıkarken hariç) ge­rek olmadığına dair tamimler gönderebilmektedir.

Yönetsel açıdan, üniversitelerin çeşitli devlet kurumlan tarafından kısmen denetlenmesi, bir noktaya kadar mazur görülebilir. Çünkü, devlet bütçesinden pay alan üniversitenin vergi ödeyen yurttaşlara karşı toplumsal yükümlülüğü olduğu, aldığı parayı yurttaşlara en çok fay­da sağlayacak şekilde harcaması gerektiği ileri sürülebilir. Ancak bu bilimsel özerkliği engel­leyebilir. Mesela doğrudan doğruya halk için faydalı bilgi üretmeyen felsefe gibi alanlar, in­şaat mühendisliği veya mimarlık gibi alanlarla karşılaştırıldığında gereksiz veya daha az önemli görülebilir. Üniversite “hiçbir işe yaramayan bilgi de” vermelidir. Buradaki “işe ya­ramayan bilgi” mevcut iktisadi zihniyete göre işe yaramaz olarak nitelenen bilgidir (Kılıçbay, 1999: 19).

Üniversitenin özerk olması sadece devlet müdahalesine maruz kalmamasıyla da sınırlandırılmamalıdır. Aynı derecede, ki bu günümüzde daha vahini bir durum arz etmekte, üniver­site özel sektör kuruluşları ve sivil toplum kuruluşlarına karşı da özerkliğini koruyabilmeli­dir. Zamanımızda bilimsel araştırmalar ile kapitalist piyasa arasında yakın bir ilişki vardır. Araştırma fonlarının sağlanmasında özel sektör kuruluşlarının önemi gün geçtikçe artmakta­dır. Bu da beraberinde yapılan araştırmaların topluma mı yoksa parayı bastıran kuruluşa mı daha çok fayda sağladığı sorusuna gündeme getirmektedir. Bununla birlikte, üniversite sade­ce “parayı verenin, düdüğü çalacağı” bir kurum olarak da düşünülmemelidir. Devlet sansürü kadar piyasa sansürü de sakıncalıdır. Üniversite devletten aldığı bütçeden başka, döner ser­maye aracılığıyla kendisine kaynak yaratabilmek, dışarıdan proje almalı, dışarıya iş yapma­lıdır. .Ancak bu üniversitenin sadece para kazanma amacına odaklanmış bir nevi şirket olarak düşünülmesine yol açmamalıdır. Aksi takdirde üniversite mensupları özel kuruluşların Ar-Ge personeli olarak görülebilir, üniversite de ticari kuruluş gibi algılanabilir. Firmalar birbirleriyle rekabet ederken, kendi ürünlerinin daha kaliteli olduğunu göstermek için üniversiteleri para karşılığında kullanabilmektedir. Örneğin, falanca üniversitede yapılan “deneyler” veya “araştırmalar” sonucunda fişmanca diş macununun dişleri daha iyi koruduğunun “ispatlandı­ğı” teması reklamlarda bolca kullanılmaktadır. Üniversitenin, yapması gereken çok daha önemli işler varken, neden diş macunu veya deterjan “araştırmaları” ile uğraştığı cevaplandı­rılması gereken bir sorudur.

Türkiye’de üniversite özerkliği, en büyük zararı “demokrasinin askıya alındığı” dönem­lerde görmüştür. Ancak demokrasiye yapılan müdahalelerin en önemli destekçileri ve tahrik­çilerinin arasında her dönemde hiç de azımsanmayacak sayıda üniversite mensubunun olması son derece düşündürücüdür. Örneğin. 27 Mayıs 1960 darbesinin en önemli destek kaynakla­rından birisi üniversite olmuştur. Dönemin darbecilere danışmanlık yapmakta olan İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıdchk Sami Onar, askerlerin bir an evvel seçime gitme isteğine karşı çıkmış, askeri yönetimin uzamasından yana tavır koymuştur. Darbecilerden General Cemal Madanoğlu, anayasa yapmak için çağrılan akademisyenlere “Meclisi feshetmemeyi, kapısın­da durup, CHP’lilerle, masum DP dileri almayı” önerdiğinde, sözde “bilimadamları”ndan, “olur mu Paşam, meclisi kapatmazsanız, siz meşrulaşamazsınız” şeklinde cevap almıştır (Aydemirden aktaran; Mazıcı, 1989: 200). 1960’daki 147 öğretim üyesinin tasfiyesinde, tas­fiye edilenler içinde Yen in Abadan gibi 27 Mayısçıların düşüncelerine yakın, CHP sempati­zanları bile vardı. İşin acı tarafı tasfiye listesinin dokuz “akademisyen” tarafından hazırlanmasıydı. Tıp fakültelerinde “önleri açılmayan bir kısım doçentler yükselmelerini sağlama almak için askerlerle işbirliğine gitmişlerdir” (Abadaıı-Unat. 1996: 199).

Kişisel çekememezlik ve ideolojik farklılıklardan kaynaklanan, üniversite mensuplarının birbirleriyle olan mücadelesi de üniversite camiasının hiç de yabancısı olmadığı şeyler olup, üniversite özerkliğine zarar vermekte, üniversiteye dışarıdan yapılmak istenen müdahalelere meşruiyet kazandırmaktadır. Bu konuda gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasında pek farklılık da yoktur. Mesela, 1960‘lann başında College de France’nin ünlü isimleri Sorbonne’de, de personae non grafae (istenmeyen kişi) idiler. Lisans öğrencileri Gurvitch’in yanında Levi-Stıaııss’dan bahsedemezlerdi (Bourdıeu. 198S: 108). Soğuk Savaş döneminde bir akademisyen için herhangi bir eserde Marx’a bolca atıf yapılması o eseri yazanın “komünist” olduğu­nun bir işareti sayılırken, bazen de Mars”a atıfta bulunmamak veya az atıfta bulunmak sol eğilimli öğretim elemanlarının kendileri gibi düşünmeyenleri aforoz etme nedeni olarak gö­rülmekteydi

Üniversite mensuplarının tasfiyeleri veya iktidarı kızdıran öğretim elemanlarının şu veya bu şekilde cezalandırılması veya çeşitli haklardan mahrum bırakılması sadece gelişmekte olan ülkelere mahsus bir uygulama değildir. McCarthyciliğin Amerikan fikir âlemine bir kâ­bus gibi çöktüğü 1950’lerin başlarında Califomia Üniversitesi, bütün çalışanlarına komü­nizme karşı olduklarını belirten bir bağlılık yemini belgesi imzalamaları için baskı yapmış, imzalamayı reddeden birkaç profesörü işten atmıştır (Rokovsky, 1994: 169). Tarihçi Honard Ziım, 1972’de Boston Üniversitesi inin rektörünü Vietnam savaşı için gönüllü toplaması için deniz piyadelerini kampüse davet etmesi, ardından da bunu protesto edenleri tutuklatmak için polis çağırması nedeniyle kınayınca boy hedefi haline gelmiştir; maaşı düşük tutulmuş, Paris Üniversitesinden bir dönem hocalık için davet aldığında gitmesine izin verilmemiştir (Ziım. 1998: 86). Bunlara rağmen gelişmiş bir bilim camiasının olmadığı ülkelerle karşılaştı­rıldığında gelişmiş ve kendi içinde bütünleşmiş bir bilimsel çevrenin bulunduğu ülkelerde devletin veya siyasi iktidarın bilimi denetim altına alma ve müdahale etme çabaları geri püskürtülebilmektedir (Vergin 1999: 39).

Üniversite Eğitiminin Anlamı

Artan ve gittikçe karmaşıklaşan toplumsal işbölümünün bir sonucu olarak günümüzde uzmanlaşma son derece yaygınlaşmıştır. Bir insan belli bir konuda uzman olabilir ama bu onun başka alanlarda bilgi sahibi olması için bir engel teşkil etmemelidir. Uzmanlaşma insanın bir yönünü geliştirip, diğer yönlerini güdük bırakmaktadır (Schillernden aktaran Soykan. 199S: 157). “Hayvanın bütün aşağılığı şundadır: O bir uzmandır. Yaptığını iyi yapar, fakat başka bir şey yapamaz” (Bergson’dan aktaran Soykan, 199S: 158). Üniversitelerde uzmanlık eğiti­minin yanı sıra genel kültür eğitimi verilmesi yararlı olacaktır. Üniversite mezunu, bir takım kalıp bilgilerle her şeyi öğrendiği veya bildiği sanısı içindedir. Bu durum özellikle “iyi üni­versite” olarak bilinen kurumların mezunlarında ortaya çıkmaktadır. Günümüzde üniversite­de kültür öğretimi ve aktarımı neredeyse ikinci plana itilmiştir. Üniversite mezunu, eğitim fi­lozofu Gassefin deyişiyle, “her zamankinden daha bilgili ama her zamankinden daha kültür cahili doktor, mühendis ve avukattan ibaret yeni bir barbar tipini temsil etmektedir”. Fizik fikrine (fizik biliminin kendisine değil, yarattığı yaşamsal evren fikrine) tarih veya biyoloji fikrine yabancı olan kişi kültürlü sayılmaz (Gasset, 1998: 41). Yüksek matematik bilmek fi­zik bilimi yapmak için gereklidir ama insan olarak onıı anlamak için gerekli değildir. “Yük­sek öğretim her şeyden önce kültür öğretimidir. Üniversite öğretimi şu üç işlevden oluşmak­tadır: Kültür aktarımı, meslek eğitimi ve bilimsel araştırma ve yeni bilim adamlarının yetişti­rilmesi” (Gasset, 1998: 43). Zamanımızda üniversitenin meslek eğitimi işleri öne çıkmış olup, kültür aktarımı geri plana itilmiştir. Bu durum gelişmekte olan ülkelerde çok daha açıktır. Bir an evvel sanayileşme arzusu, sonuçlan ne olursa olsun, kalkınmacı bir düşüncenin benim­senmesi. üniversitelerin, meslek sahibi yapan yüksek okullar olarak algılanması sonucunu doğurmaktadır. Zaten toplumun da üniversiteden beklediği budur. Başka bir ifadeyle çocuk­larına iyi bir yaşam sağlamayı garantileyecek bir meslek sahibi yapması toplum tarafından üniversiteden beklenmektedir.

Akademisyenlerin iki kimliği vardır: Araştırmacı ve hoca. Genellikle bu ikisi arasında bir çatışma olduğu görüşü yaygındır. Yâni, iyi araştırmacı olan akademisyenlerin, öğrencilere bilgi aktarma hususunda istekli olmadıkları, bunu baştan savmak şeklinde algıladıkları veya asistanlarına bıraktıkları, buna karşılık eğitmenlik yönü ağır basan akademisyenlerin ise fazla araştırma ve yayın yapmadıkları genellikle belirtilir. 1945’den önce bazı araştırmacılar orta eğitim kurumlarında ders verirken, günümüzde araştırmacılar üniversite sisteminin ilk ya da alt kademesinde ders vermeyi olabildiğince azaltmaya çalışmakta hatta bazıları eğitim ya­pılmayan veya sadece lisans üstü çalışmaların yapıldığı kurumlarda çalışma eğilimine gir­mektedir (Gulbenkiyan Komisyonu. 1996: 71). Usluata öğretim elemanlarının araştırmaları­nın sonuçlarını öğrencileriyle sınıfta tartışmalarının, sınıfın “düşüncelerin denendiği bir or­tanı olarak algılandığında, öğretim-araştırma ikileminin ortadan kalkmasa bile azalacağını” belirtmektedir (1997: 49). Ancak bunun gerçekleşmesi bir dereceye kadar öğrencilerin de ni­telikli olmasına bağlıdır. Eğer öğrenciler belli bir düzeyde değillerse, derslerde entelektüel tartışma yapma imkânı azalmaktadır. Eğitimde nitelikten ziyade nicel olguya daha fazla vur­gu yapılmaktadır. Bunun odak noktası da kaç öğlencinin sistemden geçtiği ve hangi notları aldığıdır (Ritzer, 199S: 106). Örneğin. 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı, Toplam Kalite Yönetimi uygulamaları sonucunda fakültede geçer not olan 80 ve üstü not alanların oranının % 8‘den % 93’e çıktığını gururla belirtiyor (Star 11 Temmuz 1999). Nispeten kısa bir sürede başarı oranındaki bu olağanüstü artış, akla nitelikten taviz verilip, verilmediği so­rusunu getirmektedir.

Türkiye gibi ülkelerde mühendislik ve işletme bölümleri, sosyal bilimler ve kültürel di­siplinlerle karşılaştırıldığında ayrıcalıklı ve üstün bir konumda görülmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde yüksek öğretim işletmeciler, doktor, avukat gibi profesyoneller, yöneticiler ve teknik elemanlar (mühendisler) yetiştirme işleviyle sınırlı olup, faydacı bir yaklaşıma da­yanmaktadır. Her öğrencisine bir dizüstü bilgisayar verdiğini gururla ifade eden Sabancı Üniversitesi’nin bu tutumu aslında gelişmekte olan ülkelerde makinelere karşı duyulan hay­ranlığın sıradan bir göstergesidir. Burada makinelerin kendi başlarına bilgi üretebileceği zımni olarak varsayılmaktadır. Zaten üniversiteler kendilerini tanıtırken, çağdaş eğitim ver­diklerinin bir kanıtı olarak kuramlarındaki bilgisayar sayısındaki artışla övünmektedir. An­cak bilgisayarların sayısı tek başına fazla bir anlam ifade etmemektedir. Önemli olan bu ma­kineleri kullanan öğretim elemanların ne ürettiğidir ve öğrencilerine ne öğrettiğidir. Burada da nitelik ve nicelik sorunu karşımıza çıkmaktadır. Akademik terfilerde ve değerlendirmeler­de yayınların niteliğinden ziyade sayısına önem verilmektedir. Bol yayın içeren bir özgeçmiş az yayma nazaran makbul görünmektedir. İşe alma ya da terfi kararlarında uzun bir makale ve kitap listesiyle dolu bir özgeçmiş genellikle kısa liste içerenlere tercih edilir. Niceliğe ya­pılan bu vurgu öğretim elemanını yüksek kalitede olmayan kitaplar yayınlamaya, aynı fikri önemsiz değişikliklerle başka başlıklar altında yayınlamaya itmektedir (Ritzer. 199S: 109). Az ama nitelikli yayınları olan bir akademisyen reyting sisteminde iyi bir yerde olmayabilir. Tek bir çalışma için yıllarca harcamak yerine her yıl bir kitap çıkarmak bu nedenle daha mantıklı görünebilir,

Türkiye’de Üniversite ve Mensupları

Bir cumhuriyet aydını olan Türk akademisyeni, iktidarla sürekli olarak yakın ilişkiler kurma­ya çalışmıştır. İktidar onu halkı aydınlatma misyonuyla görevlendirmişti. Çünkü. 1960 dö­neminde Ankara Üniversitesi S.B.F dekanı olan Fehmi Yavuz’un, deyişiyle “geri kalmış ülke­lerde insanların kafasının içi kirlenmiştir” (yayın yılı belirtilmemiş, s.90). Üniversite, bu kir­liliği giderecek bir camia olarak görülmüştür. İktidara yakın olma sevdası akademisyenin, gündelik anlamıyla siyasetle çok fazla yakından ilgilenmesi sonucunu doğurmuştu. Tek parti döneminde Türk İnkılab Tarihi Enstitüsünde görevli bulunan ve aynı zamanda milletvekili olan dört profesörün (Mahmut Esat Bozkurî. Yusuf Kemal Tengirşek, Hikmet Bayta ve Recep Peker) kabul edilen bir yasa ile “bilim ile faal politika arasında” tercih yapmak durumunda kalınca, hepsinin de siyaseti seçmesi ilginçtir (Abadan-Unat, 1996: 144). Halbuki, üniversite­ler siyasi ve günlük olaylara kendilerini fazla kaptırmamalıdır. Sözgelimi, 1980 öncesinde her çeşit siyasal olay karşısında S.B.F. Profesörler Kurulu bildiri yayınlamayı adet haline ge­tirmişti. Bu tutum popülist (yani halkçı) davranan, “kendi siyasi çıkarlarını her şeyin ötesinde gören ve cahil halkı aldatan” siyasetçilere karşı kendilerini memleketin gerçek sahipleri ola­rak gören bir anlayışı temsil etmekteydi. Burada siyasetle ilgilenmeyen, ülkenin ve dünyanın önemli gündem maddelerine uzak kalan, kafasını kuma gömmüş devekuşu gibi olan bir aka­demisyen kimliğini savunduğumuz sonucuna yanılmamalıdır. Belirtmek istediğimiz, üniver­site. son derece kuramsal, uygulama imkânı olamayan kısaca bir yarar sağlamayan konularla da ilgilenebilmelidir. Akademisyen günün genel geçer moda konularıyla kendini sınırlı tut­mamalıdır.

Nur Vergin’e göre Türk akademisyenleri bir tanınma sorunu ile karşı karşıya bulunmak­tadır. Bunun en önemli nedeni “ona tanınma beratım verecek olan ve böyle bir beratı verme­de tek meşru makamı teşkil eden oluşmuş ve tanımlanmış bir bilim camiasının bulunmama­sıdır” (Vergin. 1999: 50). Böyle olunca, üniversite, hiyerarşisi yükselip, unvanları alıp, siya­sete atılmak veya piyasaya çıkmak tanınma arzusunu gerçekleştirmenin araçları olmaktadır. Siyasete atılmak, milletvekili seçilmek, bakan olmak pek çok akademisyenin gönlünde yatan aslandır. Öğretim elemanı olmanın sağlamadığı gücü, itibarı, siyaset sağlamaktadır. Son yıl­larda medyatik olmak da öğretim elemanları arasında moda haline gelmiştir. Binlik bir gaze­tede yazı yazmak, televizyonlarda, radyolarda programlar yapmak yaygınlık kazanmaktadır. Yerine göre iktisatçılar, tarihçiler ve yerbilimciler medyatik popülerlikte öne çıkmaktadır. 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nden soma neredeyse her medya grubunun jeologları ve je­ofizikçileri ortaya çıkmış, bu akademisyenlerden bazıları söz konusu popülerliği maddi ka­zanca çevirme konusunda son derece yetenekli olduklarını da göstermişlerdir.

Akademisyenler arasında “fastthinker”, yani “malumatfuruş ekran aydını” olmak, adeta imrenilen bir meziyet haline gelmektedir. Klişe düşünceler ve öneriler, her konuda hazır dü­şünceleri olan bu tip “aydınlar” tarafından öne sürülür. Medyatik bir kişilik kazanma arzusu birçok bilim insanını ayrıntıya yer veren bilimsel analizler yerine çok kısa cümlelere sığdırı­lan reçeteler sunmaya itmektedir (Abadan-Uııat, 1996: 191). Bu çok doğru ifadeleri söyleyen Abadan-Unat, Göç konusunda otuz yıl süre ile uğraştığını, “sayısız uluslararası toplantılara davet edilecek, üç yabancı dilde kitap ve kırkı aşan makaleler yayınlayacaktım” demeyi anı­larında ihmal etmemektedir (1996: 204). Yâni, medyatik anlamda olmasa bile, tanınma, aka­demisyenin en önemli arzularından biridir. Bu da, son derece doğal, insanî bir arzudur. Uzun yıllarını kendince önemli bir konuya harcayan birinin başkaları tarafından takdir edilmeyi beklemesi doğaldır. Ancak takdir edilecek çalışmalar ortaya koymuş olanlar, bazıları bunu görecek kadar yaşamasa da. eninde sonunda hak ettikleri ilgiye kavuşmaktadırlar. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye dönen ve kendisiyle röportaj yapmak isteyen basın mensuplarını nazik bir dille reddeden Şerif Mardin, “bilim adamının az konuşup, çok okuyan insan olduğunu, ama Türkiye’de bunun tersi olduğunu” söylerken acı bir gerçeğe parmak basmaktaydı.

Türk üniversite dünyasında öğretim elemanının işe alınmasında ve yükseltilmesinde bi­limsel kriterlerden ziyade ideolojik ve kişisel nedenlerin daha önemli olduğu yaygın kabul gören bir iddiadır. Batı’daki akademisyenler “publish ürperişti” ilkesini çok iyi bilmektedir­ler: yâni “ya yayın yaparsın, ya da yok olursun”. Ayrıca akademik hayatımızda, paradoksal olarak, kişi yükseldikçe tembellik hastalığı nüksetmektedir. Doçent veya Profesör olmayı sağlayacak çalışmalar yapıldıktan sonra devlet üniversitelerinde daimi kadroya atanmanın verdiği iş güvencesi bunun en önemli nedenleri arasındadır.

Her ülkede her üniversite aynı nitelikte değildir. Bazı üniversiteler, ilk kurulmanın sağla­dığı avantajlar, tarihsel olarak önemli mekânlarda kurulmaları gibi nedenlerle yeni kumlan üniversitelere göre “prestij” sahibi olarak görülmektedir. Ancak unutulmaması gereken itibar getiren bazı özellikler zamanla aynı kurumların yeni kuramlar karşısında geri kalmalarının nedenlerinden biri de olabilir. İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi uzun yıllar tek ve merkezde olmanın avantajlarından yararlanmış ama günümüzde yerlerini güçlü fınansal kaynaklara sahip olan Bilkent gibi kuramlara bırakmışlardır. Aynı şekilde yakın zamana kadar Türkiye’nin en seçkin üniversitesi olarak bilinen Boğaziçi, bugün yeni rakipleri karşısında zorlanmaktadır. Boğaziçi’nin araştırmaları “uluslararası perspektiften bakıldığında oldukça düşüktür” (CRE, 1999). Bunun en önemli nedenleri arasında “biz en iyisiyiz; bir numarayız” demenin tembelliğe ve atalete neden olma ihtimalinin yüksek olmasını belirtebiliriz.

Boğaziçi Üniversitesi, yabancı uzmanlara hazırlattığı bir raporda üniversitelerin farklı misyonları olduğunu belirterek, hepsinin aynı kurallara tabi olmaması gerektiğini savunmak­tadır (CRE. 1999). Aslında sözü edilen farklı misyona sahip olma durumu fiilen ortaya çık­maya başlamıştır. Türk Üniversite sisteminin bir ucunda devlete ve özel sektöre çok da nite­likli olmayan teknik eleman ve memur yetiştiren devler üniversiteleri, diğer ucunda da ağır­lıklı olarak özel sektörün orta ve üst düzey yönetici ihtiyacını karşılama amacına dönük “pragmatist-akılcı-seçkinci” eğitim yer almaktadır (Nalçaoğlu 1999: 84). Türkiye’de 1992’ye kadar 28 üniversite vardı. O tarihte alınan bir kararla Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde üniver­siteler kuruldu. İlk yıllarda büyük zorluklarla karşılaşan, prefabrik binalarda, barakalarda eği­tim yapan bu kurumlar günümüze kadar belli bir gelişme gösterebilmişlerdir. Özellikle İs­tanbul ve Ankara gibi merkezlerde bulunan akademisyenler gözünde “taşra” üniversiteleri birer “tabela” üniversitesidir. Bunlar, “üniversite adı taşıyan binalar” şeklinde küçümsenmektedir. Zamanında İzmir’de bile üniversite kurulurken İstanbul ve Ankara’da kümelenmiş öğretim elemanları buna tepki göstermişti. Aynı şekilde Eskişehir. Bursa, Erzurum ve Kayse­ri gibi şehirlerde kurulan üniversiteler de ilk yıllarında çok küçümsenmiştir. Bugün bu şehir­lerdeki üniversitelerin en azından bazı bölümleri. İstanbul ve Ankara’daki rakipleriyle nitelik açısından rekabet edebilmektedir. Türkiye’nin en eski üniversitesi olan İstanbul Üniversite­si’ne mensup öğretim elemanlarının 1994-1999 döneminde SSCI’da (sosyal bilim atıf indek­si) yer alan makale sayısı sadece ve sadece 22 iken, Van 100. Yıl Üniversitesi’niıı makale sayısı 9’dıır, Benzer şekilde Marmara Üniversitesi’nin 13, Gazi Üniversitesi’ııin 15, Dokuz Eylül Üniversitesi’nin 16 makalesi varken, Pamukkale Üniversitesi’nin 4, Kocaeli Üniversi­tesi’nin 2, Sakarya Üniversitesi’nin 2 makalesi yer almıştır. Bütün bu rakamlar, gerek imkân­lar gerekse öğretim elemanları sayısı bakımından, ‘43513″ üniversiteleri ile kıyaslanması mümkün olmayan bazı “büyük” üniversitelerin içler acısı durumunu gözler önüne sermekte­dir. 1992:de kumlan üniversitelerin de, en azından bazıları, büyük gelişme potansiyeline sa­hiptir. Ancak küçük şehirlerde kurulan üniversiteler bazen yerel güç odaklarının baskısına tâbi kalmakta, bu kurumlar bir bilimsel kurumdan ziyade yörenin eğitimli, eğitimsiz işsizle­rine iş bulma kapısı olarak görülmektedir. Bunun en önemli göstergelerinden biri de idari personel sayısındaki kabarıklıktır.

Bu noktada tartışmayı genel olmaktan çıkarıp, kendi çalışma alanımız olan sosyal bilim­lerin Türkiye’deki durumuna kısaca bir göz atalım. Uluslararası bilim atıf indeksinde Türki­ye. 19S0-1990 arasında 40-45. sıralarda iken 199S’de 25. sıraya yükselmiştir. SSCI. Sosyal Bilim Atıf İndeksi ve AHCI, Edebiyat ve Beşeri Bilimler Atıf İndeksi’nde Türkiye’den sıra­sıyla 184 ve 33 makale 1997 yılında girmiştir. Aynı SCI, Bilim Atıf İndeksi’ne ise 4 bin 410 makale Türkiye’den girmiştir. Temel ve mühendislik bilimlerinde Türkiye 27. sırada iken, sosyal bilimlerde 33. ve edebiyat alanında ise 35. sıradadır (YÖK, 1999). Görüldüğü gibi sosyal bilimciler temel ve mühendislik bilimleri ile uğraşanların arkasında kalmaktadır. Bu­nun nedenleri arasında kaynakların daha ziyade mühendislik ve temel bilimlere tahsis edil­mesi ve sosyal bilim alanında yabancı bir dilde çalışma yapmanın çok daha zor olmasını be­lirtebiliriz.

Türk sosyal biliminde aktarmacılık ve alıntı geleneği yaygındır. Bu bir bakıma belli bir dönem için kaçınılmazdır. Çünkü kuramsal bilgi üreten merkezler genellikle .ABD ve Avru­pa’da bulunmakta. Türkiye gibi ülkelerde sosyal bilimcinin yapmaya çalıştığı bunları öğre­nip, Türkiye’ye uyarlayabileceği görgül çalışmalar yapmaktan öteye geçmemektedir. Çalış­maların yayınlanması konusu ise ayrı bir sorun kaynağıdır. Türkiye’de dergicilik geleneği üniversite dışında gelişmiştir. Üniversite dergilerinin önemli bir bölümü sadece o kurumdaki­lerin çalışmalarına yer vermekte, adeta bir “kendin pişir, kendin ye” anlayışından öteye gi­deme inekte d ir. Çalışmaların sunulduğu önemli ortamlardan biri de kongrelerdir. Kongreler aynı veya benzer konular üzerinde çalışan akademisyenlerin bir araya gelmelerini, bilgi alış­verişini sağlayan ortamlardır. Son yıllarda bu konuda Türkiye’de olumlu gelişmeler yaşan­makta, protokol ve mülkî erkân kongrelerinden ciddi tartışmaların yapılabildiği bilimsel kongrelere doğru bir gidiş yaşanmaktadır.

Türkiye’de sosyal bilimler alanındaki akademisyenlerin yayınlanan kitaplarının önemli bir bölümü lisans öğrencileri için hazırlanan ders kitaplarıdır. Burada ders kitabı yazma işini küçümsediğimiz yargısı çıkarılmamalıdır. Eleştirmeye çalıştığımız, kitap yazmayı ders kitabı yazmak olarak algılayan anlayıştır. Bir de işin maddi boyutunu göz ardı etmemek gerekir. Sadece o konuyla ilgilenenlerin dikkatini çekip, birkaç yılda ancak birkaç yüz adet satabile­cek araştırmaya veya kurama dayalı kitap yazmaktan ziyade, sadece bağlı olduğu üniversite­de bir yılda 1000 tane satan, öğrencilerin almak zorunda bırakıldıkları ders kitabı yazmak daha kârlı bir iştir. Bir de, başka üniversitelerde şu veya bu şekilde “rahleyi tedrisiniz’den geçmiş meslektaşlarınız da aynı ders kitabını okuturlarsa maddi kazanç imkânı artmaktadır. Çok az sayrıda kişinin ilgi duyabileceği araştırmaları yayınlamak bazı ciddi yayınevleri ile üniversitelerin kendi yayınevlerinin yapabileceği iştir. Türkiye’de bu konuda bir zamanlar özellikle İstanbul ve Ankara Üniversiteleri güzel örnekler vermiştir.

Sosyal bilim alanında yayınlardaki ortak bir hastalık gereksiz yere bol kaynak kullanmak­tır. Başka bir deyişle bir yayını okuyup, onun içindeki kaynaklan kendi okumuş gibi kendi yayınında referans vermek de maalesef yaygındır. Sosyal bilimlerde. Ayşe Öncü’nün hoş ifa­desiyle. “bavul turizmi”, yâni yabancı dilde üç-beş kitap ve makale okuyup Türkçe “eser” verme ciddi biçimde eleştirilmelidir (1998: 50). Ayrıca bazı akademisyenlerin neredeyse her yıla bir hattâ iki kitap sığdırdıkları bir dönem yaşıyoruz. Örneğin, iktisat eğitimi almış bir akademisyen, iktisadın neredeyse bütün konulan ile ilgili ders kitapları yazabilmektedir.

Türk sosyal bilimcileri arasında, nedenlerine ilişkin bir tartışmaya girmeksizin, poziti­vizmin yakın zamanlara kadar önemli bir ağırlığı olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız bu hususu belirtirken bazılarının yaptığı gibi pozitivizmi bütün toplumsal kötülüklerin anası, devrini tamamlamış bir yaklaşım olarak görmediğimizi de ifade etmek istiyoruz. Vurgulamaya çalış­tığımız husus, pozitivizmden başka araştırma geleneklerinin, kuramsal yaklaşımların da sos­yal bilimciler tarafından kullanılmasının gerekli olduğudur. Türk sosyal biliminin duayenle­rinden sayılan Nenııin Abadan-Unat, anılarında başından geçen bazı üzücü olaylar nedeniyle eve “…uğursuzluk getirir gerekçesi ile kedi almak” istemediğinden bahsetmektedir (Abadan- Unat. 1996: 33). Ancak anılarının sonlarına doğru “rasyonel düşünce sistemini, sosyal bilim­lerin can noktasını oluşturan görgül araştırma yöntemini geçersiz saydığımız gün, mistisizm, batıl inançlar, hurafeler dünyasına düşmemiz mukadderdir. Bu açıdan…. pozitivizmden vaz­geçmeyi kabullenemem” şeklinde bir görüş beyan etmektedir (Abadan-Unat. 1996: 291). Po­zitivizmden vazgeçmeyi kabullenemeyen birisinin kedileri uğursuz sayması ilginçtir.

Henüz Ortalıkta Pek Görünmeyen Bir Sonuç:

“bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”

Akademik çalışmaların özerkliği, siyasî, toplumsal ve dinî gerekçelerle engellenmemelidir. Yüksek öğrenim sistemi “doğru soru sorabilen” bireyler yetiştirmeye odaklanmamalıdır (Bumin 1998: 235). Bu, belki ordu gibi disiplinin ve emirlere itaatin ön planda olduğu bir ku­rumda zorunlu olabilir, ki burada bile gerektiğinde “yanlış” soru sorabilen subay adaylarının olması, bir ordu için bazı durumlarda fayda getirebilir. Ancak aynı anlayışı üniversitelerden beklemek son derece sakıncalıdır. İnsan ailede, iş hayatında “yanlış” soru sorduğunda genel­likle olumsuz tepkilerle karşılaşmaktadır. Hiç değilse üniversitemle bu olmamalıdır. Üniver­site, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” düsturunun hayata geçirilmesi gereken, belki de tek kurumdur.

Kaynakça

Abadan-Unat, N. (1996). Kum Saatini İzlerken, İstanbul: İletişim.

Beyersclıen. A. (1985), Nazi Döneminde Bilim: 3. Reich ’da Üniversite (Çeviri: Haluk Tosun), İstanbul: Alan Yayıncılık.

Bourdieıı. P. (1988). Homo Academicus, Cambridge: Polity Press.

Bumin. K. (1998), Medrakronik. İstanbul: İletişim

CRE (1999). Institutional Revieir ofBL “’. www.boua.edu.tr/reports.

Gasset J.O.Y. (1998), Üniversitenin Misyonu (Çeviri: N. Gül Işık). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Göker. E, (1999), “Fikir Alemimizde Üniversite: YÖKsullarve Zenginler’. Mürekkep, sayı 12: S-52. Gulbeııkiyan Komisyonu, (1996). Sosyal Bilimleri Açın (Çevir.: Şirin Tekeli). İstanbul: Metis.

Keskin. F. (1998), “Foucauh”, Cogıto. sayı 14. Bahar.

Kılıçbay, M. A. (1999), “Hayalimdeki Üniversite”. Düşünen Siyaset. 1(3): 17-20.

Kula. O.N. (1999), “Aydınlanma Felsefesinde Üniversite Kavramı”, Düşünen Siyaset, 1(3): 43-55. Mazıcı, N. (1989). Türkiye’de Asken Darbeler ve Sini Rejime Etkileri. İstanbul: Gür Yayınları. Nalçaoğlu, H. (1999), “Türkiye’nin Yeni Üniversite Düzeni. Kriz ve Kalite” Doğu Batı. 2(7): 81-94. Öncü. A. (1998), “Sosyal Bilimlerde Yeni Meşruiyet Zemini Arayışları”. Sosyal Bilimleri Yeniden Dü­şünmek. Toplum ve Bilim Defter Dergileri Ortak Çalışma Grubu. İstanbul: Metis.

Ritzer. G. (199S). Toplumun McDonaldlaştırılması: Çağdaş Toplum Yaşamının Değişen Karakteri Üzerine Bir İnceleme (Çeviri: Şen Süer Kaya). İstanbul: Ayrıntı.

Rokovsky. H. (1994). Üniversite: Bir Dekan Anlatıyor (Çeviri: Süreyya Ersoy), Ankara: TÜBİTAK. Said, E. (1993), “Representations ofthe intellectual”. The Irıdependent, The Reith Lectures.

Soykan, Ö.N. (1998). Türkiye’den Felsefe Manzaraîarı-2, İstanbul: Küyerel Yayınları. Star, 11 Temmuz 1999.

Usluata. A. (1997), “Üniversitelerde Yaşanan İkilem”, [Bilim, Bilim Politikası ve Üniversiteler. İstan­bul: Bağlam Yayıncılık] içinde: 45-49.

Vergin, N. (1999), “Bilim Camiası ve Tanınma İsteği”, Doğu Batı, 2(7): 37-53.

Ya vaiz, F. Anılarım. Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, yaym yılı belirtilmemiş.

YÖK (1999), Türk Yüksek Öğretiminin Bugünkü Durumu, www.yok.gov.tr/rapor.

Zinn. H. (1998), “Soğuk Savaş Döneminde Tarih Siyaseti: Baskı ve Direniş”. [Soğuk Savaş ve Üniver­site (Çeviri: Musa Ceylan), İstanbul: Kızılelma] içinde: 65-98.

———————————————-

Kaynak:

YILDIRIM, Engin. “İktidar, üniversite ve aydınlar.” Bilgi (2), 2000/1: 1-11.



[i] Prof.Dr., Sakarya Üniversitesi, İktisadı ve İdari Bilimler Fakültesi. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümünde öğretim üyesidir. (Engin YILDIRIM, hâlén Anayasa Mahkemesi üyesi olarak görev yapmaktadır; 17.04.2017)

Yazar
Engin YILDIRIM

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen