İktisâdî Sorunlarımızın Kaynağı Üzerine Kısa Bir Mülâhaza

Karşılaştığı sorunları çözmede zaafa düşen toplumlar, bunalır ve kendisine -içinde bulunduğu durumu izah etmek için-savunma mekanizmaları geliştirmeye başlar. Bütün sorunların kaynağının “başkaları, dış güçler olduğunu” ya da “geçmişte yaşayan atalarımızın bu sorunları bize miras bıraktığını” düşünmek, en yaygın başvurulan yöntemler arasındadır.

Nitekim, son zamanlarda, muhtemelen çevremizde gelişen dış siyâsî olayların da etkisiyle, sosyal medyada Türkler ve Yahudiler karşılaştırması yapan -yazanı belirsiz- bir metin dolaşıp duruyor. Herhangi bir analize dayanmayan bir metnin böylesine yaygın bir hüsnükabul görmesi, son derece düşündürücü ve üzüntü verici.

Sözkonusu metinde, Yahûdilerin çalışkanlıkları, iş bilirlikleri, iktisâdî konulardaki başarıları göklere çıkarılıyor, ne kadar zekî insanlar oldukları abartılı bir şekilde anlatılıyor, sıra Türklere gelince, tabii tam aksi görüşler savunuluyor; iktisat ve ticâret bilmediğimizden, çalışmayı sevmediğimizden, bilime önem vermediğimizden bahsediliyor ve bu yargıları destekleyecek târihten örnek olaylar veriliyor.

Bâzı vatandaşlarımızın, sathî bir okumayla, içinde bulundukları sıkıntılı durumu açıklamaya çalışan bu metni onayladıkları ve herkes bilgilensin (!) düşüncesiyle, tekrar tekrar paylaşma yoluna gittikleri anlaşılıyor. Sorunları bu şekilde izah etmeye çalışma alışkanlığının Türk Toplumunda giderek yaygınlaştığı, taraftar bulduğu gözlemleniyor. Bu nedenle, konu hakkında kısa bir değerlendirme yapmayı uygun gördüm.

***

Sorunlarımız hakkında tartışma yapılırken analize ve bilgiye dayanmayan, olguların sonuçlarına bakarak hükümler çıkarmaya çalışan yaklaşımları doğru bulmuyorum. Bu tür çabaların, bizi daha iyi bir konuma taşımak yerine, yeni şeyler düşünmek/yapmak için ihtiyâcımız olan enerjiyi tüketmenin, bizi karamsarlığa sevketmenin dışında bir sonuç doğurmayacağı, inancındayım.

“Neden bu hâldeyiz” sorusunun kısa ve basit cevabı yok, olamaz da zâten. Bu soruya esaslı cevaplar üretmeye başladığımızda, muhtemelen toplum/ülke olarak, gelecek konusunda çok daha ümitvar olmamızı sağlayacak daha iyi konumlara yükselmiş olacağız.

Eğer, bir konuda sorunlarımız olduğunu düşünüyorsak, kaynağına inmeye çalışmamız gerekir.

Türk Milletinin son beş yüzyıldaki en büyük tâlihsizliklerinden birisi, Arap câhiliye dönemi âdetlerinin -İslâmî bir kılığa bürünerek- tekrar neşvünemâ bulması ve Türklerin, “Müslümanlık olduğu zannıyla” bu bedevî Müslümanlık yorumunu benimseyerek, Mâverâünnehir Okulu’nun geliştirdiği (özgürlükçü, akıl, bilim, ahlák, irâde, vicdan, şahsiyet, çalışma gibi değerlere önem veren) İslâm anlayışından giderek uzaklaşmaya başlamalarıdır.

Düşünün, hâlâ -Gazâlî döneminde geçerli olan, büyük ölçüde emek ve toprağa dayanan- “eski ekonomi” nin kurallarıyla, günümüzde çok başka faktörlere dayanan (bilgi, teknoloji, sermâye, teşebbüs vs.) “yeni ekonomi”ye “İslâmî(!)”   çözümler üretmeye çalışıyoruz. Mümkün mü? Değil tabii… Nitekim olmuyor… Bugün, en dindar geçinenlerimizden pek çoğu, savunduklarını ileri sürdükleri din anlayışla bağdaşmıyor olmasına karşın, kapitalist bir tavırla hareket ediyorlar. Ama, kapitalizmin rûhunu oluşturan protestanlığın -onaylamasak da- bir ahlâkı, dünyâ görüşü ve rûhu var. Meselâ, Protestan mezhebine mensup bir Hristiyan, “Kişi daha doğmadan, öldükten sonra cennete mi yoksa cehenneme mi gideceği konusunun Tanrı tarafından belirlendiğini; Tanrı’nın, cennetine alacağı kullarını bu dünyada da ödüllendireceğini; Bu dünyada başarılı ve güçlü olmanın, Tanrı’nın seçkin bir kulu olmanın işâreti olduğunu; Kişinin, Tanrının seçkin bir kulu mu, yoksa lânetlenmiş bir kulu mu olduğunu bilebilmesinin tek yolunun, bu dünyada başarılı ve güçlü olmaktan geçtiğini; Bu dünyada zayıf, güçsüz ve başarısız olanların, Tanrı tarafından cehenneme alınacak kullar olduğundan, bunlara yardım etmenin Tanrı’nın irâdesine karşı gelmek anlamına geleceğini” düşünür ve “çalışmayı, başarılı ve güçlü olmayı” dînî bir ibâdet olarak görür. O’nun inancına göre, “çok ve disiplinli çalışmak, tasarruf etmek, tasarruflarıyla yeniden yatırım yapmak; Kazancını artırmak için akılcı yöntemler kullanmak ve böylelikle sürekli daha zengin ve güçlü olmak” iyi bir mümin olmanın gereğidir. Bu anlayışın, Batılı sömürgeciliğin felsefî arka plânını oluşturduğu, sömürgeciliğe ve zayıfları ezen zâlim bir düzenin kurulmasına dînî bir meşruiyet sağladığı muhakkaktır. Nitekim, son beşyüz yılda, Batı, sözüedilen anlayışın da yardımıyla, her alanda muazzam bir gelişme kaydederken, bu durum bütün insanlığın daha mutlu ve huzurlu bir dünyada yaşayabilmesini sağlayamamış, aksine -Hristiyan âlemi de dâhil olmak üzere- insanlığın büyük acılar çekmesine yol açan -iki dünya savaşı da dâhil olmak üzere- büyük çıkar çatışmalarının yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Batı’nın gelişmesi, insanlığın daha mutlu, huzurlu ve müreffeh olmasını sağlayamamıştır.

Peki, din ve adâlet anlayışımızla bağdaşması kabil olmayan bu “zâlimâne” dünya görüşü karşısında, hangi çözümleri üretiyoruz? Karşılaştığımız sorunlara, kendi medeniyetimizin ilkeleri çerçevesinde çözümler üretmeye çalışmak yerine, tenkit ettiğimiz düşünce ve davranış biçimlerini aynen tatbik edip, sonra da bu durumu bir takım mâzeretlerin arkasına sığınarak (dârül harp, harp hiledir, devlet İslâm devleti değil, ızdırar hâli vs) izah etmeye çalıştığımızda, iyi bir mümin olduğumuzu düşünebilir miyiz? Böyle yaptığımız takdirde, bütün insanlığın barış, huzur, esenlik ve refah içinde yaşatılmasını esas alan, “halka hizmet etmeyi, Hakka hizmet etmek olarak gören” bir anlayışa mensup olduğumuzu ileri sürebilir miyiz?

Son beşyüz yılda, Batı her alanda muazzam bir gelişme kaydederken, medeniyetimizin neden durağanlaştığını; İnsanlığın yeni gelişmeler sonucu ortaya çıkan beklenti ve ihtiyaçlarını karşılayabilecek nitelikte çözümleri neden geliştiremediğini sorgulamadığımız ve -hiçbir mâzeretin arkasına sığınmadan- medeniyetimizin ilke ve değerlerinden hareketle, bütün insanlığın barış, huzur, esenlik ve refah içinde yaşatılmasını esas alan bir yeryüzü nizâmını nasıl kurabileceğimiz konusu üzerine zihin yormadığımız takdirde, nasıl iyi bir mümin olduğumuzu düşünebiliriz? Yaşadığımız sorunların gerçek sebeplerini araştırmak yerine, bu sorunların müsebbibi olarak atalarımızı ve/veyâ “başkalarını” itham etmek, sorunlarımızın sorumlusu olmadığımız düşüncesiyle, belki geçici bir süre için rahatlamamızı sağlayabilir. Ancak bu yöntem, yöntem sorunların giderek daha ağırlaşmasına ve gelecek nesillerin -tıpkı şu an bizim yaptığımız gibi-kendilerinden önceki nesilleri suçlamasına yol açmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Yapılacak şey, yaraya neşter vurmak ve önyargısız biçimde, öncelikle hastalığı teşhis etmek ve sonra da çözümler geliştirmeye çalışmaktır.

***

Bir ekonomi-politik tahlil denemesi

Onaltıncı yüzyıldan buyana, Türkiye’nin en büyük sorunlarından birisi, sermâye yetersizliğidir.

Buna karşılık, coğrâfî keşiflerin hemen sonrasın, yeni keşfedilen kıtalar nedeniyle Batı’nın yeni ve muazzam kaynaklara sâhip olma imkânını elde ettiği bu dönemde, Protestan Kalvin, “fâhiş fâiz haramdır, mâkûl fâiz mubahtır” şeklinde bir kural geliştirdi. Bu kuralı benimseyen Protestan Batılı toplumlar, kısa zamanda para ve sermâye piyasalarını kurdular ve başka faktörlerin de yardımıyla (sömürgecilik, bilimsel ilerleme vs.), hızla zenginleştiler. Bu ülkelerde, o günden buyana, ortalama kâr haddi, ortalama fâiz haddinin üzerindedir. Dolayısıyla, bir yatırımcı, kredi kullanarak yatırım yapabilir, kazandığı parayla kredi borcunu ödeyebilir, kalanını tasarruf eder ve yeniden yatırım yapar. Böylece, sürekli büyüme, zenginleşme eğilimindedir.

Bireylerin ve toplumların refah seviyelerinin sürekli/istikrarlı bir şekilde yükselebilmesi için, “tasarruf, yatırım, istihdam, üretim, ihracat, refah” döngüsünün kurulması gerekir.

Kalvin, yeni dönemin şartlarına göre kendi dînî inancının kurallarını yeniden yorumlamaya çalışırken, biz ne yaptık? Tıpkı Katolik kilisesi gibi, eski görüşlerimizi her ne pahasına olursa olsun, sürdürmeye çalıştık! Fâizi yasakladık. Bu konuda, yetersiz de olsa, ihtiyaç gören para vakıflarını kapattık. Bunun sonucunda, Devletin sınırlarının en ileri seviyeye çıktığı bir dönemde, ekonomi iflas etti. Mecburen, belli oranda fâize izin verildi. Ancak, sistem kurulamadığı için, Batı’nın aksine, o günden buyana, bizde fâiz oranları, yâni kredi mâliyetleri, hep ortalama kâr haddinin üzerinde oldu. Yâni, yatırım yapan, istisnâî durumlar dışında, hep zarar etti. Kâr edebilmesi için, ya teşvikli kredi yâhut başka destekler, koruma vs. gibi faktörlere ihtiyaç duyuldu. Bunun sonucunda, Batı’da, sanayileşme olgusu, modernleşme, ulus-devlet, demokratikleşme vb. ilkelere dayanan sürecin baş aktörü olurken ve bu dinamizm, Batılı toplumların her bakımdan sürekli gelişmelerini ve refah seviyelerinin yükselmesini temin ederken, bizde ise, iktisâdî olaylar karşısındaki bu ikircikli tutum, inanç dünyâmızın ilkeleriyle örtüşen, aynı zamanda da Türk Toplumunun sürdürülebilir bir refah seviyesine ulaşmasını mümkûn kılan bir toplum düzeni inşâ edilmesi çabasının akamete uğramasına sebebiyet veren en önemli sâiklerden birisi olmuştur. Bunun sonucunda, daha çok kazanmak için, çok çalışıp-çok üretmek yerine, devlete dayanmak, güç odaklarıyla yakın ilişki içinde olmak zaruret hâlini almıştır. Bu durumun, toplumun değişmesini ve dönüşmesini sağlayan, demokrasi, modernleşme, hukukun üstünlüğü, ulus-devletin tesisi ve güçlenmesi gibi konularda toplumun öncü güçleri arasında yer alan dinamik bir iş âleminin vücûda gelebilmesi yerine, aksine, “devlete bağımlı” bir iş dünyasının oluşmasına neden olduğu görülmektedir. Teknoloji üret(e)meyen, sürekli sermaye yetersizliğinden muzdarip, verimliliği düşük, dolayısıyla dünyaya açılma ve küresel alanda rekabet imkânı düşük, bu nedenlerle de sürekli devletle iyi geçinme, iktidarın kanatları altında bulunma ihtiyacı hisseden bir özel sektör…

Meselâ, şu an, ihracâtın ithalâta bağımlılık yüzdesi, % 70 seviyesinde. Ara malı konusunda, ithalâta bağımlıyız. Markalı ürün üretemiyoruz. İşgücünün verimliliği düşük… Bu şartlarda, dövizi bıraksak, mâliyetler artıyor. Kurları tutsak, fiyatlarımız pahalı hâle geldiği için ihracat yapamıyoruz. Kezâ, iş gücünün yarısından çoğu, asgari ücretle çalışıyor. Emek yoğun sektörlerde üretim yaptığımız için, ücretlere zam yaptığımızda, mâliyetler artıyor, ihracatta rekabet edemiyoruz. Ücretleri düşük tuttuğumuzda, “derin yoksullaşma” süreci ülkeyi her bakımdan bir sarmal şeklinde, ülkeyi krize sürüklüyor. “Biri yer, biri bakar; Kıyâmet ondan kopar!” sözü, son derece hikmetli ve çok önemli felsefî arka plânı olan bir atasözümüzdür. Gelir dağılımının bozuk olduğu, toplumun yeterli ve istikrarlı bir iktisâdî büyüme gerçekleştirmeyi başaramadığı ülkelerde, bireysel ve toplumsal ahlâk, kaçınılmaz olarak aşınmaya başlar. Çünkü, böyle bir ortamda, ahlâklı olmak, hakkına râzı olmak, daha az ile yetinmek anlamına gelir. Çok kazanmak için, başkalarının hakkına el uzatmak, kurnazlık sayılır. Akıllı olmakla kurnaz olmak arasında çok belirgin bir farklılık vardır. Akıl, iyi ve ahlâkî bir sonuç elde etmeyi hedeflerken, kurnazlık için “ahlâklı olmak” bir amaç değildir, önemli olan tek şey, hedefine ulaşmaktır, ahlâka mugayir yöntemlerle olsa dahi.

Vakıa, 15. yüzyıl sonlarından itibâren, coğrâfî keşifler nedeniyle, uluslararası ticâretin hızla denizlere kayması ve geleneksel ticâret güzergâhlarının üzerinde bulunan şehirlerin aynı hızla sönükleşmesi sonucunda, zincirleme olarak ortaya çıkan pek çok sebebe bağlı olarak, Türk Toplumu, yeterli ve istikrarlı bir iktisâdî büyümeyi temin edemiyor. Gelir artışının yetersiz kalması, bir yanda, insanları “bulduğu ile yetinmeye” râzı etmeyi amaçlayan dînî yorumların önem kazanmasına uygun zemin hazırlarken, öte yandan “daha çok kazanma” arzusunun meşrû-ahlâkî yollarla tatmin edilmesi imkânı olmadığından, bu düşüncede olan insanlarımızı “rant yoluyla kazanç elde etme” anlayışına sevketmektedir.

Din-birey-toplum ilişkisi tek yönlü bir ilişki değildir. Din, vâzettiği kurallar yoluyla bireye-topluma etki ederken, birey ve toplum da, dînin ilke ve kurallarının yorumlanması yoluyla, din kurumuna etki etmektedir. Farklı anlayışların, yorum tarzlarının, mezheplerin oluşmasındaki ana nedenlerden birisi budur. Emek ve toprağa dayalı geleneksel iktisâdî yapıda “iktisâdî gelişme, refah” imkânları kısıtlı olduğundan, ortaçağ ve öncesinde, bütün toplumlarda, ister felsefî ve isterse de semâvî olsun, bütün din ve ahlâk anlayışları, “sıkıntılar karşısında sabretmeyi, haksızlıklar karşısında isyân yoluna gitmemeyi” erdemli bir davranış olarak yorumlamış ve müntesiplerine “sabırlı olmalarını, şükretmelerini” tavsiye etmiştir. Özellikle sanayi devriminden sonra, üretimde emeğin yerini makinenin alması, standart ve çok üretim imkânının ortaya çıkması, “hammadde, sermâye, bilgi ve teknoloji, Pazar” gibi sorunların yeniden yorumlanmasını gerektirmiştir. Batı, “güçlü ve başarılı olmayı, bu amaçla disiplinli ve çok çalışmayı, tasarruf etmeyi ve yatırım yapmayı” dînî bir emir olarak algılayan Protestan toplumların öncülüğünde, bilimsel gelişmelerin ve sömürgeciliğin de yardımıyla, her alanda hızlı bir gelişme kaydederken, bütün bu gelişmeleri yok farzeden, yeni dönemi eski kurallara göre yaşamaya çalışan bir anlayışın başarılı olma şansı bulunmamaktadır. Nitekim, bu yeni duruma uygun bir “dünyâ düzeni” anlayışı inşâ etmekte başarısız olan “Batı dışındaki” dünyâ, beş asır boyunca Batı karşısında gerilemekten kendisini kurtaramamıştır. Son zamanlarda, özellikle Doğu Asya’da, Batı’nın yöntemlerini kullanarak, Batı karşısında bir varlık ortaya koyma girişimlerinin arttığını ve bu durumun, Batı’nın dünyâ ekonomisindeki payının hızla azalmasında etkili olduğunu, müşahede etmekteyiz. Bu gelişimin sonucunda, siyâsî ve iktisâdî bakımından, dünyânın güç merkezi Batı ile Doğu arasında yer değiştirebilir. Bu değişim sırasında, küresel boyutta çatışmaların yaşanılması da, muhtemelen kaçınılmaz hâle gelecektir. Ancak, bu gelişmelerin hiç birisi, insanlığın mevcut sorunlarına çözüm üretebilmesini, daha huzurlu ve mutlu bir dünyânın tesis edilmesini sağlayacak nitelikte değildir. Muhtemelen, yalnızca aktörler değişecek, Batı’nın yöntemlerini kullanma becerisini gösteren Doğulu aktörler, Batılı sömürgecilerin yerine kendilerinin geçmesini ve dolayısıyla da zayıf toplumların/insanların sömürülmesini meşrû kılacak düşünsel gerekçeleri muhtemelen üreteceklerdir. Meşruiyetini sağlayacak felsefî arka plânı tanzim edemeyen hiçbir girişimin uzun süreli başarı sağlayabilmesi kabil değildir.

Peki, bu durumda, Müslüman toplumların tavrı ne olacaktır? Müslüman toplumlarda, selefî görüşleri benimseyen siyâsî hareketlerin giderek güçlendiğini görüyoruz. “Asr-ı saadete” derin bir özlem duyan, sonrasında yapılan her şeyi bidat olarak kabûl eden, günümüz toplumlarının karşı karşıya bulunduğu sorunlar hakkında herhangi bir çözüm önerisi geliştirme gayretinde olmayan;  felsefeyi, düşünmeyi, sorgulamayı, yönetimin eleştirilmesini ve yönetenlerin hesap vermesini “fitne, İslâm karşıtlığı” olarak yorumlayan, bu nedenle de bir anlamda “yönetenlerin hukukunun geçerli olduğu, yönetilenlerin yönetenlere biat ettiği”  bir düzen tesisi çabasında olan bu kesimlerin güçlenmesi, ya Müslüman toplumların Ortaçağlaşması sonucunu doğuracak ve/veyâ “toplumun bütün zenginliklerinin küçük bir yönetici azınlık tarafından paylaşıldığı, toplumun geri kalanının, kendilerine bahşedilenlerle yetinmek zorunda kalındığı, üstelik bu adâletsiz yapının “dînîn bir emri gibi takdim edildiği” sömürgen bir toplum düzeninin inşâsı” sonucunu doğuracaktır. Bu durumun, ana fikri “insanın yalnızca Allah’a itaat etmesi, O’ndan başka bir güç tanımaması, nimetlerin ve külfetlerin hakkaniyetle paylaşılması gerektiği” şeklinde özetlenebilecek İslâm düşüncesiyle bağdaşır bir yanı olmadığı, her türlü izahtan varestedir. Görünüşteki şeklî/katı dindarlaşma, muhtemelen “İslam düşüncesinin ruhuyla bağdaşmayan, İslâm’ın özüne apaçık aykırı olan” bu gidişin Müslümanlar tarafından anlaşılabilmesini güçleştiren bir faktör işlevi görecektir.

Hülâsa, Türk İktisâdı Dünyâ Görüşünün sorunları, pek çok insanımızın zannettiğinden çok daha derinlerdedir. Liyakati, çalışmayı, kaliteli üretimi ödüllendiren bir devlet-toplum düzeni kurmamız gerekiyor. Çok çalışmanın, üretmenin, istihdam yaratmanın, ülkenin ve toplumun zenginliğine/refahına katkıda bulunmanın, iyi vatandaş ve iyi mümin olmanın göstergelerinden birisi olduğuna inanan, bu amaç doğrultusunda çalışmayı ibâdet bilen insanlar olmalıyız. “Yaradılana saygı, yaradana saygının tezahürüdür” düşüncesini yeniden kendimize düstur edinmeliyiz. “İyiliği yeryüzünde hâkîm kılmak, kötülüğün yeryüzünden kaldırılmasını sağlamak” için çalışmanın, inanan insanların en önemli ödevi olduğu gerçeğini yeniden hatırlamalı ve bu düşünceyi şiâr edinmeli, “asıl amacı, müminlerin yaradılış gâyelerinden uzaklaşmamasını sağlamak olan” bireysel ibâdetler yoluyla kendimize cennetten bir köşe edinebileceğimiz yanılgısından kurtulmalıyız.

Medeniyetimizin paylaşmayı, yardımlaşmayı, adâleti, çalışanın hakkının alınteri kurumadan verilmesini esas alan ilke ve değerlerinin, günümüz dünyasının ve öngörülebilir geleceğin kaynak, ihtiyaç ve sorunlarıyla bağdaşır nitelikte çözümler üretilmesine imkân verecek şekilde yeniden yorumlanması, öncelikli vazifelerimizden birisidir. Bu esnâda, sorunlarımızı anlamamızı engelleyen basmakalıp, analize dayanmayan, çileli bir sorgulamanın mahsulü olmayan “öğrenilmiş/öğretilmiş çâresizlik” olarak yorumlayabileceğimiz basmakalıp düşüncelerden uzak durulması, büyük önem taşıyor.

Yazar
Mustafa TEZEL

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü'nden mezun olan Mustafa TEZEL, yüksek lisansını Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye Bölümünde yapmıştır. Çalışma hayatına bir kamu bankasında müfettiş yard... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen