Muhabbetin sonu aşkın başlangıcıdır. Muhabbet kalp için, aşk ise ruh içindir. Sır, sevgilileri bir yere toplar. Himmet ise cem’ eseridir.
Aşk, iki şıkta mütâlaa ediliyor: Aşk-ı mecâzi, Aşk-ı hakîki, ikinci şıkka aşk-ı lâhûtî, aşk-ı ilâhî ve aşk-ı mânevî de denilir.
Aşk-ı mecâzi: Fâni şeylere olan, nefs ve şehvet arzûsuna dayanan sevgidir. Burada bahse konu olan aşk bu birinci şık değildir. Ancak derler ki, insan aşk-ı hakîkiye ulaşmak için, aşk-ı mecâziden geçermiş. Meselâ kâmil bir zâtın, Allah Teâlâ’ya olan şiddetli muhabbetinden önce fâni, dünyevî şeylere olan meyli gibi.
Aşkı mecâziye bir misal verirsek: Kays; yani halkın tanıdığı ismiyle Mecnûn, Leylâ’ya âşık olmuştu, bilâhare bu tutku onu ilâhi aşka ulaştırdı. Benliğinden geçti, Leylâ’yı tanımadı. Sordular, sen kimsin? Cevap, O. Leyla kim? O. Nereye gidiyorsun? O.
Hep O, O, O.
Leyla Leyla derken Mevlâ’yı bulmuştu Mecnûn. O’ndan başka hiç bir düşüncesi, kaygusu, endişesi yoktu. İşte, dünyâdan da ukbâdan da geçer denmesinin nedeni budur. O’ndan başka herşey yok olur âşıkın nazarında. Muhterem hanımlar, toprağa, yok olmaya mahkûm, mevhûm bir güzelliğe takılıp kalmaz göz ve gönül. O güzelliğin Hâlık’ına teveccüh edecek, gönül “Ahsen-ü’l Hâlık’înden başkasıyla meşgul olmayacak ki, lâhûti muhabbet tahakkuk etsin, şu dünyâ da cennet hâline gelsin! Fuzûlî şöyle terennüm eder:
“Ben, ben değilem, ben dediğim Sen’sin hep
Cânım dediğim, ten dediğim Sen’sin hep”
ve sorar:
“Ger ben, ben isem nesin sen ey yâr
Ger sen, sen isen neyim men men-i zâr?”
Ayrılıktan paramparça olmuş sîneler, ayrılık derdini şerh edebilirler. Tatmayan bilmez. Hz. Muhyiddîn Arabî’ye (k.s) sormuşlar, aşkı: “Sevginin ifrâtıdır” demiş. Mevlânâ (k.s) ise aynı soruya kendisini örnek göstermiş “Benim gibi olursanız bilirsiniz.” Aşk hâlinde iştiyak olmazsa mü’minde ne mârifetullahtan ve ne de muhabbetullah’tan söz etmek mümkün olur.
Aşk-ı Hakîkiye de Mansûr’u (k.s) misâl alalım: Hakk’a olan muhabbeti nihâî dereceye ulaşınca kendisini yok hükmünde kılan Mansûr (k.s) “Lâ ilâhe illallah” demeyi o kadar çoğaltmıştı ki, artık gönülden hicap kalkmış, aşkullah yer etmiş, Allah Teâlâ ile ünsiyet kurmuştur. Kendini, adını, dünyayı, çevresindeki her şeyi unutmuştu Mansûr (k.s). Kim olduğu sorulunca kendisine, şu cevabı verdi: “Ben fânî oldum, Hak bâki kaldı ancak” mânâsına gelen “Ene’l Hak” demişti ki, bu durum kulluk makâmının sonudur. Mansûr bu sözü sekr veya fenâfillah hâlinde söylemişti. Sahv hâline dönünce kendisine bildirildi, şöyle şöyle dediniz. Bilmiyorum diye cevap verdi. Gerçekten de bilemezdi, fenâ veya sekr hâlinde idi. Aslında bu sözü söyleyen o değil, Hak (c.c) idi. Yine de onu şehid ettiler. Deniliyor ki, toprağa damlayan kanları, “Enel Hak” yazmış. Nâdir de olsa, sâlikde böyle haller olabilir. Zikrullâhın fazlalaşması ile insandan beşeriyet sıfatı gidip, yerini aşkullah aldığı zaman, insan kendisini ve çevresindeki her şeyi unutabilir. Ne sorulsa mahbûbun adını söyleyiverir.
“Ete kemiğe büründüm Yûnus diye göründüm” diyen Yûnus Emre Hazretleri neyi terennüm ediyor? Aynı şeyi söylemiyor mu? Beşeriyetten, ten libâsından soyunmuş oluyor o. Şöyle bir ifâde vardır. Zikrullah ile (yâni çok çok zikir ile) insan cesedi nûrâniyete kalbolur. Artık o kişi Ahmed, Mehmed, Ayşe, Fatma v.s. değildir. Âyet-i kerîme vardır: “Attığın zaman sen atmadın. Lâkin Allah attı.” İşte söyleyen de atan da O’dur, dilinden perde etmiştir âşık-ı sâdıkları.
Aşk, atamız Hz. Âdem’den (a.s) bize mîras kalmıştır. Aşk, âşıklar için Nûh’un (a.s) gemisi gibi kurtarıcıdır. Aşkın hayreti, bakan gözüdür. Aklı aşka kurbân edenin er geç mâşûkun vechine hayran kalacağı muhakkaktır.
Tasavvuf tarihimiz Hakk âşıkları ile, ehl-i gönülün olağanüstü halleri ile doludur. Bu ışık şahsiyetlerden hangisinin yaşam öyküsüne bakarsak bakalım, olağanüstü evsaf hemen karşımıza çıkar. Bâzan birbirinin aynı veya mütemmimi, bâzan da tamamen farklı durumlar arzederler. Bu hal de zevkin ve derecelerin farklılığından kaynaklansa gerektir. İşte bu zevâtı kiramdan birisi olan Gülşenî Tarikatı meşâyıhı Hz. Hasan Sezâyi-i Gülşeni (k.s) bir gazelinde şöyle terennüm eder Dosta iştiyâkı:
Düşürdüm gönlümü aşka, bana bilmem ne hâl oldu
Neye baktımsa ol yüzden tecellî-i Cemâl oldu.
Dost aşkıyla yanan, halden hâle geçen Hz. Sezâyi (k.s) nereye teveccüh etse Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl tecellîsine mazhar olduğunu;
“Nereye dönerseniz dönün, Hak Teâlâ’nın zâtı oradadır” ve “Ey insanlar! Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir” âyet-i kerîmelerinin mânâyı münîfine muttali olduğuna açıkça işaret ediyor. Cemâl tecellîsinin mazharı olduğunu anlatıyor. Allâh’u zü’l Cemâl ve’l Kemâl Hazretleri, kelâm-ı kadîminde yeryüzünde bulunan herşeyi, insanın emrine musahhar kıldığını bildiriyor. Şehinşâhı ulemâ diye anılan Abdullah İbn. Mübârek (k.s) de aşk-ı hakîkiye ulaşanlardandır. Hâlden hâle geçmiş, makamdan makâma yürümüştür. Bir gün evde uyurken annesi yanına gelmişti, gördüğü manzara şu idi: Bir yılan, bir nergis dalını ağzında tutmuş, Abdullâh’ın (k.s) sineklerini kovalıyor. Demek ki, seven, sevmesini bilen seviliyor ve makro âlem, mikro âlem istisnasız emre âmâde oluyor. Bugün yok mu bu âşıklar? Elbette var, ancak, onlar birbirlerini tanıyorlar yada denildiği gibi, varlar amma pek gizliler, Allâh’ın inâyeti ile halkın nazarından kendilerini gizlerler, bu durum da li hikmetindir, ehline mâlûmdur.
Şöyle bir soru sorulabilir. Bu işin sonu nedir? Cevâbı şudur: Bu işin sonu baş tarafa dönmektir. Bu da yüreğe (fuada) irâde, kalbe (gönüle) sevgi, rûha aşk, sırra vuslat, himmete tasarruf, sıfata saflık, zatta fenâ ve O’nunla bekâ hâlini meydana getirir.
Derler ki; Aşkın güneşi kalbe doğunca akıl, bir gölge gibi kaybolur gidermiş. Çünkü akıl ile mantık ile ilgisi yoktur bunun. Küllî aklın bir cüz’ü olan insan aklı, ilâhî aşkın varlığına hayrandır. İlâhî aşk, yokluk denizidir, akıl onda kırık ayaklıdır. Hakîkat şarabı aşktır. Âşık sonsuzlukta müşâhedeye dalmış, âkil ise üzümde şarabı görmüştür. Evet âşık ölmeden evvel ölmüş ve sonsuz aşkıyla ebedî hayatı bulmuştur. İşte onlardan sâdece biridir Yunus.
“Dosttan haber kim getirdi sorun seher yellerine
Hak çalabım bitirmesin ayrılığın kullarına
Kevser havzına dalanlar ölmezden öndin ölenler
Nefsini düşman bilenler konar tûbâ dallarına.”