İlk Müslüman Türklerde Düşünce ve Bilim

 

Prof. Dr. Alparslan AÇIKGENÇ

Din değiştirme bir kimsenin hayata bakış açısını ve âlem anlayışını tamamen değiştiren bir olgudur. İnsanın hayata bakış açısını, âlem anlayışını, bizzat kendi algılayışını içeren ve ne düşünürse düşünsün bunları içinde değerlendirdiği zihinsel bütünlük, onun dünya görüşünü oluşturur[1]. Dünya görüşü bu açıdan günlük davranışlarımızın da zihinsel alt yapısını oluşturur. Dünya görüşünün asıl önemini, onun sadece günlük davranışlarımızın zihinsel alt yapısını oluşturmasında değil, aynı zamanda ilmî ve fikrî faaliyetlerimizin de kavramsal ortamını teşkil ettiğinde ifade edebiliriz. Bu demektir ki her dünya görüşü, bilimsel faaliyetlerin etkin ve anlamlı bir şekilde sürdürülebilmesi için gerekli kavram yapısına sahip değildir; diğer bir ifadeyle her dünya görüşü bilimsel faaliyet yapmaya müsait değildir. Bu yüzdendir ki tarih içerisinde sadece bazı insan topluluklarında bilim denen insan olgusunu görmekteyiz.

Fakat burada bilim ile bilgi faaliyetlerini ayırt etmeliyiz. Her ne ihtiyaçla olursa olsun insanlık tarihinde hemen her toplumda çeşitli bilgi elde etme faaliyetleri elbetteki vardır. Ancak bu tür faaliyetler bilimi sonuç vermemiş olabilir. Mesela eski Mısır ve Mezopotamya’daki çeşitli hesaplama faaliyetlerini matematik olarak adlandıramayız; veya çeşitli gök cisimleri hakkında verilen bilgilerin tümüne astronomi bilimi diyemeyiz[2]. Bugün onlara eski Mısır’da matematik veya astronomi faaliyetleri diye isim veriyoruz, ancak o gün onlar bunlara bilim olarak matematik veya astronomi demiyorlardı. Bu yüzden bunlar matematik ve astronomi ile ilgili buluşları olsa bile bilim olamazlar. Çok dikkatle incelediğimiz zaman herhangi bir bilgi edinme faaliyeti; ancak sınırları tanımlanmış belli bir konunun, çeşitli nazariye birikimleri ile belli yöntemler dâhilinde incelenmesi ile oluşan bilgi birikiminin düzenlenmesine ad verilince ‘bilim’ konumuna ulaşır. Bu durumda çeşitli bilgi faaliyetlerinin bilim olarak adlandırılabilmeleri için geçmeleri gereken bir bilimsel süreç vardır. İlk Müslüman Türklerde düşünce ve bilim tarihi de bu süreç içerisinde ele alınmalıdır. Aksi takdirde bilim olarak tanımlanmayan birçok bilgi edinme faaliyetleri de bilim olarak bu tarih içerisinde yanlış olarak değerlendirilebilir.

Teknolojiyi de geleneksel araç ve gereç üretimi olarak anlamayıp bilimin gelişmesiyle şekillenen insan, toplum ve çevre ilişkisini gündeme getiren daha kavramsal üretim uğraşları olarak algılarsak modern teknolojinin büyük ölçüde bilimle hayattar bir ilişki içinde olduğu görülür. Bu durumda teknoloji tarihini de bilimsel süreçten bağımsız bir şekilde sadece geleneksel araç-gereç üretim biçimleri olarak ele alabiliriz. Hâlbuki bu anlamda teknoloji günümüzde artık böyle algılanmamaktadır. Eğer bu kelimeyi aslındaki atomik kelimelerine ayrıştırırsak tekne-logos anlamında ‘teknoloji’ tam olarak ‘tekniğin bilimi’dir. Yani diğer bir açıdan teknolojiyi ‘âlet üretiminin bilimi’ olarak anlayabiliriz. Böylece günümüz açısından teknoloji tarihinin de bilimsel süreçten ayrı ele alınamayacağı anlaşılmaktadır. O halde burada sunacağımız konuyu bilimsel süreç içerisinde ele alıp kronolojik tarihi içerisinde Türklerin İslamiyet’e girmelerinden sonra bu medeniyet içerisindeki düşünce, bilim ve teknolojiye yaptıkları katkıları sunmaya çalışacağız. Burada sunacağımız bilimsel süreç bizim bilim tarihi anlayışımız olarak nazarî çerçevemizi oluşturacaktır.

 

I.  Nazarî Çerçeve 

Nazarî çerçevemizi çizmeden önce neden tarih için bir çerçeveye ihtiyacımız olduğunu ve başka hangi yaklaşımlarla çerçeve çizilebileceğini çok kısa olarak belirtmemiz yerinde olacaktır. Önce şunu belirtelim ki ‘çerçeve’ derken herhangi bir nesneye veya konuya bakış açısını kastediyoruz. Ancak çerçevenin bakış açısından farkı onun kavramsal olarak daha belirgin bir şekilde tanımlanması ve özellikle soyut konularda bakış açısı (perspektif) görevi üstlenmesidir. Bu açıdan bakınca ister bir milletin ister bir olayın tarihi olsun belli bir şeyi hakikatine uygun olarak tasvir etme ancak tarih olabilir. Bu haliyle tarih, resimle bir manzarayı tasvir etmeye benzer. Ressam, gördüğünü bir çerçeve içerisinde tasvir edebilir; ve bu çerçevesini hem tuvalinde, hem de tasvire çalıştığı tabiatta çizer. Bunun gibi tarihçi de elde ettiği bilgileri bir çerçeve içerisinde takdim etmek zorundadır. Aksi halde anlattıklarından hiçbir şey anlaşılmaz. Bunu tarihçi, ressam gibi, hem tarihte ve hem de anlattığı kavramlarda yapmalıdır. Onun tarihte çizeceği çerçeve tarihin sınırlarını veren belli yıllar, asırlar, devirler, dönemler ve olaylar olabilir. Bunlar içerisinde burada sunacağımız ilk Müslüman Türk düşünce ve bilim tarihi için çerçevemiz Türklerin münferiden Müslüman olmaya başladığı aşağı yukarı 750’lerden başlayıp neredeyse 1100’lere kadar bir dünya gücü haline geldikleri Büyük Selçuklu Devleti’nin (1040-1157) sonlarına kadar olan kısmı bizim zamansal çerçevemizi oluşturacaktır. Dolayısıyla burada sunacağımız tarihin zamansal çerçevesi yaklaşık 750-1100 yılları arasıdır.

Kavramlar açısından çizeceğimiz çerçevemiz ise çok daha soyut ve zihinsel bir çaba isteyen çalışma olduğundan bunu oluşturmak için birtakım bilgisel ve bilimsel gereçlere ihtiyacımız vardır. Bilgisel gereç, aklımızın çalışma şekli olan bilgi elde ediş yollarıdır. Bilimsel gereç ise bilim kavramının bizzat kendisi ve bununla ilgili yöntem, nazariye ve bilimsel şuur gibi kavramlardır. Bu durumda epistemolojik olarak bilim kavramını dikkate alıp bilimsel faaliyetlerin bir toplumda nasıl ortaya çıktığını sunmamız gerekir. Şimdi bu gereçleri kullanarak nazarî çerçevemizi çizmek için gerekli felsefi temeli kısaca oluşturmaya çalışacağız.

Herhangi bir toplumda bilgi edinme faaliyetleri o toplumda hâkim olan dünya görüşü çerçevesinde seçilen belli sorunlar etrafında yeterince bir süre devam ederse geniş bir bilgi birikimi ve bunun etrafında kümeleşen bilgi erbâbı oluşmaya başlar. Bu toplumdaki hâkim dünya görüşü de bilgi birikimi ile şekillenir ve içindeki bilgi yapısı, doktriner bir yapı halinde kavramlar yumağı oluşturursa toplumdaki bilgi erbâbı, oluşan mevcut bilgi birikimini dağınıklıktan kurtarma ve sınıflandırma çabasına girecektir. Bu çaba sayesinde oluşan bilgiler konularına göre sınıflandırılacak ve her konunun kendine has bir çalışma yöntemi belirlenecektir. Böylece kullanılan kelimelerden bazıları daha teknik anlamda kullanılmaya başlanacak ve yavaş yavaş ıstılah oluşacaktır. Ulaşılan bu safhada artık dağınık halde tek tek konular rastgele incelenmeyecek aksine her konu belli bir yöntem ve bu yöntemle oluşturulan nazariye ve bilgi birikimi çerçevesinde düzenli ele alınacaktır; yani sorunlar daha disipliner bir yaklaşımla incelenecektir. Şayet bu süreç o toplumda devam ederse; belli bir zaman sonra, sınıflandırılan konular etrafında oluşan bilgi birikiminin belli bir bütünlük içinde incelenebileceğini ve bu bütünlüğün bir adlandırılabileceğinin farkına varan bilgi erbâbı kişi veya kişiler ortaya çıkar. Bu bilgi erbâbı, aynı zamanda adlandırılan bilgi bütünlüğündeki nazariyelerin, bilgisel bulguların ve yöntemin bu bütünlük içinde kavramsal bir ifadeye dökülebileceğinin de farkına varırlar. Böylece belli bir konu etrafında tanımlanan ve bütünleştirilen nazariye, yöntem ve bilgi birikimini adlandırarak verilen ad etrafında bir bilim oluşur. Burada özetlemeye çalıştığımız bilimsel süreçte bir kaç noktayı ayrıntılı ele almalıyız[3].

İlk önce bu süreçteki devamlılıkta, toplumdaki hâkim dünya görüşünün rolü çok büyüktür. Şayet bu dünya görüşü, oluşan bilgi birikimi ile sürekli yeniden şekillenmiyorsa bilgisel süreç belli bir zaman sonra durağanlaşır ve yavaş yavaş kaybolur; böylece bilimlerin doğmasına yol açamaz. Ancak hâkim dünya görüşü, oluşan bilgi birikimi ile şekillenirse toplum umumen bu bilgisel sürecin içerisindeymiş gibi bilimin ortamı olarak onun gelişmesine katkıda bulunur. Bunun örneğini İslam medeniyetinde görmekteyiz. Bu medeniyet içerisinde sonradan bilimsel ve teknolojik açıdan çok etkin olan Araplar, Türkler ve Farslar İslam öncesi bilim ve teknolojide hiçbir varlık gösterememişlerdi. Bunun en önemli sebebi dünya görüşleridir. Bu her üç toplumda da İslam öncesi hâkim olan dünya görüşleri bilimsel faaliyetlere götürebilecek kavramsal yapıya sahip olamamışlardır. Ancak İslam’ın gelmesiyle insanlığa sunulan bir yeni dünya görüşü ilk önce Arap toplumunda oluşmaya başladı. Bu dünya görüşü içerisinde ‘bilgi’ (‘ilm) kavramı çok vurgulanmakla kalmadı ayrıca bu vurguya kavramsal bir içerik kazandırılarak bilgi edinme faaliyetlerinin başlaması için öncülük edildi. Bu bilgi edinme faaliyetleri ilk Müslüman toplumların fertleri zihninde oluşan hâkim dünya görüşünü etkin bir biçimde şekillendirdiği için dünya görüşleri doğrultusunda faaliyet göstermelerini yönlendirmiş ve sonuçta gittikçe artan bilgisel birikimler zamanla sınıflandırılmaya başlanmıştır. Böylece bilimsel süreç de başlamıştır. Bu durumda bilimsel sürecin başlangıç noktasında belli bir tür dünya görüşünün bulunması gerektiği anlaşılmaktadır. Ayrıca bu dünya görüşü ile bilgisel faaliyetler arasında birebir bir ilişkinin bulunması gerektiği de ortaya çıkmıştır.

İkinci olarak bilimsel süreçte tahlil yoluyla belli aşamaların bulunduğunu ortaya koyabiliriz. Birincisi, “sorunlar aşaması” diyebileceğimiz başlangıç dönemidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu aşamada bilgi edinme faaliyetleri gözlemlenmektedir. Bu faaliyetler tek tek sorunların çoğu zaman birbirinden bağımsız olarak ele alındığı öğrenme çabalarıdır. İkicisi, “disiplinleşme veya yöntem aşaması” diyebileceğimiz dönemdir. Bu aşamada biriken bilgiler âdeta bir karmaşa oluşturduğundan ve karmaşa içerisinde insan aklı işleyemediğinden bilgi erbâbı, (İslam medeniyetinde neredeyse başlangıçtan beri bu kişilere ulemâ veya fukahâ denmiştir) bu dağınık bilgileri belli yöntemler icad ederek sınıflandırmaya başlarlar. Sınıflandırmadan sonra zaten insan aklı kendi yapısı gereği bu konuların her birinin değişik yöntemlerle incelenebileceğini görür ve bu yöntemleri de belirlemeye başlar. Böylece bilgi edinme faaliyetleri sorunlar aşamasındaki gibi tek tek, dağınık ve bir bakıma biribirinden bağımsız olarak ele alınan konuların öğrenilme çabası olmaktan çıkar; daha disipliner bir yaklaşımla belli yöntemlerle ve akılcı yaklaşımlarla daha düzenli bir şekilde incelenen disipliner bir özellik almaya başlar. Bundan sonra da üçüncü aşama olan “adlandırma aşaması” gelir. Bilimsel sürecin içine girdiği bu dönemde sınıflandırılan her bir konunun, yöntemi ve nazariyeleri birikimi ile bir ad verilebileceğinin farkına varan artık bilim adamı diyebileceğimiz yeni türden bilgi erbâbı ortaya çıkar. Bunlar bu konulara uygun isimleri kendi geleneklerinden seçerek verirler ve böylece bilimler tesis edilmiş olur[4]. Burada sınıflandırılan konuların, adlandırılabilen belli kavramsal bütünlükler oluşturduğunun farkına varma olgusuna “bilimsel şuur” diyoruz. Bilimsel şuurun oluşması ile bilimler tek tek adlandırılarak tarih sahnesine çıkmış olurlar.

Üçüncü olarak, bilimsel süreç adlandırma aşamasından sonra yeni oluşan bilimlerin gelişmeleri şeklinde kendi tarihi içerisinde devam eder. Bu tarih içerisinde bilgi edinme faaliyetlerine ilişkin olarak yukarıda işaret etmeye çalıştığımız, dünya görüşü ve bilgi edinme faaliyeti arasındaki organik bağ gibi bilimsel sürecin gelişim aşamalarında da bilimsel faaliyetlerle dünya görüşü arasında çok nâzik bir hayattar bağ vardır. Bu bağ koparsa; toplumdaki hâkim dünya görüşü, bilimsel faaliyetler doğrultusunda etkilenemeyeceğinden bilimsel çalışmalar da yavaşlar ve bir müddet sonra zayıflayıp söner. Böylece elbetteki bilimsel süreç de sona ermiş olur.

Dikkat edilirse burada İlk Müslüman Türklerde bilim tarihi için nazarî bir çerçeve çizmeye çalıştık. Konumuzu bu nazarî çerçeveden ele almaya çalışacağız. Özellikle İslam öncesi Türklerde, “bilgi erbâbı” dışında, önemli bir bilim adamı görmediğimizden her hangi bir bilimsel faaliyetin bulunduğunu da söyleyemeyiz. Sadece yukarıda da belirttiğimiz gibi hemen hemen her toplumda görebildiğimiz bilgi edinme faaliyetlerini sürdüren bir takım bilgi erbâbı kimseler görebiliriz. Ancak bunların ortaya koydukları bilgi birikimini bugün “bilim” olarak adlandıramayız. O zaman Türkler açısından bilim ve teknoloji tarihi de bu ilk Müslüman Türklerle başlamıştır diyebiliriz. Şimdi bilimsel süreci, bu tarihin nazarî çerçevesi olarak kullanıp sergilenmesine başlayabiliriz (nazarî çerçevenin tablo olarak ifadesi açıklık kazanmasını sağlayacağından tablo olarak gösterilmiştir).

 

II.  Sorunlar Aşaması ve Bilgi Erbâbının Tezahürü 

Yaklaşık VIII. yüzyılın ortalarında Türkler İslamiyet’i kabul edince yeni bir dünya görüşü kazandılar. İslam dünya görüşü olarak adlandırdığımız bu âlem ve varlık tasavvuru içerisinde bilgi (‘ilm) kavramı çok özel bir yer işgal ediyordu. Bu dünya görüşü özellikle bu çağlarda artık kendi toplum ve kültürü içerisinde bilgisel faaliyetlerle çok zinde bir ilişki içerisinde idi. Bilimsel sürecin ise başlamasına gerek yoktu; zira bu süreç zaten İslam’ın hemen ilk asrından itibaren başlamıştı. Ancak henüz başlamış olan bu süreç içerisinde Türkler doğrudan bilimsel faaliyetlerle karşı karşıya gelmişlerdir. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız bilgisel bilim sürecinden de anlaşılacağı gibi yeni Müslüman olmuş Türk toplumunun bilimsel süreç içinde etkin olabilmeleri için evvel emirde bu bilimsel sürecin en önemli itici gücü olan İslam dünya görüşünü özümsemeleri gerekirdi. Bu özümseme sürecinin 50-100 yıl gibi çok kısa bir süre aldığını 870 civarlarında Farâbî (ö. 950) gibi dünya tarihine adını yazdırmış bir filozof ve bilim adamının Türkler arasından gelmesinden anlıyoruz[5]. Bu zaman dilimini bilimsel süreç açısından değerlendirecek olursak Türklerin ilk İslam’ı kabul etmeye başladıkları dönemi, yaklaşık olarak İslam bilimsel sürecinin sorunlar aşamasını geçip disiplinleşme aşamasına yaklaştığı dönem olarak tespit edebiliriz. Bu dönemde aslında önemli bir Türk düşünür ve bilim adamı olmaması gerekir. Ancak bunun aksine hemen IX. yüzyıldan itibaren önemli filozof ve bilim adamları görmekteyiz. Bunun sebebi, hemen bu dönemde Türklerin bilim tesis etmeye gayet müsait olarak oluşturulan İslam dünya görüşünü büyük bir hızla özümsemeleri ve böylece bilimsel sürecin sorunlar aşamasına süratle adapte olmalarıdır. Bunun neticesinde toplumda bilgi faaliyetleri ilgisini çeken kimselerin bu faaliyetlere katılmak istemelerine yol açılmış ve bunlar eğitim kurumlarına girmişlerdir.

Bu dönemde yetişen önemli bilgi erbâbını incelemeden bunların sorunlar aşamasından neden geçtiğini kısaca inceleyeceğiz. Bu bilge kişiler büyük düşünür ve bilim adamlarının eserlerini özümseyerek daha basit bir dille halka ve devlet erbâbına aktarmışlardır. Böylece yüksek seviyede oluşturulan bilimsel bilgiler alt tabakalara kadar yayılarak Türk toplumunu o günün şartlarında bir bilgi toplumuna dönüştürmüştür. Böylece bilgi erbâbı daha sonra gelen büyük düşünür ve bilim adamlarına zemin hazırlamışlardır. Onun için bilim adamlarına gerekli kavramsal ve zihinsel zemin bizzat toplum seviyesinde tesis edilmişti. Bu yüzden sorunlar aşamasının Türk bilim ve teknoloji tarihindeki yeri ve önemini kısaca belirtmemiz yararlı olacaktır.

 

A. Sorunlar Aşamasının Türk Düşünce ve Bilim Tarihindeki Yeri

İslam dünya görüşü, bir medeniyet vüs’ati gösterdiğinden ve içinde oluşan zihinsel yapıları itibariyle diğer kültürleri dışlayıcı fikirleri barındırmadığından Türkler de Müslüman olduklarında kendi kültürlerini diğer Müslüman milletler gibi tamamen kaybetmediler. Sadece İslam’ın din anlayışı ile uyum arzetmeyen fikir, kavram ve davranışların yerlerine İslami olan unusurlar yerleştirilince Türkler de uyum içerisinde diğer milletlerle beraber İslam medeniyetinin bilimsel ve teknolojik faaliyetlerine kısa sürede katılabilmişlerdir. Bu açıdan çok kısa bir sürede İslam medeniyeti içerisinde iki önemli Müslüman Türk devleti görmekteyiz: Samânîler Devleti’nde vali ve ordu komutanı olan Sebüktigin’in kurduğu Gazneliler (969-1187)[6], diğeri de Karahanlılar (10-13. yüzyıllar). Yaklaşık olarak 3/9. yüzyılda Maveraünnehir bölgesindeki Karluk Türklerinin lideri Bilge Kül Kadir Han ilk olarak yine Samânîlerle girdiği bazı çatışmaları kazanarak Karahanlıların ilk kuruluş öncülüğünü yaptı[7]. Ancak asıl Batı Karahanlıların lideri Satuk Buğra Han (ö. 955) Müslüman olup Abdulkerim adını alınca bu bölgelerdeki Türkler büyük gruplar halinde İslam’a girdiler[8].

Gazne ve Kaşgar kısa zamanda bu bölgenin önemli kültür ve fikir merkezlerine dönüştü. Kaşgarlı Mahmud ve Kutadgu Bilig’i, Buğra Han’a (1074-1103) ithaf ederek kaleme alan Yusuf Has Hâcib bu dönemde yetişmişlerdir. Karahanlıların ve Gaznelilerin saraylarında Firdevsi (ö. 1020), Ebu’l-Fadl Beyhakî (ö. 1077), Bedi’u’z-Zaman Hemedânî (ö. 1008) ve Birûnî gibi birçok ilim, kültür ve bilim adamları barınmış bunlara hâmilik edilmiştir. Bunlara ek olarak zikretmemiz gereken önemli iki Müslüman Türk devleti de Selçuklular ve Hârezmşahlardır.

Selçuklular, Oğuz Türklerinden olup Göktürk İmparatorluğu’nun bir parçasıydılar. Oğuzlar 744’de dağılan Göktürklerden bağımsız gruplar halinde güneye doğru gelerek Mâveraünnehir, Hârezm ve Horasan bölgelerine yerleşmeye başladılar. Samânîler o zamanlar bu bölgelere hâkim durumda olduklarından Oğuzlara askerî görevler vererek önemli sınır güvenliğinde onlardan yararlanmaktaydılar. Ancak Oğuzlar arasında çıkan bir anlaşmazlık üzerine Selçuk Bey onlardan ayrılarak Ceyhun nehri kıyılarına gelip buraya yerleştiler. Selçuk Bey’in hemen ölümünden sonra neredeyse topluca İslam’ı kabul ederek tamamen yeni bir ortama girmiş oldular. Selçuk’un oğlu Mikail Dönemi’nde pek önemli bir gelişme olmasa da onun oğulları Tuğrul Bey ve Çağrı Bey sayesinde Selçuklular kısa zamanda çok geniş topraklar üzerinde Büyük Selçuklu Devleti’ni kurdular. Bununla birlikte sürekli onlardan koparak ayrılan diğer bazı Selçuklu grupları, Irak, Kirman ve Anadolu’da diğer Selçuklu beyliklerini kurmuşlardır. Böylece Selçuklu idaresi değişik şekillerde Orta Asya, İran, Hindistan, Irak, Suriye ve nihayet Anadolu gibi çok geniş topraklarda etkili olmuş ve buralarda büyük İslam medeniyetine önemli katkılarda bulunmuşlardır[9].

Hârezm bölgesi de aynı şekilde Türklerin hakimiyetine geçerek İslam medeniyetindeki işlevini sürdürmüştür. Pers İmparatorluğu zamanında başlayan Ceyhun’un (Amu Derya) aşağı havzasındaki İran hükümranlığı ilk önce Gazneli II. Mahmud’un bir generali olan Altun Taş’ı buraya vali tayin etmesiyle (433/1041) Türk idaresine geçmiştir. Ancak Büyük Selçuklu Devri’nde tamamen Selçukluların tayin ettiği valiler tarafından bu bölge yönetilmiş ve ‘Ala’ud-din Muhammed (1200-1220) zamanında tam bağımsızlık elde ederek başlıbaşına bir devlet olmuştur. Bu bölge valilerine Perslerden kalma bir gelenekle Hârezmşah dendiği için bunlar da Hârezmşahlar olarak anılmıştır[10]. Son idareci olan Celaleddin Hârezmşah’a (1221-1231) Muhammad ibn Kays Tibyânu Lugati’t-Türkî ‘alâ Lisani’l-Kangli adıyla ilginç bir eser sunmuştur. Ancak eser bize ulaşmamıştır. Bu nedenle Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânu Luğati’t-Türk adlı eseri ile bunun arasındaki ilgiyi kuramıyoruz. Ancak Türkçe ile ilgili gramer çalışmalarının ilerletildiğini tahmin edebiliriz.

Gazneliler, Karahanlılar, Selçuklar ve Hârezmşahlar ilk Müslüman Türkler olarak devletleşen düzenli topluluklar olduğundan bunlar dönemindeki bilim ve düşünce tarihi bizim için önemlidir. Ancak bu; devlet kurmadan, gerek münferiden gerekse belli topluluklar halinde İslam’a girince bu devletlerin kurulmasından çok önce Türklerin İslam bilim ve düşünce tarihinde rol üstlenmedikleri anlamına gelmez. Aşağıda göreceğimiz gibi Türk olduğu bilinen Fârâbî gibi filozoflar yanında Ebû Ma’şer Cafer ibn Muhammad el-Belhî (ö. 886), Ebu Nasr Abdullah ibn Ali el-Sarrâc (ö. 988) ve Ebu’l-Leys el-Semerkandî (ö. 984) gibi düşünürler de gelmiştir.

Bu bilim adamları hakkında daha ayrıntılı bilgi vermeden önce bilimsel sürecin sorunlar aşamasının önemli bir özelliğini burada belirtmek yerinde olacaktır. Sorunlar aşaması özellikle bilimsel faaliyetlere ortam görevi yapan dünya görüşünün belirlediği konuları kendine sorun edineceğinden bu dönemde yetişen bilim ve fikir erbâbının tarihçi, bilge kişi, yani hakîm, bugünün deyimiyle “aydın” (entelektüel), düşünür, edîb, şair ve mütekellim (filozof) olması benimsenen İslam dünya görüşünün âlem tasavuru içerisinde şekillenen tevhid, adalet, ubudiyyet ve ahlak gibi temel kavramlarından kaynaklanmaktadır.

Bundan anlaşılıyor ki Türkler bilimsel sürecin sorunlar aşamasını doğrudan önceki Müslüman milletlerden devralmışlar ve kendi toplumlarında yetişen çeşitli bilgi erbâbı ile bu aşamayı kendi kültürlerinde bir süre canlı tutmuşlardır. Bu sebepledir ki sürecin başında gelmesi gereken bazı bilgi erbâbı sonra gelmesi gereken bazı büyük bilim adamlarından sonra gelmişlerdir. Mesela, Farabî gibi büyük bir filozof ve bilim adamının bu süreçte Yusuf Has Hâcib, Kaşgarlı Mahmud ve Ahmet Yesevî gibi bilgi erbâbından sonra gelmesi gerekirdi. Çünkü bilimsel süreç bilgisel (epistemolojik) olarak bunu gerektirir. Bunun sebebi; daha önce belirttiğimiz gibi, sorunlar aşaması, Türkler Müslüman olduklarında çok mesafe almış ve İslam bilimsel kavramlar yumağı artık oluşmuştu. Bütün gereken şey bu kavram ve ıstılah yumağının o devre kadar artık çok gelişmiş olan eğitim kurumları vasıtasiyle yeni Müslüman olanlara aktarılması idi. Türkler bunu başarı ile özümsediler ve kısa sürede disiplinleşme ve adlandırma sürecine diğer Müslüman milletlerle birlikte girdiler.

Burada ayrıca belirtmemiz gereken husus şudur; Türklerde düşünce ve bilim tarihini işlerken sunduğumuz her bilim adamının Türk olması gerekmez. İslam medeniyeti içerisinde ele alınan her millet bu tarih mirasına sahip çıkabilir. Çünkü medeniyetlerde mahalli kültür ve ırk aşıldığından evrensel bir kültür oluşturulmuştur. Bu kültür içinde olan her fert, milliyeti ne olursa olsun bu medeniyetin mirasına katkıda bulunmuştur. Aynen bir üretim kurumunda genel müdüründen en küçük işçisine kadar herkes üretilen şeyde pay sahibi olduğu gibi; bir medeniyet içerisinde en üst düzey bilim adamından en alt medrese öğrencisi ve bunlara ortam hazırlayan hâmiler ve köy halkları hepsi milliyetleri ne olursa olsun bu bilimsel mirasın pay sahipleridir. Ayrıca bir medeniyette hâkim olan dünya görüşünün dili âdeta o medeniyetin resmi dili olarak bütün bilimsel ve kültürel faaliyetlerde kullanılır. Bu yüzden diğer milletler gibi Türkler de bu medeniyetin resmi dili ile eğitim görmüşler ve bu dilde bütün bilimsel ve düşünsel eserlerini yazmışlardır. O halde Türklerde bilim ve düşünce tarihini işlerken sergilenmesi gerekenin Türklerin bu faaliyetlerdeki rolünün ne olduğudur. Türkler bu rolü bazan bilim adamlarına milliyetleri ne olursa olsun sahip çıkarak üstlenmişler, bazan da bizzat kendileri bilim adamı olarak bu faaliyetlere iştirak etmişlerdir. Bu anlayış ve nazarî çerçeveden hareketle bilimsel sürecin disiplinleşme aşamasını ve bu aşamadan hemen adlandırma aşaması ile bilimsel ilerlemenin nasıl hızla geliştiğini incelemeye geçmeden önce bilgi erbâbında kısaca söz edebiliriz.

 

B. Bilgi Erbâbının Tezahürü ve Oluşturulan Kavramsal Bilim Ortamı

Bu geleneğin elimizde yazılı eseri bulunan en önemli temsilcileri, Yusuf Has Hâcib ve Dede Korkut’tur. Her iki yazar hakkında da elimizde eserleri dışında bilgi mevcut değildir. Hatta bunlardan ikincisinin gerçekten bir yazar mı yoksa anlatılan öykülerdeki kahramana verilen bir ad mı olduğu da açık değildir. Dede Korkut hakkında bizlere aktarılan birçok menkıbeler vardır ancak bunların efsane özelliğinde anlatımlar olduğu gayet açıktır[11]. Bu açıdan biz Dede Korkut adını bu tür eserlerin yazarı olarak alacağız ki bu tür eserlerin yazar ve/veya yazarları hakkında konuşmamız mümkün olsun. Dede Korkut’un içerik olarak tahlili hem mantıken hem de bilimsel süreç açısından daha önce gelmesi gerekir. Hâlbuki elimizde mevcut tek eksiksiz nüshada anlatılanlardan anlaşıldığına göre bu hikayeler her ne kadar İslam öncesi Oğuz Destanı’ndan mülhem ise de tarihçiler, anlatılan olayların ilgisi bu eserin 15. yüzyılda yazılmış olma ihtimali üzerinde durmaktadırlar. Bizce bu doğru olamaz; elimize geçen nüshalar onların bu yüzyılda neşredildiğini gösterebilir. Ancak burada anlatılan bilgelik hikayeleri İslam dünya görüşü ile çelişki arzetmediğinden yeni bilgi ortamına uydurulmak için büyük tadilat gerektirmeden ağızdan ağıza söylenerek gelmiş ve büyük ihtimalle 10. yüzyıl civarlarında yazıya dökülmüştü.

Dede Korkut masallarında Anadolu’ya yerleşmeye başlayan Oğuz Türklerinin hayat hikayelerini ahlâkî bir ibret ortamında bulmaktayız. Bunlar sadece eğlence olsun diye anlatılmamış belli bir dünya görüşünü veya bu dünya görüşünde belli anlayışları eğitme yoluyla yerleştirme amacı ile işlenmiştir.

Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i bilgelik hikâye türünden olmayıp ahlâk ve insanlık değerlerini kavramsal olarak işlemektedir[12]. Yusuf Has Hâcib 11. yüzyılda Balasagun’da Karahanlı Buğra Han’ın hizmetinde bulunduğu sırada 1069 yılında bizzat ona sunmuştur. Siyasetname türü eserlere bir örnek teşkil edebilir[13]. “Mutluluğun bilgisi” anlamını taşıyan eser, her iki dünyada da mutluluğu elde etmek için bilgiye ihtiyaç olduğunu değişik ve Türk kültürüne uygun kavramlarla işlemektedir.

Bundan önce Fârâbî de mutluluk için bilginin zorunlu olduğunu, aşağıda göreceğimiz gibi, felsefî açıdan savunmuştu[14]. Büyük ihtimalle Kutadgu Bilig kendinden sonra bir gelenek başlatarak Alp Arslan’ın meşhur veziri Nizamülmülk’ün Siyasetnamesi’ne de öncülük etmiştir. Bu kavramsal yaklaşımların bir siyasi anlayış sergilediklerini dikkate alırsak daha sonraki siyaset felsefesinin gelişmesine de öncülük ettiğini bilimsel sürece dayanarak söyleyebiliriz.

Yusuf Has Hâcib ideal bir idarenin nasıl olabileceğini kavramsal dille ifade ederken Hakan Kül Toğdi ve veziri Ay Toldi’nin ağzından hikmetli sözlerini aktarmaktadır. Bu eserde ayrıca bilge Oğurmiş hikmetli sözlerle yol göstermektedir. Mecazi bir anlatımla Kün Toğdi hakikat yolunu, Ay Toldi mutluluğu ve Kün Toğdi’nin oğlu aklı, hikmeti, bilge kişi Oğurmiş ise insanın geleceğini temsil etmektedir. Bu anlatımını büyük bir ustalıkla sergileyen düşünürümüz, gününün en güzel edebî ve fikrî yapıtını düşünce tarihimize kazandırmıştır.

Kutadgu Bilig kendi zamanındaki bilgisel birikiminin olgunlaştığını göstermektedir. Özellikle bilginin güvenilir bir rehber olarak burada işlenmesi Türklerin çok kısa zamanda sorunlar aşamasını geçerek İslam medeniyetinde henüz erişilen disiplinleşme aşamasına kendilerini uydurduklarını göstermektedir. Bu tür şahsiyetler elbetteki az değildir; ancak bütün kültür ve medeniyet tarihlerinin ilk dönemlerinde olduğu gibi tarihimizin bu döneminde de sadece birtakım isimler ve genel olarak başarılarından söz edecek kadar elimizde kaynak kalmıştır. Mesela Edib Ahmed Yüknekî, bu sıralarda Uygur harfleriyle günümüze kadar ulaşan Kaşgar Türkçesi ile yazdığı Atebetü’l-Hakâyık ile karşımıza çıkmaktadır. Yüknekî hakkında tek bildiğimiz şey bu eseri ve yaklaşık 12. yüzyıl sonları ile 13. yüzyıl başlarında yaşamış olmasıdır[15].

Kutadgu Bilig’in bir nevi yeniden tasarlaması olarak görülebilecek bu eser manzum olarak kaleme alınmıştır. Ancak Yüknekî, görüşlerini âyet ve hadislerle destekleyerek sergilemiştir. Ona göre mutluluğun yolu bilgi yoludur. O halde sadece bilgili insanları dost edinmeli ve cahillerden uzak durmalıdır. Bilginin gerçek anlamını ve değerini sadece bilgili insan (âlim) bilir. Yaratan bile ancak bilgi ile bilinir. İslam dünya görüşünün oluşma aşamasında bilgiye yapılan vurgunun Türklerin bilimsel sürecin sorunlar aşamasında yapılması bir tesadüf değildir; aksine özümsedikleri dünya görüşünü gayet açık bir şekilde yansıtmaktadır.

Bu aşamanın diğer önemli bir ismi de Ahmed Yesevî’dir. Önemli bir tasavvuf şeyhi olan Yesevî’nin babası da Şeyh İbrahim adında bir bilgi erbâbıdır. Türkistan’da Seyram kasabasında yaklaşık 1080 yılından sonra doğduğu tahmin edilmekte ve ilim tahsili için Hemedân’a gelip Şeyh Yusuf Hemedânî’den ders aldığı bilinmektedir. 1160’ta Şeyh Yusuf Hemedânî’nin ölümünden sonra Yesevî, onun halifesi olarak postnişin olmuştur. Sonra Yesevî nisbesini aldığı şehir olan Yesi’ye gelerek burada yerleşmiş ve 1160’ta ölümüne kadar burada ders vererek hayatını geçirmiştir. Gerçekten kendisine ait olduğunu kesinlikle bildiğimiz hiçbir eseri günümüze kadar ulaşmamıştır. Meşhur Divan-ı Hikmet adlı şiirlerinin toplandığı eser sonraları yazıya dökülerek büyük bir ihtimalle 17. yüzyılda oluşturulmuştur[16]. Yesevî’nin hayat anlayışını ve kültürümüze katkısını çok iyi bildiğimiz Yunus Emre’ye kıyaslayarak anlayabiliriz. Bu tür bilgi erbâbının katkılarıyla Türk dünyasında İslam dünya görüşü ve onun ‘ilm yapısı özümsenmiştir. Böylece bu gelişmeler, Türk kültürüne bilimsel yaklaşımın ilk örneğini kısa zamanda henüz 11. yüzyılın ilk yarısında Kaşgar’da doğan Kaşgarlı Mahmud’un elinden vermiştir.

Kaşgarlı Mahmud’un hayatı hakkında malesef sahip olabildiğimiz tek bilgi en önemli eseri olan Dîvânü Lugati’t-Türk’te (Türk Dili Sözlüğü) kendisinden kısaca bahsettiği cümleleridir. İyi bir eğitim gördükten sonra (ilim tahsili için) seyahata çıkarak Bağdat’a geldi ve burada uzun süre yaşadı. Buradaki ilim çevrelerinin Türk dillerine gösterdikleri ilgiyi görünce bu Dîvânı’nı kaleme almaya karar verdi ve 1072’de başlayarak 1074’te tamamladı[17]. Kaşgarlı Mahmud’un bu eserini bilimsel ölçütlere gayet riayet ederek ele aldığını bu eserine bir bakıma tetimme olarak yazdığı Kitabu Cevâhiri’n-Nahv fi Lugati’t-Türk adlı gramer kitabından anlıyoruz. Böylece o, Türk dilinin kendi günündeki dilbilimsel bütün gereksinimlerini tamamlamış oluyordu. Fakat ne yazık ki bu eserin hiçbir nüshası günümüze kadar ulaşmamıştır.

Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânı kendi zamanındaki coğrafî bilgileri de kullanarak bir dünya haritasıyla Türklerin yaşadıkları bölgeler hakkında da bilgi içermektedir. Bîrûnî’nin verdiği bilgilere yakınlığı, onun eserinin kullanıldığını da göstermekle birlikte ondan ayrıldığı noktalar diğer coğrafyacıların da eserlerine müracaat edildiğini sergilemektedir. Kaşgarlı Mahmud’un haritası dairevî olup renkli olarak ve Türk devletinin o zaman bulunduğu Balasagun şehri esas alınarak çizilmiştir. Bu erken dönemde bile bilgi akışının ve bilimsel faaliyetlerin dinamizmini göstermek için Kaşgarlı Mahmud’un coğrafya kaynaklarına kısaca işaret edebiliriz. Çizdiği haritada Kaşgarlı Mahmud, Ebu Abdullah el-Ceyhânî (ö. 10. yy), Ebu Zeyd Ahmad el-Belhî (ö. 934), İbn Hevkel ve Ebu İshak İbraim ibn Muhammed el-İstahrî’den (ö. 10. yy) yararlanmış olabilir. İbn Hevkel’in 10. yüzyılda (ö. 980 civarları) yaşadığını ve Sicilya’ya kadar gittiğini bizzat eserinden bilmekteyiz. Bu coğrafya uzmanlarının hemen hepsi aşağı yukarı çağdaş olup Maveraünnehir bölgesinden Endülüs’e kadar tüm İslam coğrafyasını bir kısmı dolaşmıştır.

Belhî’nin Suveru’l-‘Âlem veya Takvîmu’l-Buldân adlı eseri bize ulaşmamıştır. İstahrî ve İbn Hevkel’in bundan yararlandıkları bilinmekte ve böylece İslam bilimsel sürecinde önemli bir coğrafya akımının öncülüğünü yapmaktadırlar. Belhî ayrıca büyük Aristocu filozof Kindî’den feflsefe, astronomi, tıp ve diğer bilimleri tahsil etmiştir. Böylesine coğrafî bilgiye sahip olmak o zamanın imkânlarına göre gerekli teknolojinin de geliştirilmesine bağlıdır. Bundan anlaşıldığına göre tam bu sıralarda çeşitli rasathane, astronomik ve coğrafi bilgiler için gerekli olan bilimsel araç ve gereçleri yapacak teknolojinin de bilimsel ilerleme ile paralel geliştiğini belirtmemiz gerekir. Bunlardan ilk bildiğimiz 1075 yılında Selçuklu sultanı Celâleddin Melikşah’ın İsfahan’da Ömer Hayyam’a kurdurduğu rasathanedir. Tabii ki meşhur Merâğa Rasathanesi bundan aşağı yukarı 150 sene sonra kurulmuş ve bunu büyük matematikçi ve astronomici filozof Nasiruddin Tûsî kullanmıştır. Ancak bu gelişmeler artık bilimsel sürecin gelişme aşamalarında cereyan eden bilimsel ve teknolojik faaliyetler içerisindedir.

Yine bu devrin önemli teknolojileri arasında mimarî yapıları ve yol, kervansaray, su kemerleri, büyük kale ve câmi yapmada kullanılan mühendislik bilgilerini aktarabiliriz. Özellikle Karahanlı hakanı Şemsülmülk (1068-80) kamu yapılarına önem vermiş ve bu alanda birçok yollar, kervansaraylar ve câmiler inşa ettirmiştir. Muhammed ibn Süleyman (1102-30) ise Buhara kalesini yeniden inşa ettirmiş ve buraya yakın bir yerde meşhur Şemsâbâd sarayını yaptırmıştır. Semerkand’da İbrahîm Tamğaç Han 458/1066’da bir vakıf kurarak buradaki medresede görev yapan hocaların ve ilim tahsil eden talebelerin ihtiyaçlarını karşılamaları için gerekli tedbirleri almıştır. Aşağıda göreceğimiz gibi bu medreselerde büyük Türk filozofu Mâtûrîdî’nin ve Ebu Hanife’nin eserleri çalışılmakta ve görüşleri öğretilmekte idi. Şimdi bu bilgi erbâbının fikir faaliyetleri sayesinde Türklerin İslam medeniyetindeki bilimsel sürecin disiplinleşme aşamasına nasıl katkıda bulunduklarını ve bu sayede hangi bilim ve fikir adamlarının yetiştiğini kendi tarihsel çerçevesi içerisinde ele almaya çalışacağız.

III. Disiplinleşme Aşaması ve Bilimsel İlerlemeler

Yukarıda belirttiğimiz gibi Türklerin münferiden Müslüman olmaya başladıkları yaklaşık 750’li yıllar İslam medeniyetinde bilimsel sürecin artık sorunlar aşa masını terkedip disiplinleşme aşamasına girmeye başladığı bir dönemdir (bk. tabloya). Bu bakımdan ilk Müslüman Türk toplumları bir bakıma sorunlar aşamasıyla karşı karşıya kaldıklarında hızla bilimsel sürece kendini uyarlayan münferit Türkler de vardı. Onun için sorunlar aşamasında da olduğu gibi ilk Müslüman Türklerdeki düşünce ve bilimlerdeki gelişmeleri kronolojik sıraya uyarak aktarmak imkânsızdır. Bunun aksine yukarıda bilgisel açıdan sunmaya çalıştığımız bilimsel süreç sıralamasını takip etmek daha uygundur. Bu yüzden yukarıda sunduğumuz düşünürlerin zamanlarından geriye doğru gidip İslam bilim geleneğinin ilk temsilcilerini iki sınıfta toplayarak burada anlatmaya çalışacağız. Böylece bilimsel sürecin bilgisel önemi de ortaya çıkacaktır. Bu açıdan ele aldığımızda epey gerilere giderek Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular ve Hârezmşahların da öncesine geçip ilk yetişen birinci tabaka düşünür ve bilim adamlarını; sonra da Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular ve Hârezmşahlar dönemlerinde bunların himayesinde yetişen bilim adamlarını sunmak zorundayız.

Burada belirtmemiz gereken bir husus şudur; Disiplinleşme aşamasından sonra yukarıda belirttiğimiz gibi adlandırma aşaması gelmektedir. Ancak bu aşamayı ilk Müslüman Türkler açısından ele almamıza gerek yoktur. Çünkü İslam medeniyetinde disiplinleşme aşamasının son dönemleri, yani yaklaşık 800-850’ler, aynı zamanda adlandırma aşamasıdır. Zira hemen bu yılların sonlarına doğru adlandırılmış olarak birçok bilimin tesis edildiğini görmekteyiz. Zaten ilk Müslüman Türk devletlerinin ortaya çıkışı da bundan hemen sonradır. Fakat tabi biz burada ilk Müslüman Türk devletleri kurulmadan münferiden Türk topluluklarından bu sürece giren Türklerin bulunduğundan bahsetmiştik. O halde burada disiplinleşme aşaması, adlandırma aşaması ve hemen bundan sonra gelen bilimlerin artık kendi tabii süreçlerinde geçirdikleri gelişme aşamalarını hep birden değerlendirebiliriz. Aslında burada sunmaya çalıştığımız olgu bir bütün içerisinde koparılarak çıkarılan bir tarihtir. Bu bütün İslam medeniyetidir, koparılmaya çalışılan parça ise Türklerin bu medeniyet içerisinde bilim ve düşünceye verdikleri hizmettir. Bu fikri göz ardı etmemeliyiz ki bazan ortamsız gibi görünen düşünürler karşımıza çıkmaktadır. Mesela, Fârâbî, Türk; hocası Ortodoks Hıristiyan Arap, talebeleri ise Arap, Fars ve hatta yine Hıristiyan kökenli kimseler. Şimdi Fârâbî’yi bu ortamından nasıl koparabiliriz? Bu yüzden karşımıza kimliksiz ve ortamı olmayan bir tarih çıkmaması için Türk bilim tarihini Yüksek İslam Medeniyeti’nin bir parçası olduğu gerçeğini göz ardı etmemeliyiz.

 

A. Birinci Tabaka Düşünürler ve Bilim Adamları (750-950)

İlk Müslüman Türk devletlerinden önceki dönemi şekillendiren çok önemli “Birinci Tabaka” diye adlandırdığımız Türk veya İran-Fars asıllı birçok düşünür vardır. Bu dönemde Türk İslam tarihi İran kültürü ile o kadar girgindir ki birçok düşünürün milliyetini kesin olarak belirlememiz henüz mümkün değildir. Bunlardan bir kısmının, Mâtûrîdî ve Fârâbî gibi, Türk olduğunu kesinlikle bilmekteyiz. Diğer bir kısmının Türk olma ihtimalinin bulunduğunu; Ömer Hayyâm gibi, diğerlerinin ise İran-Fars asıllı olduklarını kesinlikle bilmekteyiz. Mesela bilimsel sürecin sorunlar aşamasında çok erken döneme gidersek Hasan el-Basrî’de (642-728) olduğu gibi birçok düşünürle karşılaşırız. Hasan el-Basrî’nin babasının adı, Perûz olarak belirtilmekte ve Irak’ın fethi sırasında esir alındığı söylenmektedir[18]. Sonra Medine’ye getiriliyor ve burada hürriyetini kazanınca Peygamberimiz’in hanımı Ümmü Seleme’nin azatlı kölesi Hayre ile evleniyor. Hasan’ın bizzat Peygamberimiz’in evinde doğduğu ve burada büyüdüğü belirtilmektedir. Onun Basra’daki meclisi, İslam düşüncesinin belki de ilk Sünni eğilimli diyebileceğimiz kelam tartışmalarının bir bakıma merkezi durumundadır. Halife Abdulmelik’e bir mektup yazarak insan cüz’i ihtiyarisini Eş’ari ve Mâtûrîdî’den çok önce Kur’an ve hadislere dayanarak aklen savunmuştur[19]. Tasavvuf düşüncesine de öncülük etmiş ilk dönem düşünürlerindendir.

Yine Mutezile’nin önemli öncülerinden ve Hasan el-Basrî’nin halkasına katılmış bir düşünür olan ‘Amr ibn ‘Ubeyd’in de ismi Bâb olan dedesi Afganistan’ın fethi sırasında Kabül’de esir alınmıştır. ‘Amr ibn ‘Ubeyd’in 80/699 civarında Belh’de doğduğunu belirten kaynaklar olmakla beraber Basra’da doğduğunu da söyleyenler vardır[20]. Hacdan dönerken 761’de vefat etmiştir. Ebu Hanife’yle birçok ilmi tartışmalar yaptığı söylenmektedir. Zaten Ebu Hanife’nin (699-767) babası da Kabül’de esir alınarak Kufe’ye getirilmiş ve bir zaman sonra azat edilmiştir. Bu her iki düşünürün de sorunlar aşamasından disiplinleşmeye geçişte oynadıkları rol çok büyüktür. Yine bu dönemin önemli soyut düşünürlerinden Ğeylan el-Dimeşkî, Halife Hz. Osman’ın bir kölesinin oğludur. Doğum tarihini bilmemekteyiz;

Evzâ’î’nin verdiği bir fetva ile Halife Abdulmelik’in onu öldürttüğünü belirten kaynaklar vardır. Bu da onun 724 ile 743 arasında öldüğünü gösterir. Ğeylan el-Dimeşkî kaderî görüşleri savunmakla bilinmektedir. Bu gelişmelerin önemli diğer bir düşünürü de Cehm ibn Safvân ebu Muhriz el-Semerkandî’dir. El-Tirmizi olarak da anılmaktadır. Horasan’da Emevi idaresine karşı ayaklanan gruplara katıldığı için 746’da yakalanınca öldürülmüştür. Cehm ibn Safvân’ın Türk kabileleriyle bu ayaklanmayı desteklemeye çalıştığı onun Türk olma ihtimalini artırmaktadır[21]. Soyut düşüncenin bu dönemde bizce en önemli temsilcisidir. Bu yüzden onun fikirleri Cehmiyye okulu olarak adlandırılmış ve ilk dönem Selef okulu mensupları tarafında zındıklıkla suçlanarak ağır şekilde eleştirilmiştir. Bunlardan en önemlisi Ahmed ibn Hanbel’in yazdığı, al-Radd ‘alâ’l-Cehmiyye adlı eserdir[22]. Hâlbuki Taberî’nin belirttiğine göre Cehm devletin adil olmasını ve Kur’an ile sünnete ters düşmemesini savunuyordu. O halde Cehm’e gösterilen tepkinin sebebi ne idi? Bize göre felsefî düşüncenin henüz filizlenmekte olduğu bu dönemde Yunan felsefesinde uzman birtakım kişilerle girilen tartışmalar neticesinde aklı kullanarak belli görüşler geliştirme eğilimi bazı düşünürler arasında hızla kabul görmeye başladı[23]. Bunun neticesi olarak Allah’ın zâtını idrak etme ve akıl ile anlatma çabaları başlamıştır. Bunun yanında kader, cüz’i ihtiyari ve mebde’, me’ad meseleleri gibi hadislerle üzerinde fazla fikir yürütülmemesi istenen konularda da bu düşünürler aşırı şekilde tartışmalara girmişlerdir. İşte Selef Okulu’nun alışkın olmadığı bu düşünce biçimi ağır eleştirilere maruz kalmıştır.

Ancak bu soyut düşünce okulları dışında yine Horasan ve Orta Asya Türk bölgelerinden yetişen birçok hadis, tefsir ve fıkıh uzmanı bilim adamları yetişmiştir. Bunlardan en önemlisi Muhammed ibn İsmail Ebu Abdulah el-Buhârî’dir (810-870). Buhârî, topladığı hadislerin ve tarihî bilgilerin doğruluğunu belirleyebilmek için binlerce kilometrelik yol kat ederek bugün en sıhhatli kaynak olarak görülen Sahîh’ini kaleme almıştır. Devrinin bilimsellik ölçütünü gösteren bu yapıtı aynı zamanda İslam medeniyetinde tarih geleneğinin oluşmasında öncülük etmiştir. Bunu destekleyen Ferganalı bu erken dönem tarihçileri arasında Ebu Muhammed Abdullah el-Fergânî (895-972) ve onun oğlu Ebu Mansur Ahmed el-Fergânî’yi (939-1007) zikredebiliriz. Abdullah el-Fergânî bizzat Taberî’den ders almış ve onun meşhur tarih kitabına ölümünden sonra el-Sila ikmal yazmıştır. Oğlu Ahmed el-Fergânî de babasının kaldığı yerden tarihi devam ettirmiş ve Silatu’s-Sila adıyla buna ikmal yazmıştır.

Bu dönemin çok önemli bir bilim adamı da yine Fergana’dan gelmektedir. Muhammad ibn Kesîr el-Fergânî olarak zikredilen bu bilim adamı herhalde 900’lu yılların başına kadar yaşamış olmalı. Fakat hakkında hemen hemen hiçbir bilgiye sahip değiliz. Sadece Halife Me’mun ve Mütevekkil zamanında yaşadığı belirtilmekte ve devrin önemli astronomi uzmanlarından olduğu söylenmektedir[24]. Meteorolojik verileri kullanıp Nil nehrindeki su akış miktarına uygun bir ölçüm aleti geliştirmesi için Mütevekkil, Fergânî’yi Fustat’a (Mısır) göndermiştir. En önemli eseri olan Usûl ‘İlmi’n-Nucûm veya diğer bir adıyla “Astronomi Bilimine Giriş” Latinceye bir kaç defa çevrilmiştir. İbraniceye de çevrilen bu eserin Arapça aslı, bugün yazma olarak birçok kütüphanede mevcuttur. Ayrıca usturlab hakkında yazdığı al-Kâmil fî’l-Asturlâb kitabı da astronomi tarihinde çok önemli rol oynamıştır ve halen bazı elyazma nüshaları kütüphanelerde mevcuttur.

Fergânî’nin biraz daha yaşlı çok önemli bir çağdaşı olan Ebu Ma’şer Cafer ibn Muhammed el-Belhî de astronomi uzmanı idi. Memleketi olan Belh’ten ayrılıp Bağdat’a gelmiş ve Kindî’den ders almıştır. Vâsit’de 272/886’da ölmüştür. Eserleri Latinceye çevrilmiş ve Batı’da Albumasar adıyla çok ün yapmıştır. Astronomide çeşitli hesaplamalarda kullanılan zîc yapımını Pehlevi dilinde anlatan bir eseri yanında “Astronomiye Ayrıntılı Giriş” anlamında el-Medhalu’l-Kebir adlı bir kitabı vardır.

Bu arada tarihin âdeta karanlıklarına gömülü olarak duran çok önemli bir matematikçi bulmaktayız; kısaca İbn Türk olarak anılan Ebu’l-Fadl Abdulhamîd ibn Vâsi’ ibn Türk. Büyük matematikçi Hârizmî’nin çağdaşı fakat ondan yaşça büyük olma ihtimali olan İbn Türk hakkında klasik kaynaklarda çok az bilgi vadır ve ne yazık ki onun sadece bir eseri gün ışığına çıkarılabilmiştir[25]. Ad-Darûrât fî’l-Mukterinât min Kitâbi’l-Cebr ve’l-Mukâbele adlı bu eserin ne yazıkki sadece bir kısmı zamanımıza ulaşmıştır. Bunun dışında ona atfedilen bir kaç eser daha vardır ancak bunlardan hiçbiri elimizde mevcut değildir. Fakat mevcut bilgiler ışığında İbn Türk’ün Hârizmî düzeyinde bir matematikçi olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak Batı dillerine ve özellikle 12. yüzyılda Latinceye eserleri çevrildiği için adı çok iyi bilinen Ebu Ca’fer Muhammed ibn Musa el-Hârezmî hakkında da pek bilgiye sahip değiliz. Sadece Halife Me’mun zamanında eser vermiş olmasından yaklaşık 800-847 tarihleri arasında yaşamış olduğunu tahmin edebiliyoruz. Matematik, coğrafya ve astronomi alanında bu kadar büyük üne sahip bir bilim adamı hakkında bilgi bulunmaması çok şaşırtıcıdır. Hârizmî, cebir biliminin müessesidir. Onun adının Latince’ye alghorismo gibi bozuk şekillerde transkribe edilmesinden ‘algoritma’ matematikteki birtakım işlemler için ad olarak kalmıştır. J. Vernet, Hârizmî’nin El-Muhtasar fi Hisabi’l-Cebr ve’l-Mukabele adlı kitabının Latinceye çevrilmesi ile o zaman kadar Avrupa’da hiçbir surette duyulmamış ve hakkında hiçbir şey bilinmeyen bir bilim duyulmuş oluyordu[26]. Cebirin bulunması ile ancak 17. yüzyılda Newton ve Galile tabiatta cereyan eden olayların matematiksel hesapla ifade edilebileceğini keşfetmişler ve matematiği tabiat âleminin dili olarak telakki etmişlerdi.

Bu düşünürlerle ilk Müslüman Türk devletleri dönemine de yaklaşmış oluyoruz. Ancak hâlâ bundan önce karşımıza Ebu Mansur Muhammed ibn Mahmud el-Mâtûrîdî ve Ebu Nasr Muhammed ibn Muhammed ibn Tarkan ibn Uzlug el-Fârâbî çıkmaktadır. Bilim ve fikir hayatındaki gelişmeler bu iki büyük düşünüre gerekli zemini hazırlamıştır. Bunların ikisi, İslam felsefesinde iki ayrı akımı temsil etmektedirler; Mâtûrîdî kelam geleneğinin önemli düşünürlerinden, Fârâbî ise, Aristo geleneğinin önemli temsilcilerindendir. İlginç olan ise ayrı gelenekleri temsil eden iki düşünürün de çağdaş olmaları, ancak birinin Bağdat ve civarında, diğerinin ise Semerkand’da (Mâtûrîdî) yaşamış olmasıdır. Önemlerine binaen bu iki düşünürün fikir ve düşünce sistemlerini kendi geleneklerinin temsilcileri olarak biraz daha ayrıntılı ele almaya çalışacağız.

 

1.  Kelam Geleneğinin Temsilcisi Olarak Mâtûrîdî

Mâtûrîdî’nin hayatı hakkında fazla bilgiye sahip değiliz. Yaklaşık 850 civarlarında doğduğunu tahmin edebiliriz. Ebu Nasr Ahmad el-‘Iyadî (ö. 874 ve 892 arası) ve Nuseyr ibn Yahyâ el-Belhî (ö. 881) gibi devrinin önemli bilim adamlarından ders almıştır. Yaklaşık 944 yılında Semerkand’da ölmüştür.

Bilgi felsefesinde Eş’arî gibi Mu’tezili bir geçmişe sahip olmamasına rağmen onların akılcılığını savunmuş ancak önemli hususlarda onlardan ayrılmıştır. Bu yüzden Eş’arî gibi Mu’tezile ıstılahi kavramlarını kullanmayıp kendi kelam kavramlarını oluşturarak tamamen yeni bir okul kurmuştur. Tam bir felsefi sistem olarak algılanabilecek olan Kitab’ut-Tevhid adlı eserinde tecrübe ve duyu organlarına bilgi edinmede önemli işlevler düştüğünü savunmuştur. Sistemli bir varlık felsefesi (ontoloji) kurarak buna dayalı ilahiyat ve metafizik doktrinleri tesis etmiştir. Malesef Mâtûrîdî’nin sadece bazı konularda görüşlerinin incelendiği eserler dışında onun düşüncesini sistemli bir şekilde bir bütün olarak sergileyebileceğimiz önemli bir çalışma elimizde mevcut değildir[27]. Eserlerinin bir çoğu hâlâ el yazma nüshalarla muhafaza edilmekte olup sadece bir kaç tanesi basılmıştır.

Genel İslam felsefesi içerisinde kelam geleneği, Aristocu gelenek ve daha sonra onun takipçisi niteliğinde olan Suhraverdî’nin (ö. 1191) temsil ettiği İşraki okulu ve Sadrâ olarak bilinen Sadruddin Şirazî’nin (ö. 1640) temsil ettiği Vücudiyye (veya Corbin’in adlandırmasıyla Isfahan) okulunda olduğu gibi düzenli bir sistem kurma çabası göstermemiştir. Bu aynı özellik Mâtûrîdî düşüncesinde de göze çarpmaktadır. Tek tek fikirlerini gayet akılcı ve sistemli sunduğu halde bunlardan düzenli bir sistem kurma çabasını Mâtûrîdî’de görmüyoruz. Hâlbuki aşağıda sunacağımız üzere Fârâbî gibi Aristocu filozoflarda düzenli bir sistem kurma çabası gayet açık bir şekilde görülmektedir. Bu durumda Mâtûrîdî’nin çeşitli eserlerinden derleyerek onun düşünce sistemini düzenli bir yapı içerisinde sergileyebiliriz. Yukarıda belirttiğimiz gibi insan aklı ancak belli bir düzen içerisinde üretken olarak işleyebildiği için sistem karşıtı yaklaşımlar bizce kelamda önemli bir eksiklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu eksikliği bir nebze olsun gidermek için genel olarak baktığımızda Mâtûrîdî düşüncesini onun tek tek fikir ve görüşlerinden derleyerek sistemleştirebiliriz. Buna göre bütün kelamcılarda olduğu gibi Mâtûrîdî sistemi de her şeyi yaratan bir Allah fikri ile yola çıkmaktadır. Buna göre Allah’ın varlığı insan aklının alamayacağı bir hakikat değildir. Akıl kendi başına O’nun varlığını ve birliğini bulabilir ve bu bilgiyi elde etmekten sorumludur. Ancak Allah’ın zatını insan aklı elde edemeyeceği için bu konuda vahye muhtaçtır. Bu bakımdan bilgi edinme yolları sadece akıl ve duyu organları olmayıp aynı zamanda Mâtûrîdî’nin “haber sahîh” dediği Peygamber’den bize aktarılan vahyî bilgidir.

İnsan bütün bu bilgi yollarını kullandığı zaman görür ki bu âlem belli bir amaç için yaratılmıştır. İnsan bu amacı elde etmek için Allah tarafından bir sorumlulukla görevlendirilmiştir. İnsana böyle bir sorumluluk yüklendiğine göre insan, sadece bunu yerine getirebilecek bir yapıda yaratılmakla kalmamış aynı zamanda bunu seçebilmesi için bir cüz’i ihtiyari ile donatılmıştır.

O halde insan hür olarak istediği yolu seçer ve bunu kendisi yerine getirir, bu yüzden sorumluluk da kendisine aittir. Onun için insan fiillerini Allah yaratır ancak bu fiillerin sahibi bunların seçicisi olan insandır. Kelamın tartışmalı konularına girmeden doğrudan Mâtûrîdî’nin görüşleri üzerine yoğunlaşmaya çalıştığımızdan onun Mutezile gibi diğer okullarla girdiği tartışmaları burada ele almamız mümkün değildir.

Allah’ın Kur’an’da anlatılan isimlerinden sıfatları olduğunu çıkarabiliriz. Ancak bu sıfatlar insan sıfatları gibi olmayıp Allah hakkında mecazi olarak kullanılırlar. Âlemin ezelî olduğunu savunan bir kimse “Allah ezelden beri yaratıyor (lem yezel khâlikan)” anlamında bunu savunuyor ise aklımız bunu kabul edebilir. Aksi halde âlem bizzat kendinden ezeli olamaz. Allah bu yaratması ile insanı muhatap alıp ona rehberlik etmesi için peygamberleri göndermiştir. Onun için insan inanmakla mükelleftir ve bu inanmanın getirdiği yükümlülük ise dinin emrettiği âhlaki bir yaşantıdır. Bu emirler de Kur’an’da açık ve net bir şekilde bizlere iletilmiştir, bizler bunu aklımızla ancak belli fıkıh yöntemleri ile çıkarır uygulamaya dökeriz.

İnsanın Allah tarafından yüklenen bu zorlu görevde başarılı olabilmesi için hakiki imanı elde etmesi gerekir. İman ise, Mâtûrîdî’ye göre, kalp ile tasdik, dil ile ikrardan ibarettir. Onun için amel imanın bir parçası değildir. O halde iman eksilmez veya bir mal gibi de çoğalmaz, ancak sürekli yenilemeyle (tecdid iman) ve tekraratla artabilir yani daha da güçlenebilir. Diğer taraftan anadan babadan görerek elde edilen bir inanç taklidle iman olduğundan bu tür iman her zaman zayıflayabilir ve kayboluverir. O halde tahkik ile yani araştırarak ve aklımızı kullanarak imanı elde etmeliyiz. Bunlara ilaveten insan sadece akıldan ve duyulardan meydana gelmiş bir varlık olmayıp nefsinin çok çeşitli arzu ve istekleri olan kuvveleri vardır. İnsan bu arzu ve isteklere mağlup düşerek kötülük işleyebilir. Böyle bir durumda ümitsizliğe kapılıp kötülüğe devam edilmemeli, aksine tövbe ederek bu yoldan derhal geri dönmelidir. İmanı olan günahkâr bir kulu Allah affetmezse cezalandırdıktan sonra imanı için onu cennetle mükâfatlandıracaktır. İnsan ve varlık âleminin hedefi bu ebedi saadettir.

Mâtûrîdî’nin birçok görüşleri maalesef henüz basılmamış olan tefsirinde daha ayrıntılıdır. Bu bakımdan onun görüşlerini sistemleştirmede zorlandığımızı itiraf etmeliyiz. Bu görevi tam olarak başarabilmemiz için bütün bu eserlerin gün ışığına çıkarılmasına ihtiyaç vardır.

 

2.  Aristo Geleneğinin (Meşşâ’î) Temsilcisi Olarak Fârâbî

Fârâbî’nin de hayatı hakkında pek bilgiye sahip değiliz. Türkistan’ın Fârâb vilayetinin Vâsic kasabasında 870 civarlarında doğduğu tahmin edilmektedir. Babasının halifenin ordusunda bir kumandan olduğu belirtilmektedir. Bu gösteriyor ki babası bu göreve getirilince Bağdat’a taşınmışlar ve Fârâbî burada yaşamıştır. İyi bir eğitim aldığı tahmin edilmektedir. 942’de Hamdanî sultanı Seyfud-Devle’nin daveti üzerine Şam’a gitmiş ve 950 tarihinde ölünceye kadar burada yaşamıştır. Hıristiyan Aristoculardan Yuhanna ibn Heylân’dan Aristo felsefesi dersi almıştır[28]. Fârâbî’nin tıp dışında hemen hemen her bilime dair eserleri mevcuttur ve bunların bir çoğu zamanımıza kadar ulaşmıştır[29]. Bu eserlerinde Fârâbî tek tek çeşitli felsefî ve bilimsel konuları incelemiş ve kendi görüşlerini sistemli bir şekilde geliştirmiştir. Ancak onun felsefî sistemini, kısaca Medinet’ul-Fâdila olarak bilinen Mebâdi’ Âra’ Ehl’ul-Medinet’ul-Fâdila adlı eserinden özetleyebiliriz.

Bu eser, her ne kadar sadece sonuç kısmı belki de Fârâbî tarafından fazla vurgulandığı için siyaset felsefesi olarak tanıtılmış ise de aslında onun tüm sisteminin bir özetidir. Bundan anlaşılıyor ki Fârâbî’ye göre siyaset felsefesi, belli bir bilgi ve varlık felsefesi üzerine kurulabilir. Buna göre bilginin temeli kavramlardır. Kavramların bilgisi mantık biliminde tanımlar yoluyla elde edilir. Nesneler hakkındaki bilgimizi ise, duyular yoluyla elde eder, kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerle ifade ederiz. Nesnelerden genelleme yoluyla soyutlanan bilgiler akıl yürütme (kıyas) ile ilişkilendirilir ve böylece en üst düzey olan evrensel bilimsel bilgiye ulaşılır. Elde edilen her bilgi bir varlığın bilgisidir. Her varlık ise ya mümkün, ya zorunlu ya da mümteni’dir.

Mümkün varlık, var olması kendinden olmayan ve varolabilen fakat bunun için kendi dışında bir varlığa muhtaç olan şeylerdir. Mümteni’, varolması mümkün olmayan varlıktır. Zorunlu varlık ise var olması için hiçbir şeye muhtaç olmayan varlıktır. Böyle bir varlık zorunlu olarak var olduğundan buna Vâcib’ul-Vücûd denir ve bu dinde Allah kavramı ile ifade edilmektedir.

Allah birdir, çünkü birden fazla olsa yaratıcılar sonsuz olurdu. Tüm varlığın varolmasını O’nunla açıklayabildiğimize göre herşey O’ndan gelmektedir. Bu gelme sudûr yoluyla olur. O’ndan ilk sudûr eden varlık Akl-ı Evvel’dir (İlk Akıl). Evrensel ve mutlak düşünceyi temsil eden bu İlk Akıl Allah’tan sudûr ettiği için mükemmel olsa da artık O’nun gibi değildir. Bu yüzden bir vecihle O’nu müşahede etmeye müştak, diğer bir vecihle kendi kendini izlemektedir. Birinci vecih itibariyle bu Akıl’dan bir Nefs zuhur eder, ikinci vecih itibariyle de şeffaf bir küre oluşur. Bu küreye “felek” denmektedir ve bu felek, astronomide evrenin en dışını oluşturan sabit yıldızlar küresini temsil etmektedir. Sonra bu İlk Akıldan sırasıyla ve aynı yolla dokuz felek (şeffaf küre) ve bunların Akılları ve Nefsleri (Evrensel Ruh) birbirinden sırasıyla sudûr ederler. Bunlardan en sonuncusu, onuncu akıl olan Fa’al Akıl’dır ve bunun küresinde ay yer almaktadır; bu yüzden buna ‘Ay Küresi’ de denir. Güneş, merih, Mars, Venüs gibi diğer bütün gök cisimleri Ay küresi ile sabit yıldızlar küresi arasında kalan kürelerde yer almaktadırlar.

Bu küreler Allah’a olan iştiyaklarından dolayı dairevî bir hareket içindedirler ve bu yüzden bunlara âdeta asılı gibi duran gezegenler ve diğer gök cisimleri hareket etmektedirler. Bu şekilde çizilen metafizik bir astronomi çerçevesinden hareketle Fârâbî, felsefî sisteminin temelini oluşturmaktadır. Bu metafizik çerçeve içerisinde astronomisini ayrıca kurmakta ve bunu matematiksel hesapla takvim oluşturmaya esas almaktadır. Fârâbî’ye göre Fa’al Akıl yer kürede ilk önce şekilsiz olan saf maddeyi (heyula) harekete geçirir ve şekil kazanmasına sebep olur. Zaten “ilk madde” olarak da adlandırılan bu saf madde bil-kuvve şekil almaya müsait olup Allah’a olan sevgisinden (‘işk) dolayı bu harekete hazırdır. İlk maddenin şekil almasıyla hava, ateş, su ve toprak olarak dört unsur ve bunlardan da sırasıyla mineraller, madenler, hayvanlar, bitkiler ve insanlar varlık mertebelemesinde yerlerini alırlar. Her bir varlık mertebesinin, altındakilere rüçhaniyeti daha doğrusu üstünlüğü ve üstündekilere ise eksikliği, noksaniyeti vardır. İnsan yer kürenin en üstün varlığıdır. Bu yüzden Allah’a en yakın olabilecek ve dine muhatap olabilecek bir kapasitededir. Bu hitabı Fârâbî şu şekilde açıklamaktadır.

Fa’al Akıl, yukarıda görüldüğü gibi yer küremizde etkin olan en önemli semavî varlıktır. Bu aklın nefsi, Cebrail olarak bilinen melek olup Peygamberimiz’le irtibata geçerek ona Allah’tan vahiy getirmiştir. Peygamberlerde akıl yanında hayal kuvvesi çok gelişmiş olduğundan vahiy için Cebrail ile temasa geçebilirler ve ondan aldıkları hakikatları halkın anlayacağı bir dille sembolik olarak onlara anlatabilirler. Onun için onların anlattıkları ile filozofların felsefi sistem içinde nazarî olarak ifade ettikleri bilgiler aynı hakikatın değişik anlatımından ibarettir. O halde felsefe bir bakıma nazarî dindir; din ise, sembolik veya mecâzî olarak ifade edilmiş bir felsefedir. Gerek felsefe gerekse din insanın mutlu olmasını esas alır. Mutluluğun özü ise bilgidir. Bilgi ya nazarî veya amelî olur. Bunlardan birincisi felsefede elde edilir, ikincisi ise ahlak ilminde elde edilir. Din ise bunu bize fıkıh olarak aktarır. Burada Fârâbî’nin ahlak felsefesinin ayrıntılarına girmeden bu felsefenin bir alt dalı olan siyaset felsefesini de burada sistemine esas aldığımız Medinet’ül-Fadila adlı eserinden çok kısa aktaralım.

Burada kısaca özetlediğimiz gibi tekâmüle dayalı bir âlem anlayışı sergileyen Fârâbî kozmolojisi, insanı hiyerarşik bir varlık anlayışı ile madde âleminin en üst düzeyinde görmektedir. Çünkü insan, sadece bedenden oluşan maddî bir varlık olmayıp aynı zamanda çeşitli duygu ve kuvvelere sahip bir nefesten müteşekkildir. İnsan nefsi akıl ile en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Çünkü insan, aklı sayesinde ilahî vahye mazhar olduğu gibi âhlaki yaşantısı ile diğer bütün hayvanlardan manen ve ruhen çok daha yüksek bir seviyeye ulaşır. Ancak insan bedeni ve nefsinin çok çeşitli ihtiyaçları vardır ve insan bunları tek başına temin edemez. Bu yüzden “teavün” (yardımlaşma) esasına dayalı topluluklar oluşturması insanın fıtratı gereğidir. Bu insan topluluklarının bir kısmı “mükemmel” (olgun), diğer bir kısmı ise “mükemmel” değildir. Bu toplumları da kendi aralarında sınıflandıran Fârâbî böylece kendi felsefî sosyolojisinin temelini atmıştır.

Fârâbî’ye göre, ahlakın temeli en “yüksek hayrı” (el-hayru’l-afdal) veya ‘iyiliği’ elde etmektir. Bunu elde eden toplumlar mutluluğu kazanırlar. Bu ise, ancak her yönüyle tam olarak kurulmuş bir şehirde (el-medînetu’l-mutekâmile) (veya şehir devletinde) gerçekleştirilebilir. Fârâbî’nin, erdemli şehir (el-medînetu’l-fâdila) olarak adlandırdığı böyle bir şehir mükemmel işleyen bir insan bedenine benzer. Böyle bir bedende akıl, idareci olarak nefsin diğer bütün kuvvelerini yönetir. Bedenin bütün organları da buna uyarak her bir kuvve ve organ kendi rütbesinin fıtraten kendine tayin ettiği görevi yerine getirir. İşte erdemli bir şehir de böyledir; en erdemli insan bu şehrin idarecisi (emîr) olur, diğer insanlarda bilgi ve erdemlerine göre oluşan hiyerarşik bir düzen içerisinde idarecinin ve kendi üstlerinin verdikleri görevleri birbirleriyle uyum içerisinde yerine getirirler. Erdemli şehrin en erdemli insanı ancak bir peygamber olabilir, çünkü peygamber vahiy de aldığından fa’al akıl ile temas halinde olacak ve hiçbir zaman hata yapmayacaktır. Ancak peygamber olmadığı zamanlar erdem esasına dayalı çeşitli ilkelere göre belirlenebilecek olan filozoflar idareci olurlar.

Bu özelliklere sahip olmayan toplumlar ise, erdemli şehrin zıttı olarak ‘câhil’ şehire sahip olabilir; veya erdemli şehir insanları gibi aynı bilgilere sahip olup heva ve nefsine yenilerek bu bilgiler doğrultusunda yaşamayan toplumlar olabilir ki bunları da Fârâbî ‘fâsık’ şehirler olarak adlandırmaktadır. Bütün bu şehirleri ve alt sınıflarını ayrıntılarıyla belirleyen Fârâbî, aynı zamanda bu şehir halklarını öldükten sonra âhirette mükâfat ve ceza beklediğini söylemektedir. Böylece Fârâbî en basit bir kavramdan başlayarak belli bir hedefe doğru giden âlem anlayışı içerisinde sistemini kurmuştur. Bu sisteminin ayrıntılarını mantık, fizik, matematik, astronomi ve psikoloji gibi değişik bilimlerde işlemektedir. Fârâbî sadece soyut bir düşünce sistemi kurmakla kalmamış bunları özümseyen ve daha ileri götürmeye çalışan birçok öğrenciler yetiştirmiştir. Böylece genel İslam felsefesi içerisinde Fârâbî Okulu denilen ve İbn Sina’ya kadar uzanan önemli bir okulun kuruculuğunu da yapmıştır[30].

Burada düşünce sistemlerini kısaca sunmaya çalıştığımız Mâtûrîdî ve Fârâbî kendilerinden sonra gelen düşünürleri kendi gelenekleri içerisinde çok ağır bir şekilde etkilemişlerdir. Bir bakıma diyebiliriz ki kelam geleneği Eş’ari ile birlikte tamamen Mâtûrîdî düşüncesi ile şekillenmiş, Aristo geleneğini izleyen düşünürlerin ve bilim adamlarının fikirleri de Fârâbî sistemi ile oluşmuşlardır. Sonraki gelişmelerde bunu daha açık bir şekilde görebiliriz.

 

B.  İlk Türk Devletleri Dönemi Düşünürleri ve Bilim Adamları (950-1100)

En güçlü şahsiyet olarak karşımıza İbn Sina, Bîrûnî ve Gazali çıksa da bu dönemde birçok düşünür ve bilim adamı yetişmiştir.

Ancak bu incelememize sınır olarak aldığımız 1100 tarihinden sonra gelen özellikle Anadolu Selçuklularında İspanya’dan gelip Malatya ve Konya’da ikamet eden İbn Arabî, Sadreddin Konevî, Davud el-Kayserî ve Suhraverdi gibi yine çok büyük düşünürler ve bilim adamları vardır. Biz burada kendimize çizdiğimiz çerçeveye sadık kalarak ilk Müslüman Türk devletlerindeki önemli düşünür ve bilim adamlarını incelemeye çalışacağız. Bu şahsiyetler çok değişik gelenekleri ve düşünce okullarını temsil ettiklerinden düzenli bir sınıflandırma ile bu dönemin bilim ve düşünce tarihini aktarmak gerçekten çok güçtür. Aslında İslam medeniyetinde bilim ve düşünce tarihimizi böyle sistemli olarak anlatan bir eser henüz mevcut değildir.

Bu zorluklar içerisinde genel bir sınıflandırma ile ilim ve fikir adamlarını sunmaya çalışacağız. Bu sınıflandırmamıza bulundukları yerleri veya devletleri esas almamız mümkün değildir, çünkü birçok düşünür o zamanın şartlarında hem Selçuklu ve hem de Hârezmşahlar veya Gaznelilerin himayesinde bulunmuşlardır. Yine içinde bulundukları bilimsel ve fikrî ortam da çok farklılık arz ettiğinden yaşadıkları zaman sırasını esas alarak bir sınflandırma da yapmak çok güçtür. Bu bakımdan fikri geçmişlerini esas alarak bir sınıflandırma içerisinde bunları sunmak bizce en uygun olanıdır. Bu şekilde yaklaşınca 1. Edebiyat ve fikir adamları, 2. Fıkıh geleneğini temsil eden düşünürler, 3. Kelam geleneğinin öncüleri, 4. Tabiat bilimlerine ağırlık veren düşünürler ve 5. Felsefe ve tasavvuf geleneğinde önem kazanan düşünürler olmak üzere beş sınıfta bu dönem düşünür ve bilim adamlarını sunabiliriz. Fakat bu sınıflamamızda bile yine zorluklar olduğunu kabul etmeliyiz, çünkü birden fazla geleneğe sahip şahsiyetler karşımıza çıkmaktadır.

 

1. Edebiyat ve Fikir Adamları 

Gaznelilerden yola çıkacak olursak Ebu’l-Feth Ali ibn Muhammed el-Bustî ile karşılaşırız. Ebu’l-Feth bugünkü Afganistan’ın güneyinde kalan ancak tamamen tahrip edilmiş olan Bust şehrinde doğdu. Doğum tarihini bilemiyoruz ancak kaynaklar onun, 1011’de Buhara’da öldüğünü belirtmektedirler. Sebuktegin Bust’u fethedince Ebu’l-Feth onun himayesine girdi. Sonra bir müddet Gazneli Mahmud’un sarayında ağırlandı. Kendini Arap dilinin önemli bir şairi olarak temayüz ettirmiş bir aydındır. Şairlerin bilgisel faaliyetlerdeki en önemli işlevi soyut düşünceleri anlayabilmeleri ve bunları güzel ifadelere döküp herkesin anlayabileceği bir şekilde genel halk tabaklarına yaymaktır. Ebu’l-Feth, bu görevi başarı ile yerine getirmiş bir şairdir. Gazne’de bu şekilde Mahmud’un himayesinde olan diğer önemli bir şahsiyet de Bedi’uz-zaman el-Hemedânî’dir (ö. 1008). Bu arada yine Gazne sarayının himayesinde olan ve Gaznelilerin tarihini yazan önemli bir tarihçi de karşımıza çıkmaktadır, Ebu’l-Fadl Muhammed ibn Huseyn Kâtib el-Beyhakî (ö. 1077).

Sorunlar aşamasını işlerken zikrettiğimiz Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hacib, Ahmed Yesevî ve Edib Ahmed Yüknekî gibi şahsiyetleri burada tekrar zikretmemiz gerekmez. Bilgisel yaklaşımı sergileyebilmek için onları daha önce işlememizin gerektiğini yeterince vurguladık. Ancak bunlara ek olarak Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk’ü de zikretmek gerekir. Her ne kadar Nizamülmülk ahkâmu’s-sultâniyye türünden bir eser vermişse de onu Mâverdî (ö. 1058) gibi bir düşünür saymak mümkün olmadığından iyi bir devlet ve fikir erbâbı olarak bu sınıfta yer alabilir. Nizamülmülk, Tus şehrinde 1018’de doğdu. Babası Gaznelilerin idaresinde vergi görevlisi olarak çalışmaktaydı. Sonra babası Selçuklu idaresini seçip Tuğrul Bey zamanında bir devlet görevi üstlendi. İyi bir eğitim alan Nizamülmülk Alp Arslan zamanında vezirliğe getirildi.

Ünlü eseri, Siyasetnâme’yi 1091’de yazdı. Toplam elli bölümden oluşan eser, devlet başkanına öğüt verici ibretli hikâyelerle süslenmiştir. Son on bölümü ise, devleti yıkan tehlikelerin neler olabileceğini konu edinmektedir. Melikşah zamanında da vezirlik görevini yürüten Nizamülmülk Alp Arslan gibi bir Hasan Sabbah fedaisi tarafından 1092’de öldürülmüştür. Alp Arslan’ın emriyle kurdurduğu medreseler onun adıyla Nizamiye medreseleri olarak anılır ve bunlar içerisinde Gazali’nin ders verdiği Bağdat Nizamiyesi en önemlisidir.

Bu gelenek içerisinde kısaca bahsedebileceğimiz bir müfekkir de Hakîm Ata’dır. Hârezm’de doğup büyüdüğü tahmin edilmektedir. Asıl adı Süleyman Bakırğânî olan Hakîm Ata’nın ölüm tarihi olarak yaklaşık 1186 verilmektedir. Ona “Hakîm” (bilge) adını veren Ahmet Yesevî’nin öğrencilerinden ve müritlerindendir[31]. Büyük bir şair ve mutasavvıftır. Ancak kelam ve diğer bilimlere dair eseri mevcut değildir. Ona atfedilen üç eserden bahsedilmektedir: Bakırğân Kitabı (Kazan, 1846’da basılmıştır), Ahirzaman Kitabı (Kazan, 1847’de basılmıştır), Hazret-i Meryem Kitabı (Kazan, 1878). Bunların hepsi belli konuları ele alan ve toplumu aydınlatmaya çalışan şiirlerden oluşmaktadır. Onun için bu dönemin önemli edib düşünürlerindendir[32].

 

2. Fıkıh Geleneğini Temsil Eden Düşünürler 

Bu dönemde yetişen fakihler o kadar çoktur ki bunların hepsini saymak elbetteki mümkün değildir. Ancak önemine binaen ve sonraki yüzyıllardaki etkisini de göz önüne alırsak karşımıza Muhammed ibn Ahmed ibn Abî Sehl Ebu Bekr el-Serahsî çıkmaktadır[33]. Hayatı hakkında geniş bilgiye sahip değiliz. 11. yüzyılda Maveraünnehir bölgesinde yaşamıştır. Eserlerinin çoğu fıkıh ile ilgilidir. Usulu’l-Fıkh, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir ve Mabsut bu konudaki en önemli eserleridir. Şeybânî olarak bilinen İmam Muhammed’in önemli şarihlerindendir. Hanefi mezhebine bu açıdan çok hizmet etmiştir. Uzun zamanlar Osmanlı Devri’nde bile Hanefi ulemasının başvurduğu eserleri İslam fıkıh tarihinde bu açıdan önemli bir yere sahiptir. En önemli şârihi de Kasım ibn Kutlubuğa’dır (ö. 1474). Serahsî’nin hayatını da Tâcu’t-Terâcim adlı şerhinde kaleme alan İbn Kutlubuğa’ya göre Serahsî Fergana’da 1106 yılında öldü[34].

Ebu’l-Leys el-Semerkandî bu dönemin diğer önemli bir Hanefi fakih düşünürüdür. Her ne kadar fakih olarak şöhret yapmış ise de bir kelamcı olarak aynı üne sahiptir. Ancak aşağıda inceleyeceğimiz diğer kelamcılarla boy ölçüşecek düzeyde bir eser verememiştir. Bu konuda Ebu’l-Leys meşhur Hanefi inanç sistemini sergilediği Akîde adlı eseriyle bilinmektedir. Kaynaklar ölüm tarihini 983 ile 1002 arasında göstermektedir[35]. Buna ek olarak bir de Tefsir’i vardır. Bundan da çok yönlü bir düşünür olduğu anlaşılmaktadır. Bu eser, İbn ‘Arabşah (ö. 1450) tarafından Osmanlıcaya çevrilmiştir. Fıkıh konusundaki diğer bir önemli eseri de Hizânetu’l-Fıkh adlı kitabıdır. Ayrıca çeşitli değişik Hanefi fukahasının görüşlerini karşılaştırmalı olarak inceleyen bir de Muhtelifu’r-Rivaye adlı eseri mevcuttur. Yine bir nevi Gazali’nin İhya’sı gibi Ebu’l-Leys’in de Tenbîhu’l-Ğâfilîn ve Bustânu’l-‘Ârifîn adlı iki eseri vardır.

Bu sınıf düşünürler arasında Gazali’yi de zikretmemiz gerekir. Gazali çok yönlü bir düşünür olduğundan onu bütün bu sınıflar içerisinde zikredebiliriz. Ancak tekrarı önlemek için biz onu felsefe-tasavvuf geleneği içerisinde sunacağız.

 

3.  Kelam Geleneğinin Öncüleri 

Felsefe ve tasavvuf geleneği içerisinde görüşlerini sunacağımız Gazali dışında bu dönemin önemli kelamcıları arasında iki önemli simadan birisi Şehrestânî, diğeri ise İmamu’l-Haremeyn olarak bilinen ve Gazali’nin de hocası olan Cuveynî’dir. İmâmu’l-Haremeyn unvanı ile anılan Ebu’l-Me’âlî Abdulmelik el-Cuveynî 1028 tarihinde Nişabur’da doğdu. Çok başarılı bir öğrenci olduğundan babasının ölümünde sonra çok genç bir yaşta onun yerine müderris tayin edildi ve burada ders vermeye başladı. Bu sırada Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’in Eş’arî kelâmına olan ters tutumu özellikle veziri el-Kundurî’nin Eş’arîleri diğer bozuk mezheplerle bir tutması ve Cuveynî gibi ulemanın öğretimine karşı olması Cuveynî gibi birçok düşünürün buradan kaçmasına yol açmıştır. Cuveynî de buradan ayrılarak önce Bağdat’a geldi sonra 1058 yılında da hacca gitti ve hem Mekke’de hem de Medine’de kalarak buralarda bir süre ders verdi. Bu iki şehirde de ders vermesinden dolayı ona “İmâmu’l-Haremeyn” unvanı verilmiştir. Nizamülmülk vezir olunca Selçuklu siyaseti değişti ve Cuveynî tekrar Nişabur’a döndü. Nizamülmülk burada Bağdat’ta olduğu gibi bir Nizamiye medresesi kurarak başına Cuveynî’yi getirdi. Burada 1085 yılında ölümüne kadar ders veren Cuveynî birçok önemli düşünür ve Gazali gibi filozof yetiştirmiştir. Bu bakımdan kelam geleneğini kendinden sonraki devirlere sağlam temeller üzerinde aktardığını söyleyebiliriz. Bunu neşrettiği ve bize kadar ulaşılan eserlerinde de açıkça görebiliriz. İslam hukuk felsefesinin önemli bir kaynağı olan Kitâbu’l-Burhân fî Usûlu’l-Fıkh adlı eseri günümüze kadar bu konuda kaynaklık etmiştir. Düşünce yönünde kelam geleneğinin önemli bir eseri de onun Kitâbu’l-İrşâd ilâ Kavâti’u’l-Edille adlı kitabıdır. Bu konuda kısaca el-Şâmil olarak bilinen bir kitabı sadece elyazma olarak mevcuttur.

Görüldüğü gibi Cuveynî fıkıh ile ilgilenmiş olsa bile bunu daha ziyade kelam açısından yapmıştır. Onun meyli daha ziyade felsefî düşünceden tarafa olduğundan Gazali gibi bir öğrenci yetiştirmiştir. Bu açıdan Kelam geleneğinin Eş’arî okulu Cuveynî ile daha felsefî bir yol tutmuştur. Böylece eski dönem Eş’arilik bir açıdan tamamen yön değiştirmiş ve hemen yaklaşık bir yüzyıl sonra gelen Fahreddin Râzî gibi temsilciler daha da felsefî bir karakter kazanmışlardır. Hatta Paul Craus’a göre Râzî felsefe ile kelamı tam anlamda meczetmiştir[36].

Bu yaklaşımda Aristo mantığı başta olmak üzere mantık çalışmaları hız kazanmış ve fizikte atomcu yaklaşım bir derece ikinci plana itilmiştir. Bilgi teorisi çok önemli bir konuma gelmiş ve daha sonraları neredeyse bütün felsefî sistemler bu sorunla işe başlamışlardır.

Burada kısaca bahsetmek istediğimiz kelam geleneğini bu dönemdeki diğer önemli temsilcisi Ebu’l-Feth Muhammed ibn ‘Abdulkerim ibn Ahmed Tâcuddin el-Şehrestânî 1086 tarihinde bugünkü Türkmenistan topraklarında kalan Şehristân’da doğdu[37]. İlk öğrenimini burada tamamladıktan sonra Nişabur’a yüksek ilimleri tahsile gitti. Burada devrin önemli âlimlerinden Ebu’l-Kâsım Salmân el-Ensârî (ö. 1118) ve Gazali’nin meslektaşlarından Ebu’l-Muzaffar Ahmed el-Hafî’den (ö. 1106) ders aldı. Sonra hacca ve oradan Bağdat’a gitti. Burada Selçuklu Nizamiye Medresesi’nde bir müddet ders verdikten sonra 1120 civarında memleketine döndüğü belirtilmektedir. Sonra Merv’de Sultan Sencer’in hizmetine girdi ve onunla yakın arkadaşlık kurdu. Guzların Merv’i ele geçirmesinden sonra buradan ayrılarak Şehristân’a döndü ve burada 1153 tarihinde vefat etti.

Şehrestânî kelam tarihi açısından çok önemli bir bilim adamımızdır. Onun çok iyi bilinen el-Milelve’n-Nihel adlı eseri bir dünya felsefe tarihidir. Eski Yunan felsefesinin başlangıç dönemi olan Tales ve Elea okullarından başlayarak Eflatun, Aristo ve daha sonra gelen İskenderiyeli şârihlere kadar ve daha sonra İslam medeniyeti içerisinde birinci yüzyıldan başlayarak kendi gününe kadar bütün düşünce okulları hakkında bize çok önemli bilgiler vermekte ve bunların görüşlerini özetlemektedir. Bir çok Batı dillerine de tercüme edilen bu eser ilk dönem İslam bilim ve felsefe tarihi için önemli bir kaynaktır[38]. Bu eser Türkçeye de Nuh ibn Mustafa (ö. 1660) tarafından çok erken bir dönemde çevrilmiştir ve bunun bir İstanbul 1862 baskısı mevcuttur. Şehrestânî’nin kelam geleneği içindeki önemli eseri Kitâb Nihâyeti’l-Akdâm fî ‘Ilmi’l-Kalâm adlı kitabıdır[39].

Diyebiliriz ki Şehrestânî Aristo geleneğindeki (Meşşâ’î) filozoflar gibi çok sistemlidir. Ortaya koyduğu sistemini kısaca şöyle özetleyebiliriz. Bütün bilimlerin temel konusu varlıktır. Varlığı anladığımız nispette ve anlayış şekillerimize göre nasıl sınıflandırıyorsak o kadar da bilim vardır. Diğer bir ifadeyle Şehrestânî’ye göre her bir bilim her bir sınıf varlığı incelenmektedir. Varlık ise duyularımıza hitap eden tek tek nesnelerin bıraktığı izlenimlerden oluşturulan bir bütün içerisinde değerlendirilebilir. Bu açıdan bakınca aklımız hemen idrak eder ki varlık için bir kaynak vardır ve her kaynakta olduğu gibi varlıkta da bu kaynak en üst varlıktır. Bu varlık Tek’tir, ‘Allah’ adıyla anılan bu yüce varlık, aklımıza sadece fiilleriyle hitap etmektedir. Fakat bu fiilerden onun ‘hüviyyeti’ne dair bir bilgi çıkarabiliriz. Bunu yapmaya çalışan bilim ise kelamdır. Varlık Allah’ın yaratması ile ilk önce İlahi bir düzen içerisinde bir kimlik kazanır, sonra maddî âlem içerisinde bir düzenle varoluş kazanır. Bu varoluş düzeni birbirini takip eden yedi devirle oluşur; başlangıç noktası, âlem-i şer’iyye (müste’nef) olan bu dünya; nihai noktası ise dar-ı karar olan öbür dünyadır.

Allah’ın, Kur’an’da belirtildiği gibi, Esmaü’l-Hüsna’sı (Güzel İsimleri) vardır. Esmâ ve sıfat her şeyin kaynağı olarak bu âlemi bir ayna gibi kendi tezahürleri ile doldurmaktadır. Bunların cilveleri ve yansımaları her şeyde aklımızla okunabilir. Ancak bu yansımalar temelde paralel iki yol gibi sözlü ifadeler (kelîmât kavliyye) ve fi’lî ifadeler (kelîmât fi’liyye) olarak tezahür ederler. Birincisi vahiy, ikincisi ise peygamberler ve onların vârisleridir. Bu dinamik yapı iki ilke etrafında bir hiyerarşik varlık bütünlüğü oluşturur; terettüb ve tezad. Birinci ilke varlıkların bir düzen içerisinde bulunmalarını sağlar, ikincisi ise, varlığı her zaman hayır tarafından şer tarafına yönlendirir. İşte böyle bir varlık hazinesinde insan ahlaki bir tutum ve peygamberlerin önderliği ile şer tarafında kurtulma ödevi ile görevlendirilmiştir. Bu düzen içerisinde yukarıda da belirttiğimiz gibi her bir varlık sınıfı bir bilim türünü temsil etmektedir. Mesela varlıklardan soyutlanarak adetlerini alıp buna dayanarak ilkeler ortaya koyma aritmetik (hisâb) olduğu gibi, maddeyi soyutlamadan madde yönü ile incelemek de fizik (tabi’iyyât) bilimini oluşturur. Bu bilimlerin yöntemini ise bizler konularına uygun bir şekilde geliştiririz.

Şehrestânî ile artık ilk Müslüman Türkler Dönemi’ni de geçmiş bulunuyoruz. Kelam geleneğinin bundan sonra nasıl bir seyir takip ettiğini izleyecek olursak diyebiliriz ki Râzî ve Tûsî dışında önemli bir kelamcı düşünür gelmemiştir (Gazali’yi felsefe-tasavvuf geleneğinde görmek şartıyla). Bu açıdan burada sunmaya çalıştığımız düşünce tarihi aslında ikiyüz senelik bir dönemi de kapsamakla birlikte diyebiliriz ki bu dönem İslam düşünce tarihi altın çağıdır. Yüzlerce bilim adamı ve filozof bu dönemde (700/1300) yetişmiştir.

Bu dönemin ilk zikredilmesi gereken bilim adamı Ebu Abdullah Muhammed ibn Ahmed ibn Yusuf el-Kâtib el-Hârizmî olabilir. Hayatı hakkında pek bilgiye sahip değiliz. En önemli ve sonraki bilimsel ve felsefî çalışmalarda çok etkisi olan meşhur bilimler ansiklopedisi diyebileceğimiz eseri Mefâtihu’l-‘Ulûm adlı kitaptır. Bu kitabını Hârezmî Sâmânî emiri Nuh ibn Mansur’un (976-997) veziri Ebu’l-Hasan ‘Utbî’ye ithaf etmiştir. Bu eser temel olarak iki bölüme ayrılmıştır: 1. Dinî ilimler, bu bölümde fıkıh, kelam, nahiv (Arapça grameri), kitabet, şiir ve tarih gibi Müslümanların tesis ettikleri bilimler ve konuları özetlenerek mahiyetleri ve sorunları anlatılmaktadır; 2. Yabancı ilimler (‘ulûmu’l-‘acem), bu bölümde de Yunan medeniyetinden alınan felsefe, mantık, tıp, aritmetik, geometri, astronomi, astroloji, müzik, kimya, ve teknoloji bilimler ve konuları anlatılmaktadır[40].

Şüphesiz ki bu dönemde tabiat bilimlerine ağırlık veren bilim adamlarının başında İbn Sina ve Bîrûnî gelmektedir. Ancak İbn Sina’nın felsefî kişiliği ağır bastığı için onu felsefe ve tasavvuf geleneği içerisinde inceleyeceğiz. Burada Bîrûnî’yi ve İslam bilim tarihine katkılarını sunmaya çalışacağız. Ebu Reyhân Muhammed ibn Ahmed Bîrûnî, Hârizm’de Kâs şehrinin dışta kalan mahallesinde (Farsça bîrûn) 973 yılında doğmuştur. İlk öğrenimini burada tamamladıktan sonra Sâmânî emiri Mansur ibn Nuh’un himayesinde bilimsel çalışmalarına başladı. İbn Sina ile meşhur bilimsel yazışmalarını bu sıralarda yapmış olmalı. Bundan sonra Cürcan ve Rey şehirlerinde bir müddet kaldı. Cürcan’da bulunduğu sıralarda Sultan Kâbus’a ithaf ettiği meteoroloji kitabını yazdı (yaklaşık 1000). Gazneli Mahmud Hârezm’i fethettikten sonra Bîrûnî’yi de diğer birçok düşünür ve bilim adamlarıyla birlikte Gazne’ye götürdü (1017). Mahmud’un Hindistan seferine katıldı ve burada Sanskrit öğrenerek Hint tarihi çalıştı. Târihu’l-Hind adlı kitabını ve (1030) çok önemli olan geometri, aritmetik, astronomi ve astrolojiye dair Kitabu’t-Tafhîm li-Awâ’il Sina’ati’t-Tencîm adlı eserini burada telif etmiştir[41]. Yine 1030 yıllarında Kitâbu’l-Kânûn el-Mes’udî fi’l-Hay’a ve’n-Nucûm adlı eserini tamamlayarak Sultan Mesud’a ithaf etmiştir. Nihayet 1048 yılında büyük ihtimalle Gazne’de öldü. Bîrûnî, matematik, astronomi, fizik, coğrafya, tarih, dil bilimleri ve antropoloji gibi bilimlerde eserler üretmiş çok önemli bir bilim adamıdır. Onun bilim tarihindeki yeri sadece burada zikrettiğimiz bir kaç eseri ile ölçülemez. Bilimsel başarıları eserleri tek tek incelenerek ancak ortaya konabilir[42].

Bîrûnî ve İbn Sina dışında Hârezmşahlar himayesinde çalışmalarını sürdüren ve Seyyid İsmail olarak bilinen İsmail ibn Huseyn el-Cürcânî’yi burada zikredebiliriz. Ömrünün büyük bir kısmını Hârezm’de geçirdiği belirtilmektedir. Farsça olarak kaleme aldığı Zahîre-i Hârezmî adlı meşhur tıp kitabını, Kutbuddin Muhammed’e (1097-1127) ithaf etmiştir. Sonra Hârezmşahlardan Atsız ibn Muhammed’in (1127-1156) isteği üzerine el-Khuffîyyi’l-Âlâ’î adlı daha kısa eserini yazdı. Daha sonra Selçuklu sultanı Sencer’in himayesinde çalışmalarına Merv’de devam eden Seyyid İsmail Cürcânî burada 1136 yılında ölmüştür. Zahîre-i Hârezmî çok iz bırakmış bir tıp el kitabıdır ve Türkçeye özet halinde çevrilmiştir. Bunun dışında felsefe ve astronomi üzerine yazılmış birçok eseri, sadece el yazma olarak günümüze kadar gelmiştir.

 

5.  Felsefe ve Tasavvuf Geleneğinde Önem Kazanan Düşünürler 

Tasavvufu burada felsefe geleneği ile beraber zikretmemizin sebepi, Gazali ve hemen sonra İbn Arabî ile beraber sufi geleneğinin tamamen felsefi bir karaktere bürünmesindendir. Hatta burada sunacağımız İbn Sina bile tasavvufla ilgilenmiş ve bu konuda eserler vermiştir. Nitekim bu dönemden hemen sonra gelen Suhraverdî gibi ünlü filozoflar tasavvufa felsefe kapısının açılmasında öncülük etmişlerdir. Diğer bir deyişle bu devirden sonra tasavvuf ilk devir sufilerin karşı çıkmalarına rağmen felsefeyle büyük ölçüde bütünleşmiştir. Diyebiliriz ki Davud el-Kayseri, Sadreddin Konevî ve daha sonra gelen Mir Dâmâd ve Sadrâ gibi ünlü mutasavvıf filozoflarla 17. yüzyılda bu sufi felsefe geleneği zirveye ulaşmıştır. Hallac, Bâyezid el-Bistâmî, Muhâsibî ve Juneyd el-Bağdâdî ile başlayan tasavvuf okulu bu devirde gelen Serrâc, Kuşeyrî, Necmuddin Kübrâ ve Necmuddin Râzî Dâya ile yarı felsefî bir kisveye bürünmüş ve 13. yüzyıldan sonra Gazali, Suhraverdî ve İbn Arabî gibi düşünürlerin etkisiyle tamamen felsefî bir karakter kazanmıştır.

El-Serrâc olarak bilinen Ebu Nasr Abdullah ibn Ali, Horasan’da Tus şehrinde 10. yüzyılın ortalarında doğdu ve yine 988 tarihinde burada öldü. Tasavvuf geleneğini değişik bir mecraya taşıyan düşünürlerden ilki olarak algılanabilir. Tasavvuf tarihi ve tasavvuf deyimleri ansiklopedisi olan en önemli eseri Kitâbu’l-Luma’ adlı kitaptır[43]. Bu kadar önemli bir eser vermiş olmasına rağmen hayatı hakkında pek bilgi mevcut değildir. Bu eseri ile ayrıca tasavvufta bu tür eserlerin yazılmasına bir öncülük etmiştir. Kuşeyrî olarak bilinen ve ayrıca kelam ile de ilgilenen Ebu’l-Kasım Abdulkerim ibn Havâzin de er-Risâletu’l-Kuşeyriyye fî ‘ilmi’t-Tasavvuf adıyla bu türden bir eser vermiştir[44]. Kuşeyrî 986 yılında Horasan’ın kuzeyinde Ustuvâ şehrinde doğdu ve öğrenimini burada gördü. Nişapur’a bir iş için gittiği sırada burada Şeyh Dekkâk ile tanıştı ve ilgisini çekmesi üzerine tasavvufu ondan öğrenerek orada kaldı. Ayrıca fıkıh ve kelam tahsiline de burada devam etti. Şeyh Dekkâk’ın kızı ile evlendi ve ölümünden sonra onun halifesi olarak şeyhlik görevini üstlendi. Kendisini kurduğu medresede burada ders verdi ve birçok öğrenci yetiştirdi. 1056 yılında Bağdat’a gitti, halifenin emri üzerine burada ders vermeye başladı. Bir müddet Tus’da ikamet ettikten sonra Alp Arslan zamanında tekrar memleketine döndü ve 1072 yılında vefatına kadar burada yaşadı. Çok yönlü bir mutasavvıf olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. Görüşleri nedense daha ziyade tasavvuf eksenli olarak neredeyse tamamen Risâletu’l-Kuşeyriyye üzerinde yoğunlaşmıştır. Hâlbuki Kuşeyrî’nin bir de Letâifu’l-İşarât adıyla tasavvufî tefsiri ve ayrıca kelam ve fıkıha dair eserleri mevcuttur. Risâletu’l-Kuşeyriyye’de tasavvufun temel ilkelerini ve tasavvuftaki ana kavramları ayrıntılı olarak ele almaktadır.

Tasavvuf geleneğinin bu dönemde Gazali’yi atlayarak Serrâc ve Kuşeyrî’den adeta geçiş aşamasını teşkil edebilecek iki önemli temsilcisinden de bahsedebiliriz. Ancak artık felsefî tasavvuf döneminde gelmiş olmalarına rağmen gelenek olarak Serrâc ve Kuşeyrî’yi andırmaktadırlar. Bu bakımdan sadece kısaca bahsederek geçebiliriz. Necmüddin Kübrâ olarak bilinen Kübrevî tarikatının kurucusu, Hârezmli Ebu’l-Cennâb Ahmed ibn Ömer (1145-1220), Kuşeyrî gibi çok yönlü bir düşünürdür. Fıkıh ve kelam çalışmış bu konularda eserler vermiştir. Çok seyahat ederek Anadolu ve Mısır’a kadar gidip buralarda yaşamıştır. Çok önemli öğrenciler yetiştirmiştir ve bunlar belirtmeye çalıştığımız tasavvuf geleneğinin felsefi kisveye bürünmesinde önemli rol oynamışlardır. Bunlardan birisi de Necmüddin Râzî Dâya’dır (1177-1256). Necmüddin Râzî üstadı Necmüddin Kübrâ gibi çok seyahat etmiş ve Konya’da Mevlâna ile, Sadreddin Konevî ile sohbetlerde bulunmuştur. Şihabuddin Suhraverdi ile de buluşmuş ve onunla fikir alışverişinde bulunmuştur. Bütün bu çağdaşları ile felsefe-tasavvuf geleneğinin temsilcilerinden olduğu anlaşılmaktadır. Tabi bunlardan bir kısmı, özellikle Mevlana, felsefeye karşı olduklarını açıkça ifade etmişse de bundan biz onların Aristo felsefî geleneğini kasdettiklerini rahatlıkla anlayabiliriz. Çünkü Meşşâ’î olarak bilinen bu gelenek kalbe gerekli önemi vermiyor ancak sadece akıl ile her insan sorununun çözülebileceğini savunuyorlardı. Bizim burada yeni bir yorumla sunmaya çalıştığımız felsefe-tasavvuf geleneği ise kalp ile aklı birleştirmeyi amaçlamıştır. Ancak bunu felsefî açıdan yapabilmek için gerekli bilgi teorisi henüz ellerinde mevcut değil idi. Bu bilgi teorisini geliştiren düşünür Ebu Hâmid el-Gazalî’dir (1058-1111)[45].

Gazalî’nin hayatı ve fikirleri hakkında o kadar çok eser yazılmıştır ki bunları tekrar etmeye gerek yoktur. Onun için burada sadece onun bu fikirlerin geçiş döneminde oynadığı rolden bahsedeceğiz. Aynı durumda olan bir düşünürümüz de bu dönemin son temsilcisi olan İbn Sina’dır. Bu iki felsefe-tasavvuf geleneği temsilcileri sadece bu yönden biribirleri ile irtibatlı değiller, aynı zamanda aralarında tek taraflı geçen bir felsefî münazaranın da içindedirler. Tek taraflı bir münazara diyoruz çünkü bilindiği gibi İbn Sina, Gazalî’den önce yaşamıştır ve onun çağdaşı değildir. Bu açıdan önce onu takdim edelim. Batı’da Latince tercümelerden Avicenna olarak bilinen İbn Sina, öğrecilerinden Cüzcânî’ye hayatını kısaca yazdırdığına göre 980 yılında Buhâra yakınlarında Efşane’de doğmuştur[46]. Öğrenimini Buhâra’da yapmış ancak üstün zekâsından dolayı çok kısa bir sürede kendi zamanına kadar olan bütün bilimsel gelişmeleri elde edebilmiştir. Bunu elde etmesine hocaları yardımcı olamamış kendi kendini eğiterek birçok bilimi bir hoca yardımı olmadan tahsil etmiştir. Bunda Sâmânî idarecilerinin kütüphanelerini onun emrine vermeleri çok etkin olmuştur. Bu bakımdan onların himayesinde bilimsel çalışmalarını sürdürmüştür. Ancak Aristo metafiziğinde zorlanmış ve bunu da Fârâbî’nin şerhleri yardımıyla öğrenebilmiştir. Vezir olarak siyasi bir görev de üstlenmiş ve zamanındaki bütün bilimler üzerine otorite denecek düzeyde eserler vermiştir. Isfahan’da Alauddevle’nin himayesi sırasında çalışmalarını sürdürürken 1037 tarihinde vefat etmiştir.

İbn Sina, Fârâbî gibi çok düzenli bir felsefe sistemi kurmuştur ve bu sistemini üç şekilde önce çok ayrıntılı olarak Kitâbu’ş-Şifâ’da; sonra özet olarak Kitabu’n-Necât’da ve nihayet çok öz olarak da ‘Uyûnu’l-Hikme ve el-İşarât ve’t-Tenbîhât adlı eserlerinde sunmuştur[47]. İbn Sina’nın genel felsefesini özetlemeden önce diğer bilimlerdeki başarılarından kısaca söz edebiliriz. Tıp konusunda ansiklopedik eseri Kânûn fi’t-Tıb yüzyıllarca tıp konusunda Batı ve Doğu dünyasını etkisi altında tutmuştur. Farmakolojide de onun önerdiği ilaçlar hâlâ önemli ölçüde yol göstericidir. Tedavi için kullandığı bitkiler bugün araştırılmakta ve ilaç yapımında kullanılmaya çalışılmaktadır. İbn Sina sadece tıp ile ilgili nazarî kitaplar yazmamış aynı zamanda doktorluk yapmıştır ve bu konuda öğrenciler yetiştirmiştir. Bir doktor olarak ameliyatlar da yapmış ve kendi zamanına göre çok değişik tedavi yöntemleri geliştirmiştir.

İbn Sina fizikte Aristo fiziğini takip etmiş ve bu açıdan Gazalî tarafından da eleştirilmiştir. Zaman Gazalî’nin sebeplilik nazariyesi gibi bazı konularda haklı olduğunu ispatlamıştır. Çünkü İbn Sina sebeplilik konusunda Aristo’nun zorunluluk ilkesini kullanıyordu, Gazalî ise bunu eleştirmiş ve Batı’da ancak David Hume’un 15. yüzyılda geliştirmeye başlayarak Kant’ın 18. yüzyılda ortaya koyabildiği zorunsuzluk ilkesini savunmuştur. Ancak İbn Sina diğer konularda kendi zamanını aşan eserler vererek bilimin ilerlemesinde öncülük etmiştir. Bunun dışında metafizik, matematik, müzik, psikoloji, astronomi, meteoroloji, mineraller, kimya ve ahlak, siyaset, ekonomi gibi bütün bilim dallarında o bilim dallarına katkıda bulunabilecek eserler vermiştir.

İbn Sina insanlık tarihinin ender rastlanan şahsiyetlerindendir. Bilimsel vüs’ati o kadar geniştir ki bunu ancak yıllarca çalışmakla anlaşılabilir. Ne var ki bilim, durağan bir yapıya sahip olmadığından İbn Sina’dan sonra geçen 1000 yıllık sürede ortaya çıkan bilimsel birikimlerin etkisiyle onun bu başarıları çok azmış gibi görünmeye başlamıştır. Eserlerinin bir çoğu Latinceye çevrilmiş ve Batı dünyasını bu şekilde yüzyıllarca etkisi altında tutmuştur.

İbn Sina’nın felsefi sistemi Fârâbî sistemi ile genelde aynıdır. Ancak onunki Fârâbî’ninkinden daha ayrıntılı ve farklı özellikler sergileyen bir yapıya da sahiptir. Fârâbî gibi İbn Sina’nın sistemi de mantıkla başlar, fizik, mekanik, astronomi, biyoloji ve psikolojiyi içeren tabiat felsefesi ve müzik, aritmetik, geometriden oluşan matematik ile devam eder. Sonra metafizik, ahlak, siyaset ve toplum felsefesi ile sona erer. Tıp ilimlerini İbn Sina felsefe ilimleri ile karıştırmamış ve tıbba daha ziyade tecrübi ve deneysel yaklaşmıştır. Tecrübi bilimlerden bir tek mühendislikle ilgilenmemiş ancak fiziğinde ve mekaniğinde mühendislerin kullanabileceği teorik bilgiler vermiştir.

İbn Sina’ya göre, biz var olan her şeyi aklımızla algıladığımıza ve bunu da dille ifade ettiğimize göre bütün insan bilgisi kelimelerle ifade etmeye çalıştığımız kavramlardan oluşur. O halde bilgi, kavramlarla başlar. Yani bir şeyi bilmek istediğimizde onu ifade ettiğimiz kavramı anlayınca onun ne olduğunu bilebiliriz. Ancak kavramlar, duyular yoluyla algılanan nesnelerin de ifade ediliş yollarıdır. O halde duyularımızı kullanmadan sadece kavramlar yoluyla bilgi elde edebiliriz diye bir sonuç İbn Sina epistemolojisinden çıkarılamaz. Bu epistemolojinin açıklamak istediği aynen fizikte yapıldığı gibi bileşik bir cismin mahiyetini anlayabilmek için onu daha basit bileşiklerine ayırdığımız gibi mantıkta da bilgi elde ediş şekillerimizi göstermek için böyle bir tahlile ihtiyaç vardır.

Kavramların bilgisi, tanımlarla (ta’rîf) elde edilir; kavramların duyulara ve akla dayalı olarak bir kurallar zinciri içerisinde birleştirilmesinden ise nesnelerin bilgisini elde ederiz. Belli kurallarla yapılan bu birleştirme işlemi ile “önermeleri” (kadâyâ) elde ederiz. Mantık bilimi, bize bu kuralları verir; biz de bunları tabiata uygularsak fizik bilimindeki bilgileri elde ederiz. Bu şekilde mantıkla hakikat uygulaması İbn Sina felsefesinde bütün bilimler için geçerlidir. Mesela bunu insan bedenine uygularsak bu bilimin de yöntemini kullanıp anatomi bilgilerini elde ederiz. O halde mantık diğer bilimlerin bir yordam âletidir. Ancak önermelerin de düzenli birleştirilmesi bize İslam mantığında kıyas denilen akıl yürütmeyi verir.

İşte İbn Sina mantığı kavram, önerme ve kıyas üçlüsünden oluşmakta ve bunların duyuları da kullanarak varlık modalitelerine uygulanması onun bilgi nazariyesini oluşturmaktadır. Duyularla ilgili açıklamalar mantıkta ele alınmaz zira bunlar psikolojinin (‘ilmu’n-nefs) konusudur.

Varlığın bilgisini nasıl elde edeceğimizi öğrendiğimize göre şimdi bu kurallar dahilinde varlığın bir tahlilini yaparsak onun bir yok hükmünde sayılabilecek olan bil-kuvve (potansiyel) bir ilkeden başlaması gerekir. Bu ilke “ilk madde”dir. Tamamen şekilsiz ve ancak bir ilke olarak var olduğu düşünülebilen bu ilk maddenin hayat ışığı kazanabilmesi için onu harekete geçirecek bir “İlk Sebep”e ihtiyaç vardır; bu İlk Sebep de Allah’dır. Ancak hareket eden bir şey varsa onun hareketi bir yerden bir yere doğru olmalı; bu ilk maddenin hareketi nereye doğrudur? İlk madde şekilsiz olduğu için onun bir şekil kazanmaya karşı aşk ve şevki vardır. Bu sayede ilk madde Allah’ın verdiği bu potansiyel güçle asıl sevgi kaynağı olan yine Allah’a doğru hareket edebilmek için kendisine tayin edilen ilk şekli alır. Ancak buna geçmeden önce ele alınması gereken bir konu varlığın maddeden soyutlanarak incelenebileceği durumlardır. Mesela rakamlar ve müzikteki notalar bu kâbildendir. O halde tabiat bilimlerinden önce bu bilimler çalışılmalıdır. Matematik bilimleri (riyâdiyyât) aritmetik, geometri ve (teorik) müzikten oluşur. Ancak matematik, mantık gibi varlığın bütün alanlarına uygulanabilir; mesela seslere uygulanması şarkıların yapılabilmesine yol açar ve böylece uygulamalı müzik ortaya çıkar. Geometride soyut olarak incelenen şekiller, varlıklara uygulanırsa mühendislik ve mimarlık gibi uygulamalı sanatlar veya pratik (amelî) bilimler doğar.

Şimdi varlığın durumlarını maddi âlemde ele alabiliriz; ilk şekli alan birçok madde olduğu için bunların hepsine birden ait olan bir genel şekil; bir de tek tek bütün varlıklara ait olan hususi şekil vardır. Bunlardan ilkine “biçim”, ikincisine de maddi şekil denir. İlk maddenin şekil kazanmış hali dört unsurdur; ateş, hava, su ve toprak. Bu dört unsurdan sırasıyla, Fârâbî’de olduğu gibi, mineraller, bunlardan madenler ve ondan da bitkiler, hayvanlar ve insanlar varlık sahasına çıkarlar. Varlığın aldığı bu her bir şekil ve mod her bir bileşimin konusunu oluşturur ve felsefe bu bilimleri aynen bu oluş sırasına göre ele alıp inceler. O halde İbn Sina’ya göre mantıktan sonra tabiat ilmi gelir ve bu ilim maddi alemi incelediğine göre önce ilk maddenin oluşum ilkelerini belirler ve sonra buradan minerolojiye, oradan biyolojinin alt dalları olan botaniğe, zoolojiye, anatomiye ve nihayet psikolojiye geçer. Bu sıra tabiat bilimlerinin sona ermesidir. Bundan sonra insanı ele alan bilimler gelir çünkü varlık modları tabiat âleminde insanla son bulur bundan sonra insanı inceleyen bilimler gelir. Bu durumda psikoloji artık insan bilimlerinin başladığı yerdir. İnsan bilimlerinin İbn Sina açısından genel adı “ahlak” bilimidir. Bunun da alt dalları vardır, şimdi kısaca bunları özetleyelim.

İnsan maddi varlığın tepesinde olduğuna göre onun kendi âlemini aşması ancak belli bir âhlaki yaşantı ile mümkündür. Bu yaşantıyı tasavvuf İbn Sina’ya göre mükemmel bir şekilde dile getirmekle beraber sadece bu yaşantı içerisine girip kalmaktadır. Onun için tasavvufun felsefi kavramlarla ifadesi onun zenginleşerek insana daha yararlı bir durum almasını sağlayacaktır.

Bunu yapabilmek için İbn Sina, Risâletu’t-Tayr, Hayy ibn Yakzan ve İşarât’ın “Tasavvuf” bölümü gibi eserleri kaleme almıştır. Ancak insanı iki açıdan ele almak zorundayız; birincisi kişi olarak, ikincisi toplum olarak. Böylece İbn Sina, insan ve toplum felsefesini de oluşturarak bu bilimlerin alt dalları ile beraber sistemini bütünlüğe kavuşturması için varlığın nihayette ulaşması gereken noktayı belirlemeye çalışır; bunu anlamaya çalışan ve böylece bütüncül bir âlem tasavvuru oluşturan bilim İbn Sina’ya göre metafiziktir (ilâhiyyât). Gazalî’nin eleştirdiği konu da işte budur ve bu konu İbn Sina-Gazalî münazarasının temelini oluşturmaktadır. Gazalî’ye göre metafizik bir bilim değildir, hâlbuki İbn Sina bunu bir bilim olarak takdim etmektedir.

Önce Gazalî, “bu bilimin ele aldığı konuya bakalım” der. Âlemin yaratılması, yaratıcının zâtı ve insanın nihâî hedefi. Bu konuları İbn Sina’nın bilgi nazariyesi ile ölçsek dahi insanın bu konularda bilgi edinmesinin mümkün olmadığını görürüz. Bu yüzden bu bilim taklidi kurgular birikiminde felsefe tarihi boyunca filozoflar bir tek konuda bile anlaşamamışlar ve çok değişik fikirler ileri süregelmişlerdir. Çünkü bu sözde bilimde hakikat keşfedilemez, içinde hakikat olarak bize anlatılan bir bilgi varsa o da vahiy yoluyla filozofların peygamberlerden elde ettikleri bilgilerdir. O halde din, metafiziğin yerine geçen İslamî bir mutlak ilimdir. Bu konuları ancak dinden öğrenebiliriz, çünkü bunlar peygamberlere vahiyle bildirilirler, bizim aklımıza uygun bilgiler olduğundan ancak yorum getirmeden ve kendi vahiysel yapısına sadık kalarak biz de onları sistemleştirebiliriz.

İbn Sina-Gazalî münazarasının ayrıntıları da vardır; bunlara bir nebze değinebiliriz. Birincisi, felsefe olgusu; felsefe çalışmanın hükmü nedir? Bu konuda Gazalî felsefenin çok dalları olduğunu gayet açık bir şekilde belirtmektedir, bunlardan sadece metafiziğin bir bilim olmadığını ispat ettikten sonra onun çalışılmasının insana kazandıracağı hiçbir erdem olmadığını belirtmektedir. Bunun dışında fizik, kimya, biyolojoji ve hatta mantık gibi diğer felsefi bilimlerin çalışılması gerektiğini Gazalî açıkça söylemektedir. Bu bilimleri İbn Sina sistemini incelerken tek tek saydık. Yalnız metafizik açısından bile baktığımızda şunu görebiliriz; artık bugün için felsefe anlayışımızda bir değişme söz konusudur. Bugün biz felsefeyi ne diğer bilimlerin bir cinsi olarak, ne de metafiziğin bir üst dalı olarak anlıyoruz. O zaman diyebiliriz ki Gazalî zamanında felsefe kelimesi sadece Aristocu düşünce biçimi için kullanılıyordu. Mesela kelam türünden felsefe yapmaya felsefe denmiyordu çünkü bunlar tamamen değişik bir gelenekten geliyordu. O zaman İbn Sina-Gazalî münazarasında felsefe kelimesinin kullanımına dikkat etmeliyiz.

İkincisi, bu münazarada bazı nazariyeler ağır eleştirilmiştir. Bunlardan üç tanesi ayrı önem taşımaktadır: birincisi, âlemin ezeli oluşu; ikincisi, Allah’ın cüz’iyyatı bilmesi konusu ve üçüncüsü, bedenlerin haşri meselesi. Dikkat edilirse bu her üç konu da metafiziğe girmektedir. Bizce İbn Sina’yı eleştirirken Gazalî bazan haksızlık etmektedir. Çünkü İbn Sina, “âlem ezeli” derken, Allah’ın ezelden beri yarattığına işaret etmektedir ki yukarıda gördüğümüz gibi Mâtûrîdî bunun söylenebileceğini belirtmiştir. Ancak Gazalî bu konuda yorum istememektedir ve onun tercih ettiği Allah’ın yaratmasını kabul ettikten sonra mantıken bunun yoktan olması gerektiğini düşünmektir. O halde sadece bu düşünce içinde kalalım. Diğer taraftan İbn Sina cismani haşrin akıl ile kabulünün zor olduğunu söylemesinden kasdettiği ise, aklen bunun ispatlanamayacağıdır. Fakat Kur’an’da söylendiği için bunu Allah söylediğine göre bir gerçeklik olarak idrak edebiliriz.

Gazalî, İbn Sina gibi düzenli bir sistem kurmamıştır. Ancak Ihyâ’u ‘Ulûmu’d-Dîn adlı eserinde gayet sistemli bir dünya görüşü kurmuştur; bu yüzden de Gazalî bu açıdan çok etkili olmuştur. Onun İbn Sina’yı eleştirisine İbn Rüşd cevap vermiş ve böylece İbn Sina-Gazalî münazarası devam eden bir gelenek olarak 18. yüzyıla kadar süregelmiştir. Bu iki filozofumuzun da insanlık ve düşünce tarihine katkıları çoktur. İbn Sina felsefî sistemiyle Batı dünyasını yüzyıllarca etkisi altına almıştır. Gazâlî’nin de etkisi azımsanamaz. Denebilir ki modern felsefenin ulaştığı birçok görüşün öcülüğünü yapmıştır. Bunlardan en önemlisi yukarıda zikrettiğimiz sebeplilik nazariyesidir. Ayrıca Descartes’in taklit etmeye çalıştığı hakikatı bulmak için şüphe etme yöntemini yine ilk önce Gazâlî uygulamıştır. Nihayet Kant’ın 18. yüzyılın sonlarında ulaştığı metafiziğin bilim olmaması görüşünü Gazâlî, İbn Sina’yı eleştirirken geliştirmişti.

Kısa bir düşünce ve bilim tarihi olarak burada sunmaya çalıştığımız düşünürleri 750-1100 tarihleri içinde cereyan eden bilimsel süreç çerçevesi içerisinde değerlendirdik. Bu düşünürlerimizden sonra gelen bazı düşünür ve bilim adamlarımız istisna tutulursa denebilir ki bu dönemde düşünce tarihimiz altın çağına ulaşmıştır.

Kaynakça 

Abdul Haq, Muhammad. “Ibn Sina’s Interpretation of the Qur’an”, Islamic Quarterly 32 (1988), 46vd. 

Açıkgenç, Alparslan. Bilgi Felsefesi, İstanbul: İnsan Yayınları, 1992. 

Scientific Thought and its Burdens, İstanbul: Fatih Üniversitesi Yayınları, 2000. 

Afnan, Soheil M. Avicenna: His Life and Works, London: George Allen & Unwin Ltd., 1958. 

Ahmed ibn Hanbel. “Kitâbu’r-Radd ‘ale’z-Zenâdika ve’l-Cehmiyye”, yay. Kıvamuddin, Dar ül-Fünun İlahiyyat Fakültesi Mecmuası, v-vi (1927), 313-27. 

Alpay, Günay. “Hakîm Ata”, EI2. 

Arslan, Mahmut. Kutadgu Bilig’deki Toplum ve Devlet Anlayışı, İstanbul: İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1987. 

Aydın, Mehmet. “Ibn Sina’da Mutluluk (Es-Sa’ade) Anlayışı” in Ibn Sina: Ölümünün Bininci Yılı Armağanı, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1984, 433vd. 

Bağdâdî, ‘Abdulkâhir. Kitâb Milel ve’n-Nihel, neşreden Albert N. Nader, Beyrut: Dar el-Maşrik, 1992. 

Bayraktar, Mehmet. İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Ankara: TDV Yayınları, 1989. 

Bosworth, Clifford Edmund. The Ghaznavids, Edinburgh: Edinburgh University Press, 1963. “Ilek Khans or Karakhânids”, EI2. “Khwârizmshahs”, EI2. 

“A Pioneer Arabic Encyclopedia of the Sciences: Al-Khwârizmî’s Keys of the Sciences”, Isis 54 (1963), 97-111. 

Caferoğlu, Ahmet. İlk Türk Dilcisi Kaşgarlı Mahmut: Devri ve Eseri, İstanbul: CHP Yayınları, Corbin, Henry. Avicenna and the Visionary Recital, çev. Willard R. Trask, Irving Texas: Spring Publications, Inc., 1980. 

Çeriç, Mustafa. The Roots of Synthetıc Theology in Islam: A Study of the Theology of Abu Mansûr al-Mâtûrîdî, Kuala Lumpur: ISTAC, 1995. 

Dampier, William C. A History of Science, Cambridge: Cambridge University Press, 1989. 

Dârimî. Kitab al-Radd ‘ala’l-Jahmiyya des Abu Sa’îd ‘Uthmân ibn Sa’id al-Dârimî, neşreden Gösta Vitestam, Lund/Leiden: E. J. Brill, 1960. 

Ebu Leys Semerkandî. The Islamic Concept of Belief in the 4th/10th Century: Abû Layth al-Samarqandî’s Commentary on Abû Hanîfah’s al-Fiqh al-Absat, tahkikle ve notlarla neşreden Hans Daiber, Tokyo: Institute for the Study of Languages and Cultures of Asia and Africa, 1995. 

Eş’arî, Ebu’l-Hasan Ali ibn İsmail. Kitâb Makâlâti’l-İslâmiyyin, tahkikle neşreden Helmut Ritter, Wiesbaden: Franz Steiner Verlag, 1980. 

Fakhry, Majid. “The contemplative Ideal in Islamic Philosophy: Aristotle and Avicenna”, Journal of the History of Philosophy 14 (1976), 137vd. 

“The Subject-Matter of Metaphysics: Aristotle and Ibn Sina”, Islamic Theology and Philosophy: Studies in Honour of George F. Hourani ed. Marmura, Michael, Albany: State University of New York Press, 1984. 

Fârâbî, Ebu Nasr. Fusûl’ul-Medenî: Aphorisms of the Statesman, yay. D. M. Dunlop, Cambridge: Cambridge University Press, 1961. 

Ihsa’ul-‘Ulûm, yay. Osman Emin, Mısır: Dar el-Fikr el-Arabi, 1949. 

Kitab fi’l-Mantik: Al-‘Ibarah, yay. Muhammed Salim Salim, Mısır: Dar al-Kutub, 1976. 

Kitab’ul-Hurûf, yay. Muhsin Mahdi, Beyrut: Dar al-Maşrik, 1969. 

Kitab Siyasât el-Medeniyye, yay. Fevzi M. Neccar, Beyrut: Imprimerie Catholique, 1964. 

Kitab Tahsil’us-Sa’adah, Haydarabad: Da’irat el-Ma’arif el-Osmaniyye, 1345. 

Kitab’ut-Tanbih ‘ala Sabil’is-Sa’adah, Haydarabad: Da’irat el-Ma’arif el-Osmaniyye, 1346. 

Kitab Mebâdi’ Âra’ Ahl’ul-Medinat’ul-Fâdilah, İngilizce’ye çev. ve yay. Richard Walzer, Oxford: Clarendon Press, 1985. 

Risalah fi’l-‘Akl, yay. Maurice Bouyges, Beirut: Imprimerie Catholique, 1938. 

Frank, Richard MacDonough. “The Neoplatonism of Gahm ibn Safwan”, Le Museon 78 (1965), 395vd. 

Gazalî, Ebu Hâmid Muhammed. (eserlerinin kısa bir listesi, tercümeler dahil). 

The Alchemy of Happiness, çev. Claud Field, Armonk, N. Y., London: M. E. Sharpe Inc., 1991. 

The Book of Knowledge, Ihya’ nın Kitab al-‘Ilm bölümü, çev. Nabih Amin Faris, Lahore: Sh. Muhammad Ashraf, 1962. 

Deliverance from Error, The Faith and Practice of al-Ghazali, çev. Montgomery Watt, London: George Allen and Unwin Ltd., 1970. 

The Fatawa of Imam al-Ghazzali, yay. Mustafa Abu-Sway, Kuala Lumpur: ISTAC, 1996. 

Al-Ghazzali’s Mishkât al-Anwar, çev. W. H. T. Gairdner, Lahore: Sh. Muhammad Ashraf, 1952. 

“Al-Ghazzali’s Tract on Dogmatic Theology (al-Risalat al-Qudsiyyah) “, çev. ve tahkik A. L. Tibawi, The Islamic Quarterly 9 (1965). 

Al-Iktisad fi’l-I’tikad, çevirenler: İbrahim Agâh Çubukçu, Hüseyin Atay, Ankara: A. Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1962. 

İlcâmu’l-‘Avâm ‘an ‘İlmi’l-Kalâm, yay. Muhammed el-Mu’tasim Billah el-Bağdâdî, Beyrut: Dar el-Kitab el’Arabi, 1985. 

The Just Balance (al-Qistas al-Mustaqim), çev. D. P. Brewster, Lahore: Sh. Muhammad Ashraf, 1978. 

Kitabu’l-Erbe’în fî Usulu’d-Dîn, Kahire: Matba’at el-Kurdistan, 1328. 

Ma’aricu’l-Kuds fi Medaric Ma’rifeti’n-Nefs, Beyrut: Dar el-Afaq al-Cedide, 1978. 

Makâsidu’l-Felâsife, 3 cilt. Kahire: el-Matba’at el-Muhamediye el-Ticariyye, 1936. 

Mişkatu’l-Envâr, yay. Ebu’l-‘Ula ‘Afifi, Cairo: el-Dar el-Favmiyye, 1964. 

Mi’yâru’l-‘Ulûm fi Fenni’l-Mantik, Beyrut: Dar el-Endelus, 1964. 

Mîzânu’l-‘Amel, yay. Ahmed Şemsuddin, Beyrut: Dar el-Kutub el-‘Ilmiyye, 1989. 

El-kıstâsu’l-Mustakîm, yay. Riyad Mustafa ‘Abdullah, Beyrut: Dar el-Hikme, 1986. 

Tehâfutu’l-Felâsife, yay. ‘Ali B. Mulhem, Beyrut: Dar Mektebet el-Hilal, 1994. 

Aristo Metafiziği ile Gazzalî Metafiziğinin Karşılaştırılması, Süleyman Hayri Bolay, İstanbul: Kalem Yayıncılık, 1980. 

Creation and the Cosmic System: Al-Ghazali and Avicenna, Richard M. Frank, Heidelberg: Carl Winter, Universitâtsverlag, 1992. 

The Ethics of Al-Ghazali: A Composite ethics in Islam, Muhammad Abul Quasim, Delmar, N. W.: Caravan Books, 1978. 

Ghazâlî: La Raison et le Miracle, Table Ronde UNESCO 9-10 decembre 1985, yay. A. -M. Turki, Paris: Editions Maisonneuve et Larose, 1987. 

Gazâlî’de Devlet, yazan Fahrettin Korkmaz, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1995. 

Al-Ghazzaliyy: A Study in Islamic Epistemology, by Mustafa Abu-Sway, Kuala Lumpur: Dewan Bahasa dan Pustaka, 1996. 

Ghazali’s Theory of Virtue, Mohamed Ahmed Sherif, Albany: State University of New York Press, 1975. 

Ghazali’s Unique Unknowable God, Fadlou Shehadi, Leiden: E. J. Brill, 1964. 

The Idea of Universality of Ethical Norms in Ghazali and Kant, Muhammad Amin Abdullah, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1992. 

Islamic Occasioanlism: and its Critique by Averroes and Aquinas, Majid Fakhri, London: George Allen & Unwin Ltd., 1958. 

Mu’ellefâtu’l-Gazâlî, ‘Abdurrahman Bedevi, Küveyt: Vekalet el-Matbu’at, 1977. 

Muslim Intellectual: A Study of al-Ghazali, W. Montgomery Watt, Edinburgh: At The University Press, 1963. 

Studies in Al-Ghazzali, Hava Lazarus-Yafeh, Jerusalem: The Magnes Press, The Hebrew University, 1975. 

Theodicy in Islamic Thought: The Dispute over al-Ghazali’s “Best of all Possible Worlds”, Eric L. Ormsby, Princeton: Princeton University Press, 1984. 

Gohlman, William E. The Life of Ibn Sina: A Critical and Annotated Translation, Albany: State University of New York Press, 1974. 

Gökyay, Orhan Şaik. “Dede Korkut”, TDV İslam Ansiklopedisi. 

Gülensoy, Tuncer. “Edib Ahmed Yüknekî”, TDV İslam Ansiklopedisi. 

Hasan el-Basrî. Tefsîru’l-Hasan el-Basrî, neşreden M. Abdurrahim, Kahire: Dar el-Hadîs, 1992. 

Hourani, George F. “Ibn Sina’s Essay on the Secret of Destiny”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies 29 (1966), 25vd. 

Ian Richard Netton. Al-Fârâbî and his School, London, New York: Routledge, 1992. 

İbn Abi Usaybi’a. ‘Uyûn’ul-Enbâ’ fî Tabakât’il-Atibbâ’, Beyrut: Dâr Maktabat el-Hayât, tarihsiz, 603 vd. 

İbnu’l-Ethîr. El-Kâmil fi’t-Târikh, 13 c. Beyrut: Daru Sadır, 1979. 

İbn Sina, Ebu ‘Ali al-Huseyn ibn Abdullah. Tercümeler dahil eserlerinin kısa listesi:. 

Avicenna on Theology, çev. Arthur J. Arberry, Westport, Conn.: Hyperion Press, Inc., 1979. 

Avicenna’s De Anima, yay. Fazlur Rahman, London: Oxford University Press, 1959. 

Fi Beyâni’l-Mu’cizât ve’l-Keramât, “Avicenna’s Conception of Miracles”, basılmamış doktora tezi, George N. Atiyeh, The University of Chicago, 1954. 

Fi İsbâti’n-Nubuvvât, yay. Michael Marmura, Beyrut: Daru’n-Nehâr, 1968. 

Hayy ibn Yakzân li-Ibn Sina wa Ibn Tufeyl wa Suhraverdi, yay. Ahmed Emin, Kahire: Dar el-Ma’arif, 1952. 

Ibn Sina and Mysticism: Remarks and Admonitions, Part IV, çev. Shams Inati, London and New York: Kegan Paul, International, 1996. 

Ibn Sina Risaleleri 1: ‘Uyun al-Hikma et l’opuscule d’Abu’l-Faraj et la refutation d’Ibn Sina, yay. Hilmi Ziya Ülken, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1953. 

Ibn Sina Risaleleri 2: Les Opuscules D’Ibn Sina et Le Livre de la Difference entre L’Esprit et L’Ame, yay. Hilmi Ziya Ülken, İstanbul: İbrahim Horoz Basımevi, 1953. 

Kitabu’n-Necât, yay. Sabri el-Kurdi, Mısır: Matba’at el-Sa’âde, 1331. 

Al-Mabda’ wa’l-Ma’ad, yay. ‘Abdullah Nurani, Tehran: Institute of Islamic Studies, 1984. 

Mantık el-Meşrikiyyin, yay. Şukri el-Neccar, Bayrut: Daru’l-Hadasah, 1982. 

The Metaphysica of Avicenna, çev. Parviz Morewedge, London: Routledge, 1973. 

Er-Risalatu’l-‘Arşiyye, yay. İbrahim Hilal, Kahire: Dar el-Nehdat el-‘Arabiyye, 1980. 

Et-Ta’lîqât, yay. Abdurrahman Bedevi, Mekteb el-I’lâm el-Islâmî, 1404. 

‘Uyun al-Hikme, yay. Abdurrahman Bedevi, Kahire: L’Institut Français d’Archelogie Orientale, 1954. 

El-Shifa’; El-İlâhiyât, 2 cilt. Yay. Ibrahim Madkur, el-Ebb Kanavati ve Sa’id Zayid Kahire: Vezaret el-Sakafe, 1960. 

İbrahim Kafesoğlu. Hârezmşahlar Devleti Tarihi, Ankara, 1956. 

Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1980. 

“Selçuklular”, MEB İslam Ansiklopedisi. 

İz, Fahir. “Ahmad Yasawî”, EI2. 

Kaçalin, Mustafa S. “Dîvânü Lugâti’t-Türk”, TDV İslam Ansiklopedisi. 

Kavakcı, Yusuf Ziya. XI ve XII. Asırlarda Karahanlıla Devrinde Mâvâra’ al-Nahr İslam Hukuçuları, Ankara: Atatürk Üniversitesi Yayınları, 1976. 

Köprülü, Mehmet Fuat. “Hârizmşahlar”, MEB İslam Ansiklopedisi. 

Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara: Diyanet İşleri Başk. Yayınları, 1981. 

Köymen, Mehmet Altay. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1989. 

Kraus, P. “The controversies of Fakhr al-Dîn Râzî”, Islamic Culture, 12 (1938), 131-53. 

Kuşeyrî, Ebu’l-Kasım Abdulkerim ibn Havâzin. er-Risâletu’l-Kuşeyriyye fî ‘ilmi’t-Tasavvuf ed. by Ma’rûf Zurayk ve ‘Ali ‘Abdulhamid Baltaci, Beyrut: Dar al-Hayr, 1988. 

Kutluer, İlhan. “Hârizmî”, TDV İslam Ansiklopedisi. 

Madelung, Wilferd. “The Early Murji’a in Khurasan and Transaxiona and the Spread of Hanafism”, Der Islam 59 (1982). 

Mâtûrîdî, Ebu Mansur. Kitâbu’t-Tevhîd, tahkik ve neşr. Fathalla Kholeif, Beyrut: Dar el-Machreq, 

Mehren, August F., ed. Traites Mystiques D’Avicenne, Amsterdam: APA-Philo Press, 1979). Monnot, G. “El-Shahrastânî”, EI2. 

Nizamülmülk, Ebu Ali Kıvamüddin Hasan b. Ali b. İshak. Siyasetname, haz. Mehmet Altay Köymen, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1982. 

Obermann, Julian. “Political Theology in Early Islam”, Journal of Amarican and Oriental Studies 55 (1935), 138vd. 

Özcan, Hanifi Mâtûrîdî’de Bilgi Problemi, İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., 1993. 

Mâtûrîdî’de Dînî Çoğulculuk, İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., 1999. Ritter, Helmut. “Hasan al-Basrî”, EI2. 

. “Studien zur Geschichte der islamischen Frommigkeit: I. Hasan al-Basri”, Der Islam 21 (1933). 

Serrâc, Ebu Nasr Abdullah ibn Ali, Kitâb al-Luma’ fî’t-Tasavvuf, yay Reynold A. Nicholson, London: E. J. W. Gibb Memorial Fund, 1963. 

Suter, H. “Farghânî”, EI2. 

Şehrestânî, Ebu’l-Feth Muhammed ibn Abdulkerim. al-Milel ve’n-Nihel, 2 cilt, yay. Muhammed Seyyid Kilani, Beyrut: Dar el-Ma’rife, 1961. 

Muslim Sects and Divisions, İngilizce’ye çev. A. K. Kazi and J. G. Flynn, London: Kegan Paul International, 1984. 

The Summa Philosophiae of al-Shahrastânî: Kitâb Nihâyat al-Iqdâm fî ‘Ilm al-Kalâm, İngilizce’ye çev. ve yay. Alfred Guillaume, Oxford: Oxford University Press, 1934. 

Tekeli, Sevim ve diğerleri. Bilim Tarihine Giriş, Ankara: Nobel, 2000. 

Tümer, Günay. “Bîrûnî”, TDV İslam Ansiklopedisi. 

Biruni’ye Göre Dinler ve İslam Dini, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1986. 

Türk Tarih Kurumu. Beyruni’ye Armağan, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1974. 

Watt, W. Montgomery. Formative Period of Islamic Thought, Edinburgh: At The University Press, 1973; Türkçe çevirisi Ethem Ruhi Fığlalı İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri (Ankara: Umran Yayınevi, 1981). 

“Jahm ibn Safwân”, EI2. 

Wickens, G. M. (nâşir) Avicenna: Scientist and Philosopher, London, 1952. 

Wright, R. Ramsay. The Book of Instruction in the Elements of the Art of Astrology: Kitabü’t-Tefhim li-Evaili Sinaati’t-Tencim, yay. Fuat Sezgin, Frankfurt: Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, 1998. 

Yazıcıoğlu, Mustafa Said. Matüridi ve Nesefi’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1982. 

Yeprem, M. Saim. Mâtûrîdî’nin Akîde Risalesi ve Şerhi, İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., 2000. 

Yusuf Has Hacib. Günümüz Türkçesi ile Kutadgu Bilig Uyarlaması, haz. Fikri Silahdaroğlu, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996. 

Kutadgu bilig, çev. Reşit Rahmeti Arat, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1985. 

Yükneki, Edib Ahmed. Atebetü’l-hakayık, trc. Reşit Rahmeti Arat, Ankara: Türk Dil Kurumu, 1951).

Dipnotlar

[1] Dünya görüşünün ne olduğu, önemi ve zihinsel açıdan yapısı ile ilgili ayrıntılı inceleme için bk. Alparslan Açıkgenç, Bilgi Felsefesi (İstanbul: İnsan Yayınları, 1992).

[2] William C. Dampier, önemli bir bilim tarihçisi olmasına rağmen eski Mısır ve Mezopotamya’daki hesaplama türü bilgi edinme faaliyetlerine “matematik bilimi” tabirini kullanmıştır. Ancak bunun tam bilim halini almasını yine Öklid’e dayandırmaktadır. Aslında burada bir kavram kargaşası vardır. Bilim tarihçileri sadece mecazi olarak bu faaliyetleri “bilim” diye adlandırmaktadırlar. Bu yüzden özellikle yanlış anlamalara yol vermemek için dikkatli olamlıyız: A History of Science (Cambridge: Cambridge University Press, 1989), xiv. 

[3] Bilimsel süreç, buradaki konumuzun akışını engellememesi için kısaca ele alınmıştır. Ayrıntılar için bk. Alparslan Açıkgenç, Scientific Thought and its Burdens (İstanbul: Fatih Üniversitesi Yayınları, 2000). 

[4] Aslında adlandırma insan aklının bir çalışma biçimidir. Nesnelere veya olaylara ad takmadan onlar hakkında düşünebilsek dahi konuşamayız. Bilim ise bir süreçten geçerek oluşan insan etkinliği olduğuna göre nesiller boyu süren bir olgudur. Geleneğin kesintiye uğramaması ve süreç olarak devam ederek bilimlerin ortaya çıkmasına yol açması için bilgi birikiminin kelimelerle muhafazası gerekir. 

[5] Medeniyetler içerisinde 50-100 yıl bilimsel süreç için çok kısa bir zaman süresidir. İnsan ömrüne kıyaslayarak bunu uzun bir süre gibi görmek yanlış olur. Bir bilim adamının yetişmesi bile 30 yıl gibi bir eğitim sürecini gerektirdiği hatırlanacak olursa bir toplumun bu süreçten geçmesi için ne kadar süre gerektiği tahmin edilebilir. 

[6] Geniş bilgi için bk. C. E. Bosworth. The Ghaznavids (Edinburgh: Edinburgh University Press, 1963).

[7] C. E. Bosworth. “Ilek Khans or Karakhânids”, Encyclopedia of İslam, New Edition, Leiden, (EI2).

[8] Ibn el-Ethîr’in belirttiğine göre bu sırada çok kısa bir sürede guruplar halinde ve bir defada 200.000 çadırda yaşıyan göçebe bir grup Müslüman olmuştur; el-Kâmil fi’t-Târikh, 13 c. (Beyrut: Daru Sadır, 1979), 8: 396. 

[9] Geniş bilgi için bk. İbrahim Kafesoğlu. “Selçuklular”, MEB İslam Ansiklopedisi.

[10] M. F. Köprülü. “Hârizmşahlar”, MEB İslam Ansiklopedisi. Ayrıca C. E. Bosworth. “Khwârizmshahs”, EI2; ve İbrahim Kafesoğlu. Hârezmşahlar Devleti Tarihi (Ankara, 1956). 

[11] Daha geniş bilgi için bk. Orhan Şaik Gökyay “Dede Korkut”, TDV İslam Ansiklopedisi.

[12] Yusuf Has Hacib. Günümüz Türkçesi ile Kutadgu Bilig Uyarlaması, haz. Fikri Silahdaroğlu (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996). Ayrıca bk. Kutadgu bilig, çev. Reşit Rahmeti Arat, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1985.

[13] Ayrıntılı bilgi için krş. Mahmut Arslan. Kutadgu Bilig’deki Top lum ve Devlet Anlayışı (İstanbul: İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1987); yine bk. İbrahim Kafesoğlu. Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1980).

[14] Bk. Kitab Tahsil’us-Sa’adeh (Haydarabad: Da’irat el-Ma’arif el-‘Osmaniyyeh, 1345), ayrıca Kitabu’t-Tanbih ‘ala Sabili’s-Sa’adeh (Haydarabad: Da’iret el-Ma’arif el-‘Osmaniyyeh, 1346). 

[15] Tuncer Gülensoy. “Edib Ahmed Yüknekî”, TDV İslam Ansiklopedisi. 

[16] Zahir İz. “Ahmad Yasawî”, EI2. Daha geniş bilgi için bk. M. F. Köprülü. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (Ankara: Diyanet İşleri Başk. Yayınları, 1981).

[17] Daha geniş bilgi için bk. Ahmet Caferoğlu. İlk Türk Dilcisi Kaşgarlı Mahmut (İstanbul: CHP Yayınları, 1938); Mustafa S. Kaçalin. “Dîvânü Lugâti’t-Türk”, TDV İslam Ansiklopedisi. 

[18] Geniş bilgi ve diğer kaynaklar için bk. Tefsîru’l-Hasan el-Basrî, neşreden M. Abdurrahim (Kahire: Daru’l-Hadîs, 1992); Helmut Ritter, “Hasan al-Basrî”, EI2.

[19] Helmut Ritter. “Studien zur Geschichte der islamischen Frommigkeit: I. Hasan al-Basri”, Der Islam 21 (1933); ayrıca bk. Julian Obermann. “Political Theology in Early Islam”, JAOS 55 (1935), 138vd. 

[20] Geniş bilgi ve özellikle bu dönemle ilgili kaynaklar için bk. W. Montgomery Watt. Formative Period of Islamic Thought (Edinburgh: At The University Press, 1973); Türkçe çevirisi Ethem Ruhi Fığlalı İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri (Ankara: Umran Yayınevi, 1981). Ayrıca ‘Abdulkâhir el-Bağdâdî. Kitâbu’l-Milel ve’n-Nihel, neşreden Albert N. Nader (Beyrut: Dar el-Maşrık, 1992). Şehrestânî’nin Milel’i, Eş’arî’nin Makalât’ı gibi diğer klasik eserler de bu devir düşünürleri için kaynaktır.

[21] W. Montgomery Watt. “Jahm ibn Safwân”, EI2.

[22] Dar ül-Fünun İlahiyyat Fakültesi Mecmuası, v-vi (1927), 313-27. Yine diğer bir reddiye de Sa’id el-Dârimî’nin eseridir: Kitab al-Radd ‘ala’l-Jahmiyya des Abu Sa’îd ‘Uthmân ibn Sa’id al-Dârimî, neşreden Gösta Vitestam (Lund/Leiden: E. J. Brill, 1960).

[23] Cehm ibn Safvân’ın görüşlerinin ayrıntılı bir tahlili için bk. Richard MacDonough Frank. “The Neoplatonism of Gahm ibn Safwan”, Le Museon 78 (1965), 395vd. 

[24] H. Suter. “Farghânî”, EI2. 

[25] Aydın Sayılı. Abdülhamid İbn Türk’ün Katışık Denklemlerde Mantıkî Zaruretler Adlı Yazısı ve Zamanın Cebri (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1985).

[26] “Al-Khwârazmî”, EI2. 

[27] Mâtûrîdî üzerine yapılan çalışmalardan bazıları şunlardır: Mustafa Said Yazıcıoğlu. Matüridi ve Nesefi’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı (Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1982); Hanifi Özcan. Mâtûrîdî’de Bilgi Problemi (İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., 1993; Hanifi Özcan. Mâtûrîdî’de Dînî Çoğulculuk (İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., 1999); Mustafa Çeriç. The Roots of Synthetıc Theology in Islam: A Study of the Theology of Abu Mansûr al-Mâtûrîdî (Kuala Lumpur: ISTAC, 1995); M. Saim Yeprem. Mâtûrîdî’nin Akîde Risalesi ve Şerhi (İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., 2000). 

[28] Daha geniş bilgi için bkz. Ibn Abi Usaybi’a. ‘Uyûn’ul-Enbâ’ fî Tabakât’il-Atibbâ’ (Beyrut: Dâr Maktabat el-Hayât, tarihsiz), 603 vd.

[29] Fârâbî’nin eserlerinin kısa bir listesi ve onun üzerine yapılan çalışmalar için bu yazının sonundaki bibliyografyaya bakılabilir. 

[30] Ayrıntılar için bk. Ian Richard Netton. Al-Fârâbî and his School (London, New York: Routledge, 1992). 

[31] M. F. Köprülü. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (Ankara: Diyanet İşleri Başk. Yayınları,1981).

[32]

[33] Geniş bir fukaha listesi için bk. Yusuf Ziya Kavakcı. XI ve XII. Asırlarda Karahanlılar Devrinde Mâvâra’ al-Nahr İslam Hukuçuları (Ankara: Atatürk Üniversitesi Yayınları, 1976).

[34] N. Calder. “al-Sarakhsî”, EI2. 

[35] Geniş bilgi için bk. The Islamic Concept of Belief in the 4th/10th Century: Abû Layth al-Samarqandî’s Commentary on Abû Hanîfah’s al-Fiqh al-Absat, tahkikle ve notlarla neşreden Hans Daiber (Tokyo: Institute for the Study of Languages and Cultures of Asia and Africa, 1995). 

[36] Paul Kraus. “The Controversies of Fakhr al-Dîn Râzî”, Islamic Culture, 12 (1938), 131-53.

[37] Tarihler ve diğer ayrıntılar için krş. G. Monnot. “al-Shahrastânî”, EI2.

[38] El-Milel we’n-Nihel, 2 cilt halinde neşr. Muhammed Seyyid Kilânî (Beyrut: Dar el-Ma’rife, 1961). İngilizce’ye Muslim Sects and Divisions adıyla çevirenler A. K. Kazi ve J. G. Flynn (London: Kegan Paul International, 1984). 

[39] Tahkikli neşreden ve İngilizce’ye çeviren Alfred Guillaume (Oxford: Oxford University Press, 1934). 

[40] C. E. Bosworth. “A Pioneer Arabic Encyclopedia of the Sciences: Al-Khwârizmî’s Keys of the Sciences”, Isis 54 (1963), 97-111; ayrıca İlhan Kutluer, “Hârizmî”, TDV İslam Ansiklopedisi.

[41] Bu eser Arapça aslı ile birlikte İngilizce’ye tercüme edilerek basılmıştır. R. Ramsay Wright. (Londra, 1934); Ayrıca yeni baskısı; The Book of Instruction in the Elements of the Art of Astrology: Kitabü’t-Tefhim li-Evaili Sınaati’t-Tencim, ed. Fuat Sezgin (Frankfurt: Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, 1998).

[42] Bk. Günay Tümer. “Bîrûnî” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi. Yine a. y. Biruni’ye Göre Dinler ve İslam Dini (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1986); Beyruni’ye armağan (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1974). 

[43] Kitâb al-Luma’ fî’t-Tasavvuf, yay Reynold A. Nicholson (London: E. J. W. Gibb Memorial Fund, 1963).

[44] Er-Risâletu’l-Kuşeyriyye fi ‘İlmi’t-Tasavvuf, yay. Ma’rûf Zurayk ve ‘Ali ‘Abdulhamid Baltaci (Beyrut: Daru’l-Hayr, 1988). 

[45] Gazâlî’nin eserlerinin bir listesi ve onun hakkındaki yapılan çalışmalar için bu çalışmanın sonunda verilen Bibliyorafya’ya müracaat edilebilir. 

[46] William E. Gohlman. The Life of Ibn Sina: A Critical and Annotated Translation (Albany: State University of New York Press, 1974). Bu eserin Alparslan Açıkgenç ve Mehmet Hayri Kırbaşoğlu tarafından İbn Sina’nın diğer bir takım risaleleriyle birlikte Arapça’dan yapılan tercümeleri yakında basılacaktır.

[47] İbn Sina’nın genel felsefesi üzerine yapılan çalışmalar ve kendi eserleri için Bibliyografya’da verdiğimiz kısa listeye bakılabilir.

Yazar
Alparslan AÇIKGENÇ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen