Yıllar var ki, dînî bayramlarımız yaklaştıkça, içime bir hüzün çöküyor. Giderek ruhunu kaybeden, asıl gâyesinden uzaklaşan bayramlarımızdan eskisi kadar tad alamıyorum, üzüntüm bundan kaynaklanıyor. Bir kaç gün önce idrak ettiğimiz kurban bayramında, değerlerimizden uzaklaşmanın hüznünü ne yazık ki bir kez daha yaşadım. Bana öyle geliyor ki, bayrama asıl rengini ve manâsını veren, medeniyetimizin ruhunu ve ayırdedici vasıflarını oluşturan değerleri ve uygulamaları sıradanlaştırmak, bunları hayâtımızdan silip atmak için âdetâ özel bir çaba içerisindeyiz.
Nevzat KÖSOĞLU’ nun literatürümüze kazandırdığı “iman soğuması” kavramı; medeniyetimizin esâsını teşkîl eden ilkeler manzumesinin eylemlerimizi yönlendirme kudretini yitirerek, “târihî” bir niteliğe bürün(dürül)mesi ve, insanımızın, sözkonusu ilkeler gereğince; şahsına, (diğer) insan(lar)a, topluma (ve, cemiyet nizâmının tesis ve idâmesi için ihdas edilmiş kâide ve müesseselere), diğer canlılara ve çevreye karşı sorumluluklarını/yükümlülüklerini yerine getirmede bir zorlukla karşılaştığında; bilinen çözüm yollarını gözden geçirmek, bunları ─bahiskonusu ilkelerle çelişmemek kaydıyla─ yeniden yorumlamak, yine de bir çözüm bulunamadığı takdirde, medeniyetimizi vücûda getiren ilkeler manzumesi çerçevesinde yeni çözümler üretmeye çabalamak (ki, bir medeniyetin terakkisi de zâten ancak bu şekilde mümkündür) yerine, birtakım mâzeretlerin arkasına sığınarak, “kendisini suyun akışına bırakmasını” ifâde eder. Medeniyetini yaşama/yaşatma azmi, irâdesi ve coşkusu tavsadığında, ─gerek “ferd”ler, gerekse toplum─ karşılaştığı sorunlara “mensup olduğu medeniyetin ilkeleri çerçevesinde” çözüm bulma zorunluluğunu artık hissetmez. Başka bir anlatımla, mensup olduğu medeniyeti oluşturan ilkeler bütününe uygun yaşamayı ve, karşılaştığı sorunlara ─sözkonusu ilkeler çerçevesinde─ çözümler getirmeyi bir hayat-memat meselesi saymak yerine, günün şartlarına ve nefsinin isteklerine göre yaşamayı tercih eder, bu yaşama biçiminin mensup olduğu medeniyetin esasları ile uyuşup uyuşmadığını artık önemsemez ya da ─eğer hassasiyetini tamâmiyle kaybetmemiş ise─ bir takım tevil (meşrulaştırma) yollarına başvurur; ancak istisnâî hállerde ve muvakkaten başvurulabilecek bir yöntem olan “ızdırar hâli” gibi “çıkış/kaçış” yollarına sığınır yâhut da “kitab(ın)a uydurmak (yâni, hileyi şeriye yapmak) yolunu seçer veyâ “aslında, dînimiz/medeniyetimiz de bunu uygun görüyor” ya da “zamânın icâbı bunu gerektiriyor” gibi açıklamalara tevessül eder. Revaçta olan uygulama biçimleri ve davranış şekilleri, yâni kendisine sunulan hazır çözümler onun için yeterlidir ve başka çözümler aramak beyhude bir çabadır. Bu, zâten mümkün de değildir. Bu düşünce tarzının tabii bir sonucu olarak, “ilkelerine uygun yaşama” çabasının yerini “ilkelerini yaşama tarzına uydurma” gayreti alır.
Mağlup medeniyetin henüz teslim bayrağını tam olarak kaldırmadığı, yâni iman soğumasının henüz tam olarak gerçekleşmediği, mâziye âit göğüs kabartıcı hâtıraların canlılığını az da olsa muhafaza ettiği geçiş dönemlerinde karşılaşılan bir başka yaygın davranış biçimi ise, esasın geri plâna itilip, “şekil”in öne çık(arıl)masıdır. Bu durumda, esasa müteállik hususların ihlâli önemsenmez veya ─bir şekilde─ mâzur görülürken, teferruat kabilinden hususlar büyük çatışmalara/çekişmelere sebebiyet verebilir. Meselâ, sigortasız işçi çalıştıran ve/ya mevzuatın öngördüğü arıtma tesislerini kurmayarak çevre ve insan sağlığının bozulmasına (yâhut, kuvvetli bir şekilde bozulma ihtimâlinin belirmesine) sebebiyet veren, ve böylece ─bir Müslüman için en büyük suçlardan/günahlardan birisi sayılan─ “kul hakkına girmek” fiîlini işleyen bir işletme sâhibi, bu davranışını “zorlu rekabet şartları” gibi ─ilk bakışta haklılık payı var görünen─ açıklamalarla izah edebileceği gibi, “İnsanların aç biilaç gezdiği bir devirde, onca riski göze alarak bu insanlara iş ve aş veriyorum, daha ne istiyorlar?” gibi şirretliklere de başvurabilir. Buna karşılık, aynı şahıs için, zevcesinin saçının tek bir telinin namahrem sayılan kişiler tarafından görülmesi ─maazallah─ cinâyet sebebi olabilir.
“Esas” ile “teferruat”ın yer değiştirmesi, bilhassa toplumu ilgilendiren hususlarda kendisini daha kolay belli eder, çelişkiler daha çabuk ve kolay farkedilir. Misál; Dîn, “sağ elin verdiğini sol el görmeyecek” derken, gerçekleştirilen şatafatlı “yardım dağıtma törenleri” çoğunluğu rahatsız etmez, bu durum “dindarlığın, yardımseverliğin bir nişânesi” sayılır, hattâ “özendirici” olması bakımından bu tür faâliyetlerin açıkta (göstere göstere) yapılmasının ne kadar gerekli ve faydalı olduğu konusunda görüşler bile ileri sürülür. İşte, bu tür çelişkilerin yaygınlaşmaya başlaması (yâni, münferit kusurlu davranışlar olmaktan çıkması), medeniyetteki çözülmenin, KÖSOĞLU ‘nun ifâdesi ile “îman soğuması”nın göstergesidir. Günümüz Türkiyesi’nde, medeniyetimizin, hakkaniyet ve adâleti temel alan bir dünya düzeni tesis etmek amacıyla yeniden hamle yapmasının önündeki en büyük engeli teşkîl eden “iman soğuması”nın cansıkıcı bir şekilde tezâhür ettiği hususlardan birisi de, dînî bayramlarımızdır.
Bayram, “milletçe ─hep birlikte─ sevinme” demektir. İnsan ─tıpkı gıda, su ve hava gibi─ sevmeye ve sevilmeye de muhtaçtır. Nurettin TOPÇU, “mesut insan, başkalarını düşünen kişidir” derken, bu gerçeğe işâret etmektedir. Bu yüzden, bayramlar, yalnızca maddî şeylerin değil, sevgi ve dostluk duygularının da toplu(m)ca ve doya doya paylaşıldığı; insanların ─doğuştan iştiyaklı oldukları─ sevme/sevilme/muhabbet ihtiyaçlarının da giderildiği, müstesnâ zamanlardır. Özellikle günümüzde, büyük bir teláş ve koşuşturma içinde geçip gitmekte olan hayâtımızda, bu ömür törpüsü koşuşturmaya bir mola vermek; diğer zamanlarda, belki de farkında olmadan ihmál ettiğimiz âilemizi, eş-dost ve hısım-akrabamızı hatırlamak, gevşeyen gönül bağlarımızı tahkîm etmek, dostluğun ve paylaşılan sevginin sıcaklığını hep birlikte yeniden hissetmek, böylece “insan” ve “millet” olduğumuzun idrâkine yeniden varmak için birer fırsattır, bayramlar. Tabii, bayramları “bayram gibi” yaşamak kaydıyla… Peki, “kurban” vecibesinin “kesim” ve “paylaşma” ameliyelerinin bilişimağı üzerinden verilen tâlimatlarla gerçekleştirildiği, bayram günlerinin yeni bir tâtil fırsatı olarak değerlendirilmeye çalışıldığı “zamâne bayramları”nı “bayram” olarak kabûl edebilir miyiz?
Oysa, bayramların “bayram” olduğu günler ne kadar güzel ve “anlamlı” idi…
Daha “dün” denilebilecek kadar yakın zamanlarda bizzat şâhit olduğumuz “yaşama” ve “düşünme” biçimleriyle, elan içinde yaşadığımız zamanda şâhit olduklarımızı karşılaştırdığımızda ortaya çıkan menfî fark, gerçekten de medeniyetimizin geleceği bakımından kaygı verici boyutlardadır. Çok değil, günümüzden yalnızca bir nesillik zaman öncesinde, teknolojik gelişmelerden yararlanma imkânlarının henüz sınırlı seviyede olduğu, nüfusun önemli bir kısmının köylerde/kırsal kesimde yaşadığı ve geçimini rençberlikle sağladığı dönemlerde, yine yaz aylarına denk gelmiş olan Ramazan ayında, insanımızın kadın-erkek, çocuk-genç-yaşlı demeden, harman sıcağında, susuzluktan dudakları şerha şerha yarılmış vaziyette iken, ağır bedenî işler yapmak zorunda olmasını mâzeret göstererek dînî yükümlülüklerini ertelemek ve/ya bunları yapmaktan kaçınma yoluna sapmak yerine, böyle güç şartlar altında dahi ibâdetlerini ifâ etme imkânı bulmaktan ve bu günleri görmekten duyduğu mutluluktan ötürü gözlerinden aşağı süyüm süyüm gözyaşları dökerek yaradanına şükrettiği günleri ─çok şükûr─ gördük.
Kezâ, o günlerin “kurban bayramları”da esaslı biçimde farklı idi, günümüzden. Kurban merâsimi, hattızâtında bayramdan bir kaç ay önce, kurban edilecek hayvanın alımı ile başlardı. İnsanımızın mühim bir kısmının müstakîl evlerde oturduğu ve bağ-bahçesinin olduğu o dönemlerde, hâli vakti yerinde olanlar, ─biri kıymalık, diğeri kurbanlık olmak üzere─ iki hayvan alırlar ve bayrama kadar geçen sürede, bu hayvanlarla ─özellikle de, kurbanlık ile─ ev halkı arasında bir ünsiyet peydah olur; çocuklar, büyüklerinin anlatımları doğrultusunda, kurban edilecek hayvanla âdeta dostluk kurarlar, onunla konuşurlar, ─kurban edilmek zorunda olması sebebiyle─ ondan özür diler ve bu dostu muayyen bir süre sonra kaybedecek olmanın hüznünü tâ yüreklerinin derinliklerinde duyarlardı. O, ev halkı için, bilhassa da çocuklar için, bir süre sonra kesilecek ve eti yenilecek sıradan bir hayvan değil, bu nice çileli ve sevinçli günlerin yaşandığı muvakkat âlemden hakîkî âleme varıldığında kurulacak o büyük ve kaçışı olmayan mahkemeye giden yolda kendilerine yol arkadaşlığı ve “bineklik” yapacak kıymetli bir varlık olarak görülür ve ona göre muamele olunur idi. Bayrama yedi-sekiz gün kala, muhakkak surette, bütün âile ferdlerinin eksiksiz katıldığı bir merâsimle, duâlar ve tekbirler eşliğinde, kurbanlık hayvana ─başından kuyruk sokuma kadar olan bölgeye─ kına yakılır; yakılan bu kına sâyesinde, “âile ferdleri ile birlikte cennet yolculuğuna çıkacağını” rüyâsında göreceğine, böylelikle kesim ânında üzüntü duymayacağına, inanılırdı. Kına, umûmiyetle evin en büyüğü olan erkek (dede, baba) tarafından yakılır; bu esnâda, hayvancağıza, kına yakan tarafından, “kurban işleminin niçin yapmak zorunda olunduğu” şefkatli bir dille anlatılır; hayvanı seve-okşaya yapılan bu anlatım, özellikle çocukların kurban ritüelinin sebeplerini ─bir kez daha─ öğrenmeleri ve özümsemeleri bakımından da bir ders niteliği kazanırdı. Bu zamanlarda öylesine kuvvetli bir mânevî iklim oluşurdu ki, çocukluğumda defâlarca yaşadığım bu ânı hatırladığımda, şimdi bile içimi bir ürperti kaplıyor. Arife günü, ─şâyet, varsa─ “kıymalık” hayvanın kesimi yapılır ve ertesi sabah pişirilecek kısmı hazırlanırdı. Bayram sabahı, erkekler namazdan gelmeden önce, evin hanımları pilavı pişirir, bir gün önce kesilen hayvanın etlerinden kavurur ve, muhtaç olanlar öncelikli olmak kaydıyla, konu komşuya dağıtılmak üzere, kapaklı bakır sahanlara konulur, sahanlar da küçük sepetlere yerleştirildikten sonra, üzeri ─görülmesin diye─ işli bir mendille örtülürdü. Erkekler namazdan döndüğünde, ev halkı sofraya oturmadan önce, çocuklar ve gençler, önceden hazırlanmış pilav sahanlı sepetleri büyüklerinin tembihleri doğrultusunda verilen adreslerdeki yaşlı/kimsesiz/yoksul kişilere dağıtırlardı. Her bayram tekrarlanan bu dağıtım işlemi, çocuklar için tam bir “insanlık eğitimi” olurdu. Gittikleri evlerde, ev sâhibi ne kadar yoksul olursa olsun, asla boş çevrilmezler; tek bir şeker yâhut bir avuç leblebi de olsa, çam sakızı çoban armağanı kabilinden, hediyeye hediye ile mukabele edilir, “hediyeleşiniz, bu sizin aranızdaki muhabbeti artırır” sünneti seniyesi bütün içtenliğiyle yaşatılırdı. Hatırlanmanın, unutulmamanın sevinci, herkes için değişen “bilinmeyen” bir hüzünle birleşerek gözyaşına dönüşür, gözpınarlarından süzülen gözyaşları eşliğinde yapılan içtenlikli dualar, çocuklar için hayat boyu unutmayacakları “insanlık dersi”nin en hisli sahnelerini oluştururdu.
Aslında, kurban, amaç değil, araçtı ve bütün insanlar bunun idrâkinde olarak hál ve tavırlarını tanzim ederlerdi. Nitekim, Ramazan bayramında da yapıldığı gibi, kurban bayramı gelmeden haftalar öncesinde, mahâllenin önde gelen erkekleri, mahâlle camiinin “halvet” denilen toplantı mahâllinde toplanırlar, mahâllenin bütün eksiği-gediği görüşülür, yardıma-ilgiye muhtaç olanlar ─bir haksızlığa, gönül kırgınlığına sebebiyet vermemek için─ büyük bir titizlikle gözden geçirilir, bunların ihtiyaçları ve sözkonusu ihtiyaçların nasıl giderileceği tespit edilir, sonra da uygulamaya geçilirdi. Meselâ, yakacağı olmayana, salma usûlü toplanan parayla veya evinde fazla bulunan(lar)dan alınarak, ihtiyâcı kadar odun gönderilir, fakat kim(ler)in gönderdiği ev sâhibince bilinmez, böylelikle ─gönderene─ minnet ya da eziklik duymasının önüne geçilirdi. El emeği gerektiren yardımlar, imece usulü, yardımlaşarak yapılır; imkânlar dâiresinde bütün ihtiyaçlar giderilir; imkânların yetersiz kaldığı durumlarda ise, mahâlle dışındaki “varlıklı” şahıslara ve/ya resmî makamlara müracaat edilir, fakat her hâlükârda, mahállede hiç kimsenin bayrama boynu bükük girmesine aslâ izin verilmezdi. Sevinçler kadar sıkıntıların ve varlığın (maddî imkánların) da ─rahatsızlık vermeden, büyük bir incelik ve zarafetle─ paylaşıldığı bu toplumda, bayram herkes için “bayram” olurdu.
Kurban kesim merâsimi, ayrıca ve önemle üzerinde durulması gereken bir konuydu. Kesim yapılacak yer, önceden, Yüce Yaradana gönderilecek hediyenin şânına yaraşır şekilde, temizlenir; kanın akıtılacağı ve diğer atıkların gömüleceği çukurlar hazırlanır; bütün ev halkı toplanır; kurbanlık, ürkmemesi için, ihtimamlı bir şekilde kesim yerine getirilir ve evin en yaşlısı olan erkeğin öncülüğünde, hep birlikte tekbir getirilmeye başlanırdı. Umûmiyetle birbirine yakın zamanlarda, komşu bahçelerden de tekbirler yükselmeye başlar; bütün bir şehrin toplu yakarışını andıran bu tekbir velvelesi ruhlara ürperti salar; küçüğünden-büyüğüne bütün insanlar, kurban mefhumunu, bütün ruhaniyetiyle iliklerine kadar hissederlerdi.
Müstakîl âile ocağında yapılan kurban kesimi ─sanki, ardından atlı koşuyormuşçasına─ aceleye getirilmez; kesim işlemini yapacak kişi tarafından, pek hoşuna gitmeyecek olmakla birlikte aslında onun yararına olan bir muamelenin bir dosta izah edilişini andıran bir hál ve tavırla, kurbanlık ile bir yandan konuşulur, aynı zamanda da onu incitmeyecek şekilde ─usûlünce─ “yere yıkma” işleminin gerçekleştirilmesini sağlayacak “bağlama” ameliyesi ifâ olunurdu. En sonunda, usûlünce ve yine özenle, kesim işlemi yapılırdı. Bütün bu işlemlerde gösterilen dikkat ve özenin temelinde, yapılanların tamâmiyle Yüce Yaradan’a şükûr ve ibâdet maksadıyla yapıldığı şuurunun yediden yetmişine kadar herkes tarafından özümsenmiş olması yatıyordu.
Kesim faslı bittikten sonra, ziyâret faslı başlar; tertemiz urbalarını giyen “küçükler”, en yakından başlayarak, konu-komşu, hısım-akraba, bütün “büyüklerini” hiç birisini atlamadan ziyâret ederler, eller öpülür, hediyeler alınır-verilir; şen-şakrak, “Allah seneye de görmeyi nasip etsin” duaları eşliğinde, bayram idrak olunur idi.
Doğduğum ve ömrümün bir kısmını geçirdiğim küçük bir Anadolu kasabasında yaşananlar, ufak-tefek farklılıklarla, ülkemizin hemen her yerinde yaşananlara büyük benzerlik gösteriyordu. Zîrâ, o dönemlerde, televizyon henüz milletimize böylesine musallat edil(e)memiş; boyalı basın oklarını ahlákımıza bütünüyle yöneltme kudretini hâiz olamamıştı. Dolayısıyla, millet birliği ve kültür bütünlüğü, devlete tahakkûm etmiş olan küçük bir zümre ile millet arasındaki zıtlaşmaya rağmen, hâlâ canlı bir şekilde yaşatılabilmekteydi.
Sonraki yıllarda yaşanan hızlı ve plánsız-proğramsız şehirleşme, hatâlı kültür ve eğitim politikaları ile iktisâdî-siyâsi krizler, içtimâî yapımızın sarsılmasına ve bütün değerler sistemimizin altüst olmasına yol açtı. Şehirlerimiz “devâsa köyler” hâline gelirken, köyünden/kasabasından büyük umutlarla şehirlere akan milyonlarca insan, karşılaştığı çeşitli zorluklar sonucunda uğradığı muazzam hayâl kırıklığının ve canhıraş bir şekilde sürdürmeye çalıştığı ayakta kalma çabasının da etkisiyle, “değerlerini yaşama/yaşatma, bunları sonraki nesillere aktarma; bu değerlerin yaşatılabilmesi için gerekli zemin, araç ve yöntemleri ─bilim ve teknolojideki ilerlemeler ile, ihtiyaçlar, ferd ve toplum hayâtındaki değişimler arasında denge kurmak suretiyle─ geliştirme” sorumluluğunu yerine getirmekte yetersiz kaldı. Devlet tarafından ─çok çeşitli sâiklerin tesiriyle─ uygulanan gayrımillî politikalar, sorunu daha da içinden çıkılmaz bir hâle sokarken, bu olumsuz gidişâtı telâfi edecek güç ve kudreti hâiz gönüllü teşekkûller ihdas olunamadı; ihdas olunanlar yetersiz kalırken, “medeniyet şuurundan yoksun” çevrelerce kurulan ─ve, bir kısmının, milletimiz/medeniyetimiz hakkında meşum emeller taşıdığına inanılan bâzı çevrelerce desteklendiğinden endişe duyulan─ bir takım teşekküller de, selefilik vb. akımların etkisinde kalarak, medeniyetimizin ana esasları ile taban tabana zıt bir muhteva taşıyan bâzı düşünce ve uygulamaların ─yeterli eğitim ve şuurdan yoksun─ kitleler tarafından içselleştirilmesine (dînin bir emri gibi algılanmasına), böylece bahiskonusu olumsuz gidişâtın daha da hızlanmasına sebebiyet verdiler. Bu gelişmeler sonucunda, toplumun bütün kesimlerinde muazzam bir “değerler tahribatı” meydana geldi.
Bu durum, yâni “değerlerimizin hayâtımızı yönlendirme gücünü yitirmesi”, yakın zamanlara kadar, kendi toplumunun târih ve değerlerine başkalarının gözüyle bakmayı mârifet addeden köksüz/türedi bir aydın güruhu tarafından, “zâten olması gereken” tabii bir gelişim gibi değerlendiriliyor ve bu düşünce ısrarla savunulmaya çalışılıyordu. Hazin olan şudur ki, “değerlerimizden uzaklaşmayı ifâde eden” düşünce ve uygulamalar, iman soğumasının da etkisiyle, son zamanlarda toplumun ekseriyeti tarafından kanıksanmaya, tabii karşılanmaya başladı. Hâlihazırda yaşadığımız ve mensup olduğumuz medeniyetin değerleriyle örtüşmesi mümkün olmayan, ─bayramlarımız da dâhil olmak üzere─ “din adına” yapılan içi boşal(tıl)mış uygulamaların bu kadar yaygınlaşmış olması, başka nasıl izah olunabilir?
Vakıa, “bütün insanlığın huzur, sulh-sükûn, emniyet ve refah içinde yaşatılmasını sağlayacak, adâlet/hakkaniyet esası üzerine binâ edilmiş cihanşumûl bir nizam” kurmayı şiâr edinen medeniyetimizin yeniden imâr ve ihyâsı gibi ulvî bir hamlenin başlatılabilmesi için, öncelikle, bu değerler sistemine cân-ı gönülden inandığı zannında olan ─ancak, ne yazık ki, millî-mânevî değerlerinden hızla uzaklaşmakta olduğunu idrak edemeyen─ insanlarımızı, elan yaşadıklarımızın ve öngörülebilir bir gelecekte yaşanması muhtemel olan gelişmelerin “medeniyetimizin mihengirinde ölçüye vurularak” değerlendirilmesi ve, kendi değerlerimizin ilkeleri üzerinde neşvünemâ bulacak yeni bir hayat tarzı inşâ edilmesinin gerekliliği konusunda iknâ etmek, bunun mümkün olabileceğine inandırmak, meselenin en güç ve canalıcı kısmını oluşturmaktadır. Medeniyetimizin özgün bir şekilde hayâtiyetini sürdürebilmesi ve, yeniden insanlığa vaadettiği huzur ortamını tesis edebilecek güç ve kudrete kavuşabilmesi için, bu çetin vazifenin muhakkak yerine getirilmesi lüzumludur.
————————————
03.10.2015
[1] Abdürrezzak, el-Musannef, 4/493; Hâkim, el-Müstedrek, 4/257, 260; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 9/280
[2] Buhârî, Müsâkât 9, Mezâlim 23, Edeb 27; Müslim, Selâm 153