İnsan, Ruh ve bedenden meydana gelen Allah(c.c)’nin yeryüzündeki halifesidir. İnsan, bir diğer isimle Âdem, yaratılmışlar içinde en üstün olandır.
Bedenin aslı topraktır. Kur’ân-ı Kerim’in de açıkladığı bu gerçeği, modern ilimler teyit edip doğrulamaktadır Analizler, tahliller toprakta bulunan madenlerin, elementlerin insanda da bulunduğunu göstermektedir.
İnsanın ruhu ise, insanın görünmeyen, mânevî yönünü oluşturur. İnsanın ruhu gerçeği aşikârdır, bu gerçek, ölüm halinde özellikle kendini ortaya koyar. Diri ile ölü arasındaki fark, diride ruhun bulunması, ölü bedende ise bulunmamasıdır. Uyku da küçük bir ölüm gibidir. Uyku halinde ruhun insanı bir an için terk edişi de, ruhun varlığıyla ilgili bize bilgi verir. (Zümer: 39/42 )
İnsan, bedeniyle hareket eder ve algılar. Ruhuyla idrâk eder, düşünür, bilir, sever, nefret eder, sevinç ve üzüntü duyar. İnsanın bütün iç dünyası, mânevî, görünmeyen âleminin faâliyetleri ruhun faâliyetleridir. Ruh Allah’ın sırlarından, gizliliklerindendir. İnsanın onun esrârına vâkıf olması mümkün değildir. Ruh, Allah’ın katındandır. Hakkında insana verilen bilgi pek azdır.
Allah'(c.c) nin yeryüzündeki halifesi ve en şereflisi olan insan hakkında doğru ve net bilgileri Kuran-ı Kerim’de bulabiliriz.
Kuran’ın insan hakkında vermiş olduğu bilgiler bilimsel bilgilere yön verecek açıklıktadır ve Kur’an bilim yapmayı ısrarla emreder. Bugün, bu haliyle aslı bozulmuş Hıristiyanlık, Yahudilik, Mecûsilik, Budizm, Brahmanizm gibi dinlerle İslâm dininin insana bakış açısının kesin hatlarla ayrıldığı ortaya çıkmıştır. Söz konusu dinlerin birer felsefi ve ideolojik görüş halinde ilâhî mesajdan yoksun olarak yaşama konulduğu günümüzde, insanın ihtiyaçlarını karşılayabilmek için onu geçici tatmin yollarına itmesi de o dinlerin asıl kaynağından akarak insanlar için yetersiz kaldığını göstermektedir.
Kur’an, insanı yeryüzünde kula kul olmaktan çıkararak yalnızca Allah’a kul olmaya çağıran ve O’na ebedi saadet bağışlamak için Allah tarafından indirilmiş bir hayat kaynağıdır.
İslâm, insanın temel özelliğinin yaratılmış bir varlık olduğunu bildirir. İnsan kendiliğinden, tesadüfen veya sebeplerin birleşmesiyle var olan bir canlı değil, bilâkis Allah’ın yaratmış olduğu bir varlıktır. Böylece insandaki yaratılma özelliğini de ortadan kaldırmakta, onun ilâhlık veya kendiliğinden olma özelliğini de ortadan kaldırmaktadır. Çünkü Ezelî ve Ebedî olan sadece Allah'(cc)dir. Diğer canlı-cansız bütün her şey sonradan var edilmiştir. İnsanın yaradılışı onun gereksinimi olan bütün her şeyin yaratılmasından sonra gerçekleşmiştir. Böylece insan, yeryüzünde bulunan bütün yaratılmışların üzerine esas ve halife olarak tayin edilmiştir.
Bizler, insan olarak ruhumuzun derinliklerini keşfetmek ve kâmil insana ulaşmakla vazifeliyiz. İnsanın nihâ-i kemâli, şu hadis-i kudside saklıdır: “Ben bir kulumu sevdiğimde, onun gören gözü, işiten kulağı olurum…”
Kendi güzelliğimizin bir farkına varabilsek? Buda kendimizi tanımakla olur. Kim olduğumuzu bilmek, yaratılışımızda mahfuz olan o ilâhi hazinenin kapılarını bize açacaktır. Bizler nurdan mahlûklarız. Bizler Allah’ın, kulluğun cevheri olan Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimiz’e olan her ciheti kuşatıcı aşkının meyveleriyiz. Çünkü O’nun nûrundan icât edildik. Diyebiliriz ki, O varlığımızın her bir zerresinde vardır!
İnsan elbette ki Rahmâni nefesin muhatabı olan en şerefli yaratılmıştır; ama aynı zamanda çamurdan müteşekkil suflî bir varlıktır da; şeytandan aşağıdır amabir yandan da meleklerden üstündür. Hem nurdur, hem zulmettir. Var olan her şey insanın, insan ise Allah’ın emrindedir. Onun nimetleri ve sonsuz zenginliği içinde yaşıyoruz; bunların değerini bilmeli ve bizlere verdiği ihsanlara gereken saygıyı göstermeliyiz. O’nun insanlığa sunduğu sonsuz cömertlik okyanusunda yaşıyoruz. Din, Allah’ın bize verdiği nimetleri, Allah’a vermekten başka bir şey değildir. Kur’an-ı Kerim’de buyrulur ki “Onlar, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” Rahman olan Rabbimiz, bizleri bu dünyaya O’nun en şerefli mahlûku olan insanoğlu olarak göndermiştir. Bize verdiği bütün nimetlerinin en büyüğü olan bu nimetin farkına varıp, hayatımızı ona göre yaşamaya çalışmalı ve hâlimizle, tavrımızla, hizmetimizle ve kulluğumuzla Mahbubumuz olan Rabbimize şükretme gayretinde olan hakîki ve halis kullar olmalıyız.
Sıhhat ve zaman Cenâb-ı Hak tarafından insanlığa bahşedilmiş en değerli nimetlerdir. Bu ikisi bizim en büyük sermayemizdir. İnsanın selâmeti bunları en dikkatli bir şekilde kullanmasına bağlıdır. Bu, kulun elindedir. Cenâb-ı Allah, zâtına isteyerek teslim olmamız için bize cüzi irâde vermiştir. Allâh-u Teâlâ, kullarına zamanlarını, sıhhatlerini ve varlıklarını ne şekilde kullandıkları konusunda imtihan eder. Bu dünya hayatındaki gidişatımızı, zamanı, bize verilen nimet, rızık ve ihsanları nasıl kullanacağımız konusunda alacağımız kararlar belirler; hayatımız ya cennete ya da cehennem hapsine döner.
İnsan vücudu Allah (c.c.)’ın yarattığı en değerli varlıktır. Bitkilere, toprağa, suya ve hayvanlara dikkatli davranarak çevremize de son derece özen göstermeliyiz. Aslında, bir mümini cahil bir insandan vücuduna, çevresine, yakınlarına ve doğaya nasıl davrandığına bakarak ayırt edebiliriz. Bedeni terbiye etmek, temiz, masum ve saf olmak için gayret sarfederek maddeyi mana, şiddetliyi hafif yapmaktan başka bir şey değildir. O zaman, Allah müminin gören gözü işiten kulağı olur. Zaman açısından da aynı kıstas geçerlidir. Zamanımızı, Yaratıcımızı razı edecek şekilde dikkatli mi kullanıyoruz yoksa faydasız, lüzumsuz işlerle boşa mı harcıyoruz?
Zamanı yerinde kullanmak ulvî bir hikmete göre yaşamak demektir. Örneğin, yeni doğmuş bir bebeği zamanında ve gerektiği miktarda beslemek ne kadar önemlidir! Ya da hasta bir insana ilaçlarını zamanında ve gerektiği kadar vermenin önemini bir düşünelim. Doktorun tavsiyelerine uymamak hayati tehlikelere sebebiyet verebilir. Aynı kurallar manevi sıhhatimiz için de geçerlidir. Eğer ruhumuzu da zamanında ve gerektiği şekilde beslemezsek, benliğimiz sarsılacak ve ahlakî çöküntüye uğrayacaktır. Kulun yaptığı bütün ibâdetler kanımızı ve iç organlarımızı temizleyip arındıran, vücudun tüm fiziksel işlevlerini düzenleyen, ruhî sıhhatimizi, beden ve zihnimiz arasındaki uyumu sağlamak için vücuda alınan ilâhî ilaçlar gibidir. Kendimize bir soralım, uykumuzdan uyanıp güneş doğmadan önce sabahın erken saatlerinde “Sabah Namazını” kılmak neden bu kadar önemlidir? Öncelikle, eğer namazlarımızı tam vaktinde edâ edebilirsek, Cenab-ı Hak da bize mukâbelede bulunacaktır; Allah kulunu huzuruna alarak şereflendirecektir. O’nun İlâhî varlığı her şeyi kuşatır. Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda bulunduğumuz bu farz olan vakitlerdeki ilâhî nimet ve faziletler ölçülemez derecede çoktur, çünkü ilâhî nimet ve rahmet kanalları insanın üzerine hiç durmadan akar.
Zamanımızı mânâlı ve faydalı işlerle değerlendirmek doğru olan davranıştır. İbn-i Ârabi Hz. “Zaman bir kılıç gibidir; sen onu kesmezsen, o seni keser” der. Ve Efendimiz (s.a.v)’in bize tavsiyesi ise şudur: “Kendisini ilgilendirmeyen işlerle meşgul olmaması kişinin kemâlindendir.”
Ârifler şöyle buyurmuştur. “Bir nefeste iki nîmet vardır (birincisi nefesi alabilmek, ikincisi aldığı nefesi verebilmek). Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Her saat bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere yirmi dört saatte kırk sekiz bin şükür gerekir. Bir insan bütün işlerini bırakıp «şükür, şükür» diyerek Allah Teâlâ’ya devamlı hamd ve şükretse, yine de şükrün hakkını veremez. Mâlûm oldu ki, Allah Teâlâ’ya şükrün binde birini edâ edemez.” İnsanın şükür husûsundaki bu mutlak aczi yüzündendir ki, rivâyete göre Mûsâ (a.s) Cenâb-ı Hakk’a:
“–Yâ Rabbi! Sana şükrüm, Sen’den bana verilen ayrı bir nîmettir ki, o da ayrı bir şükür ister. (O hâlde Sana lâyıkıyla nasıl şükredebilirim?)” dedi.
Allah Teâlâ, Mûsâ (a.s)’a şöyle vahyetti:
“–Her nîmetin Ben’den olduğunu bildiğin vakit, Ben de bu bilgini şükür olarak kabul ederim.”[1]
Bütün nîmetlerin Hak’tan olduğunu bilmekle birlikte o nîmetlerin bize ulaşmasına vesîle olanlara teşekkür etme nezâketini göstermek de, Hakk’a şükrün mühim bir şartıdır. Nitekim hadîs-i şerifte:
“İnsanlara teşekkür etmeyen, Allâh’a şükretmiş olmaz.” buyrulmuştur.[2]
Bundan dolayı, biz başkalarının hataları ile değil sadece kendi kusurlarımızla ilgilenmeliyiz. Zamanımızı en dikkatli ve verimli bir şekilde kullanmalıyız. Yani, tüm aklımızı ve kalbimizi içinde bulunduğumuz “âna” yoğunlaştırmalı ve zamanımızı en bereketli bir şekilde yaşamak için çabalamalıyız. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “O her gün bir iş içindedir.” İşte bu İlâhi dersi alanlar ve bu hikmetle yaşayanlar, Cenâb-ı Allah’ın sürekli yapmakta olduğu işleri müşâhede eden, O’nun sevgili dostlarının tâ kendisidirler; bunlar, O’nun nazar ettiğini ve izlediğini hissederler. Bunlar, gaybı müşâhede eden, vaktin oğullarıdır. Onlar kalp aynalarını temizlemişlerdir tâki orada Allah’ın ilâhi sırları tüm haşmetiyle açılmıştır. Onlar Allah’ın nimet ve rahmetinin değerini idrak etmişlerdir. Mânevi fakrın tılsımını çözmüşlerdir. Kalpleri mükemmel bir şuurla uyanmıştır. Bu, bir insana nasip olabilecek en üstün özelliktir. Cebrail (a.s), Resûl-u Ekrem Efendimiz’e (s.a.v) “İlâhi ihsan nedir?” diye sorduğunda Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Allah’ı görür gibi, O’nun huzurunda olduğunu hissederek ibâdet ve tesbih etmektir. Çünkü siz O’nu göremeseniz de O sizi kesinlikle görmektedir.”
Allâh’ın yüceliğinin önünde eğilmek, büyüklüğünün yanında kendini küçük ve hakir görmek, ancak O’nun sınırlarını korumakla; nefsin arzu ve isteklerini terk etmekle; dâimâ O’nun gözetimi altında olduğunu hatırlamakla gerçek bir mânâ kazanır. Kul, bunları bilerek, bütün samîmiyetiyle Allâh’a yönelmeli, emir ve yasaklarına uymalıyız. Bu anlayışının gereği olarak, doğru yolda olan yöneticilerin sözlerini dinleyip, onlara itaât etmeli, bütün Müslümanlara öğütlerde bulunmalıdır.[3]
İnsan, yeryüzüne Hakk’ın halîfesi vasfıyla gönderildiğini unutmamalı. İnsan şeref ve haysiyetine uygun yaşam biçimini benimseyip Hakk’ın emirlerinden, Resûlü’nün gösterdiği doğrultudan kıl payı inhiraf etmemelidir ki, insan şeref ve haysiyetine yakışan da budur.”[4]
“Çehre kılma ser-furû ikbâl için gayret budur
Hem gedâ hem pâdişâh-ı âlem ol devlet budur.”[5].
[1] İhyâ, IV, 163
[2] Ebû Dâvûd, Edeb, 11/4811; Tirmizî, Birr, 31
[3] Kurtubî, c.1, s.335
[4] Şahver Çelikoğlu,Esmâü’l Hüsnâ 1-4
[5] Cevrî