Mehmet MAKSUDOĞLU
Eğitim, âilede, hattâ çocuğun doğmasından önce, anasının helâl olarak beslenmesiyle başlar, bebekliğinden itîbâren ona iyi alışkanlıklar kazandırılarak devâm eder. Hâkim ve yaygın değerler, toplumun bu yeni ferdine aktarılır.
Öğretim ilkokuldan başlar, orta, lise, yüksek öğrenim, master, doktora … merhaleleriyle devam eder.
Batı normlarının hâkim olduğu günümüzde, üniversite öğretiminde gözler kuzey yarıkürenin batı bölümündeki ülkelere dikiliyor, onlardan geliştirme metodu alınması yoluna gidiliyor.
Ortaçağ Avrupa’sında öğretim manastırlarda yapılırken, Haçlı savaşlarından sonra, İslâm ülkelerindeki medreseler örnek alınarak kolejler kurulup oralarda devâm etti. Filmi başa sararsak şunu görürüz : İslâm dünyâsında ise, öğretim, Selçuklu veziri Nizâmül Mülk tarafından medreseler kurulmadan önce, câmilerde yapılmakta idi. Ondan önce de ilk öğretim ve eğitim merkezi olarak Suffayı görüyoruz.
Bâzı Muhâcirler, Rasûl Mescidinin bir duvarına bitişik olarak yapılan Suffa denilen gölgelikte barınırlardı; yeni vahyolunan âyetleri ve Hazreti Muhammed Aleyhisselâmın sözlerini (hadîs-i şerîfleri) ezberler, Onun ahlâkıyla ahlâklanırlardı. Çok doğru olarak ifâde edildiği gibi, bütün kitaplar, bir tek kitabın, Kur’ân-ı Kerîmin anlaşılması içindir. Suffa sâkinleri, insanın dünyâ ve âhireti için en gerekli bilgileri kaynağından alıp öğrendiklerine uygun olarak yaşarlardı. Öğretim ve eğitimi birlikte alan bu sahâbîler, Rasûlun sîreti, tefsir, hadîs, fıkıh, akaaid konularında, bu bilim dallarının günümüzdeki profesörlerinden çok daha bilgili idiler.
İlk zamanlarda câmiler öğretim için de kullanılıyordu. Câmide üstâd oturur, öğrenciler onun çevresinde halka meydana getirirlerdi. Hangi hoca daha bilgili ise, daha iyi anlatıyorsa, onun halkası daha geniş olurdu. Daha sonra, Selçuklu veziri Nizâmül Mülk, Bâtınî propagandaya karşı sünnî İslâmı savunacak âlimler yetiştirmek üzere Nizâmiye medreselerini kurdu. Ağırlık öğretime verildi, medreseler her tarafa yayıldı, çeşitli kademelerde öğretime devâm etti.
Bir yandan da, Hazreti Muhammed A.S.ın yaşayışını her yönüyle örnek alan, İslâmı, günlük hayâtının bütününe hâkim kılan zühd erbâbı kimseler bir araya geldiler, muhabbetin birbirine bağladığı böyle kimselere, yün (sûf) elbise giydikleri için sûfî denildi, sûfîliğin, tasavvufun müesseseleşmiş şekli olarak tarikatlar teşekkül etti, tekkeler yayıldı.
Ülkemizde, sâdece dînî konularda değil, tıp, matematik, astronomi … gibi birçok konularda öğretim yapan medreseler, öğretime devâm etti, Tanzîmât’tan sonra Avrupa usûlü öğretim yapan mektebler kuruldu, Cumhûriyetle de okullar açıldı, mekteblerin yanında, din öğretimi yapan medreseler Osmanlı Devletinin sonuna kadar devâm etti.
Günümüzde de çok mühim olan bu konu, eğitim adı altında sık sık gündeme geliyor. Durumdan memnun olan hemen hiç kimsenin olmayışı ne kadar düşündürücüdür!
Müslümanların çok olduğu ülkelerdeki verimsizliğin, onmazlığın sebeblerinin en başında medrese/tekke ayrılığı, bâzan da çatışması olduğu zaman zaman ifâde edilmiştir. Bu, gözardı edilemeyecek kadar mühim, hayâtî bir konudur.
Kaynağa dönersek görürüz ki, Suffa ehli, sonraki yüzyıllarda medresede aktarılan dînî bilgileri öğrenmenin yanında, daha da değerlisi, tekkeler kurulduktan sonra oralarda tâkip edilen usullere uygun olarak iç dünyâlarını inşâ ve îmâr ediyorlar, “öğrendiklerini yaşayan”, özümseyen kimseler oluyorlardı. Yirminci yüzyılda bile, Irakta bâzı bölgelerde, medrese tahsilini bitirdikten sonra, âlimlerin, rûh eğitimi almak üzere tekkeye gitmeleri geleneğinin süregeldiği biliniyor.
Bu rûh eğitimi olmayınca, insanlar, sâdece kafalarına “bilgi” doldurmakla yetinince, o bilginin “gereğini yerine getirme”yi mizaçları, tabiatları, karakterleri hâline getirmeyince, işler iyi gitmiyor. Bu durumu, tarihimize bakarsak apaçık görürüz : Osmanlı’nın, dünyadaki en güçlü devlet olduğu 16. Yüzyılda ve sonraki asırlarda, o zamanın en üstün öğretim kurumu olan Enderûn mezunu vezirler arasındaki rekabet, anlaşmazlık, hased … lerin tek sebebinin eksik ruh eğitimi olduğu kesinlikle görülür: Sadrâzam Elmas Mehmed Paşa, askerî bakımdan hiç uygun olmadığı hâlde, nehirler aşarak, ardında nehirler bırakarak düşman toprağında ilerlemeğe sevkedilir; bunu, diğer vezirler, bile bile yaparlar, o başarısız olunca sıra kendilerine gelecektir.
Diğer bir sadrâzam, sefere çıkan donanmanın başına Piyâle Paşa gibi bir denizci dururken, deniz işlerinden hiç anlamayan Müezzinzâde Ali Paşayı getirir ve İnebahtı’da donanma mahvolur. (Piyale Paşa Haçlı donanmasını yenerse, sadrazamlık yolu ona açılabilirdi).
Don – İdil (Volga) kanalı açılması düşünüldüğünde, bu büyük işin başına o büyüklükte bir sorumlu, meselâ bir vezir getirilmesi gerekirken (eğer o vezir bu işi başarırsa, sadrazam yapılabilir), Kefe sancakbeyi, beylerbeyi yapılarak iş ona havâle edilir ve kanal açılamaz. (Sonra Ruslar açarlar.)
“İş, ehil olmayana verilirse, o işin kıyâmetini bekle” hadîs-i şerifini öğrenmişlerdir, bilirler ama, birtakım mansıblar, “en çok para verene” verilmiştir.
Bürokratlar arasındaki “görev aşkından!” dolayı, Kara Mustafa Paşa, Viyanayı hücumla alabilecekken (askerin üç gün yağma hakkı var, ganimet Müslümana helâl), teslîm olursa, ganimet hazineye âid olacağı ve vereceği hediyelerle sadrazamlığını sağlamlaştıracağı düşüncesiyle, Viyananın teslimini bekler. Nitekim, muhasara başarısız olunca, saraydaki iki üst düzey bürokrat, Dârus Sa’âde Ağası Yusuf ile Büyük Mîrâhûr Sarı Süleymân, sevinçlerinden, mendil çıkarıp oynamışlardı! Önce, sâdece sadrazamlıktan azledilen Kara Mustafa Paşa, saraydaki üst düzeydekilerin gayretiyle idâm fermanı çıkarılıp Belgradda idam edildi.
Öte yandan, Hızır Hayreddîn Paşa, Cenovada esir iken kurtardığı Turgut Reîs (sonra Paşa) gemiye gelince herkesin huzurunda, bu mücâhidin, kendisinden daha üstün olduğunu söylemiştir.
Daha sonra Turgut Paşayı Kapudân-ı Deryâ yapmayı düşünen Kanûnî Sultan Süleymanı, sadrâzam “taşrada hâsıl oldum… der” girizgâhıyla vazgeçirmiştir.
Misâller çoğaltılabilir … Kötü işleri yapanlar, en yüksek öğretim kurumları mezunları idi.
Sâdece bizim değil, insanlığın bütün bu olanlardan ders alarak yönelmesi gereken eğitim, tekkedeki gibi, insanın iç dünyâsını mâmûr ederken, en yeni bilgileri, en yeni metodlarla kafaya aktaran, düşünmeğe, araştırmaya sevkeden bir eğitim-öğretim olmalıdır. Uygulamada, öğrencilerin tekke şartlarında yaşadığı, en uygun mekânlarda da öğrenim gördüğü müesseler kurulmalıdır.
25.11.2017