Ömer AĞAÇLI
Var oluşta herşey insanın doğasından kaynaklanır. Bu nedenle insan kendi doğasını doğru bilmek ve buna göre uyanık ve uygun yaşamak durumundadır. İnsan kendi doğasını bilip ve ona uygun yaşayınca, özünden, yerinden ayrılmamış olur. Bunun aksi durumlarda yerinden ayrılan insan sorunlarını da kendi elleriyle üretmiş ve hayatını çekilmez kılmış olur.
İnsanı en iyi bilen onu yaratandır. Yaratan, insan doğasını, hayatın gaye ve amacını insana bildirmiştir. Peygamberlerin misyonunu burada aramak gerekir. Eğer göğün lütfu olmasaydı insan insanlaşamaz, hayvanlık aşamasında kalırdı diye düşünüyorum.
İnsanlık tarihine bakıldığında vahyin insanın halk olmasıyla birlikte inzal olmaya başladığını söyleyebiliriz. Yaratılış dinidir. Dinin asıl misyonu da insanın Allah’ı bilmesidir. Allah’ı bilmek marifettir, irfandır. İnsanın Hakk’ı bilebilmesi için fıtratına göre yaşaması zorunludur. Bu da ahlaki yaşamayı zorunlu kılar. İnsan fıtratına göre ahlaki değerlerle yolunu, yönünü bulabilir, böyle bir yaşantıyla olgunlaşarak, ruhen, manevi olarak yükselebilir.
İnsan, ahlaki akordu olmadan akıl ve idraki genişlemez, gerçek ilim sahibi olamaz. Akıl ile ahlak arasında doğrudan bir ilişki vardır. İnsanların anlayamadığı şey budur. Yani hayvan gibi içgüdüleriyle yaşayanın bilgileri adeta hayvanınki gibi olur.O zan denizinde yüzer ve bunu ilim zanneder. Çünkü ilim öyle bir manevi şey ki insanın kalbi ALLAH İLE İRTİBAT HALİNDE ortaya çıkar, şeytanla ittifak halinde değil. İlmin sahibi O’dur, O’na yönelmeden gerçek bilgiyi yakalamak mümkün değildir. İnsan dünya serüveninde ahlak ilimden önce gelir. 21. İnci asra ulaşmamıza rahmen insanlığın idrak edemediği en önemli var oluşsal konu budur. İnsan bütünsel bir varlıktır. İnsanı ancak bütünsel hale getiren ahlaktır. İnsan tabiatın bilgleriyle bütün bir varlık olamaz. İnsan doğasının bütünlüğü bir var oluş gerçeğidir. Bu değişmez. Ruh ve beden bütünlüğü yaratıcının mükemmel bir eseridir. İnsan iç ve dış bütünlüğü sağlamadan hiç bir olumlu şey ortaya çıkaramaz. Bütünlük şartından yoksun bir insan, iç ve dış denge haline gelmeden huzura eremez. İç dünya dengeye gelmeden dış alemin algılamaları net olarak gerçekleşemez.
İnsan var oluşta gerçeklere dayanarak yaşamak zorundadır. Çünkü her eylem bilgilere dayanmak durumundadır. Bilgi denilen şey akıl bakımında husule gelen şeydir. İnsan var oluşta hep bir hal, durum üzere bulunur. İnsanın hali onun manevi halidir. İnsan hangi manevi, ruh halinde ise varlığa ona göre bakar. İnsanın hali denilince hakikat lisanında, Allah nezdinde bulunduğu mertebe anlaşılır. Kur’an “ Her insanın bir derecesi vardır.” Diye bu varoluş gerçeğine işaret eder. İnsanın derecesinin yükselmesi, alçalması kendi gayretine bağlıdır. Allah insan birlikteliği her an vardır. Allahsız bir hayat yoktur. Sadece bu hakikati fark edenler, etmeyenler vardır.
Allah kendi zatına ait iki sıfatı insana emanet olarak vermiştir. Bunlar akıl ve iradedir. Allah akıl ve iradenin önüne iki kitap koymuştur. Biri Kur’an, diğeri de evrendir. Kurân, akıl ötesi, aşkın varlık alanıyla ilgili ilahi deliller; tabiat ise beşduyu verileriyle doludur. Akıl, dellsiz işlemez, hüküm veremez. Aklı delilsiz işletenler ancak boşlukta zihin yoranlardır. Allah, aklın en üst düzeyde kullanılmasını emreder.Aklı kullanmak bu nedenle farzdır.
Aklı kullanmak emir olduğu gibi aynı zamanda ibadettir. Çünkü Allah’ın iki kitabı vardır ve bu iki kitap ilim doludur. Bu iki kitabı okumayan insanların hayvandan farkı olamaz. Bu iki kitabın birini okuyanlarda eksik olurlar. Moder çağın en eksik tarafı Allah’ın tek kitabını okumak üzeredir. Modern çağın bilgi paradiğması sadece evren kitabını okumak üzeredir. Tabiatın bilgilerini öğrenmekle hayat okulunda okunamaz. Bu hal, Allah’ın tek kitabını okumaktır. Bu varlığa tek gözle yaklaşımdır. Deccalliğin ta kendisidir. Deccalin de bir gözü kördür. MODERN İNSAN ANCAK ALLAH’IN İKİ KİTABINI OKUYARAK AYAĞA KALKACAK, KAYBETTİĞİ DENGESİNE YENİDEN KAVUŞACAK, FITRAT MERKEZİNE GELECEKTİR. ÇÜNKÜ MODERN İNSAN FITRAT DIŞINA SAVRULMUŞTUR. BU SAVRULUŞUN MUTLAKA FARKINA VARCAKTIR.
Hakikat akılla biliniyor. (35/8) Allah nezdinde canlıların en aşağısı aklını kullanmayanlarıdır. Aklını kullanmayanların akıllarının murdar olacağını söylüyor Peygamber. (8/22)
İnsanın tüm sorunları artık bu noktada başlıyor. İnsan dünyada Allah’ın iki kitabını doğru okuyamamasından. İnsanın bu iki kitabı doğru okuyamamasının önündeki engeller nelerdir? Bize göre bu engeller, perdeler bizzat insanın kendi elleriyle ördüğü perdelerdir. Din, insanın bakışlarını mutlak varlık olan Allah’a çevirmeye çalışıyor. O’na benzeyerek olgunlaşsın, masiva mahzenlerinde telef olmasın diye.
Bu makale kapsamında bizim de bir nebze olsun insanın kendi elleriyle düştüğü mahzenler, zindanlar konusuna dikkat çekmek istiyoruz. Amacımız sadece uyarıdır. Yoksa beşerden zuhur eden halleri eleştirmek, kötülemek, kınamak değildir.
İnsanın zihin perdeleri yani aklının işlemesini engelleyen onu dünyada perişen eden faktörler tümüyle insanın kendinden kaynaklandığını peşinen söylemek gerekir. Bu perdeleri iki kısımda ifade etmek mümkündür. Birincisi enfüsi yani insanın iç dünyasının durumundan kaynaklanan perdeler, ikinci kısım ise dışsal , afaki perdelerdir. Arabi insan nefsini ele alırken nefsin üç boyutundan bahseder. “Arzulayan Nefs”, “ Öfkelenen Nefs” ve “ Düşünen Nefs” diye söz eder. İçsel perdeler, insanın hayvansal boyutundan kaynaklanan kuvvetlerden ortaya çıkan huylardır. Bu içsel kötü huylar nefsi sardımı insanın idraki işlemez olur. Kur’an böyle insanların halini “ kalbin mühürlü olması” diye ifade eder. Bu içsel kötü huylar kibir illetini üretir. Kibir ilme engel olduğu için aklı da körleştirir. Bir insanın cahil ve bağnaz hale gelmesi, nefsindeki körü huylardan dolayıdır. Kötü huyların en etkini kibirdir ki, kibir nefs putudur. Kibirli insan nefsine tapan “ hodperest” tir.
düşmanı kibirdir. Kibir, akıl kıtlığıdır. Hz. Mevlana kibir ile ilgili sözleri üzerinde durulmalıdır. “ Kibir kendinden habersiz, kendini bilmeyen kimsenin durumudur. Tıpkı güneşten habersiz buzun kendini bir şey zannetmesi gibi..” İnsanın en önemli manevi hastalığı bencilliktir. Bencillik başkalarına tahakküm etme arzusunu da ortaya çıkartır.
İnsanın afaki, perdeleri de tamamen içsel perdelerle ortaya çıkar. Yani insanın içi ne haldeyse dışı da buna göre oluşur. İnsanın dış perdeleri Allah’ın yarattığı şeylerdir. 91/9 ayette:” Allah’tan başkasına tapmayarak nefsini yüceltenler kazanırlar.” Ve 91/10 ayette:” Allah’ın yarattıklarına tapanlar, nefsini alçaltarak ziyana uğrarlar.” Bu iki ayette konuya özlü biçimde vurgulanmıştır. İnsanın çevresi Allah’ın yarattıklarıyla dopdoludur. İnsan zihni bunlara takılarak, bunlarla ilgilerini sürdürerek Hakk’ı ve hakikati idrak edecek yol bulamaz. Hep nimetlerle vakit geçirir. Nimetler hakk’a perde olur.
Şu kadar var ki; insanın iç ve dış aleminin perdeleri masiva zindanları olarak ifade edilir. Şeriatı yani din kurallarının uygulanmasından başka insanı masiva zindanlarından kurtaracak başka bir yol ve method yoktur. İnsan boş kafayla boşlukta zihin yorarak masivadan kurtulamaz. Felsefecilerin anlayamadıkları gerçeklik budur. Kafayı zorlayarak, mantık çenderesine sokarak aklı açmak, yükselmek mümkün değildir. İnsan Allah’a yönelerek O’NDAN ruhla destek alarak, manevi açıdan yükselebilir, masivadan kurtulabilir. Allah’ın desteği olmadan asla insan adım atamaz.
Şimdi masiva mahzenleri üzerinde aklımın erdiği kadar şunları söylemek mümkündür. İlk mahzen geleneklerdir..
“Gelenek” kavramının şimdiye kadar çok tanımı yapılmıştır. Öyle tanımlar yapılmıştır ki gelenek dib gibi tanımlanmıştır. Yani değişmez bir hakikat…
Gelenek için söylenecek ilk söz onun beşeri kaynaklı olmasıdır. Bu nedenle değişkendir ve değişmek zorundadır. Gelenek topluma mal olmuş inanç ve değerler sistemi, kabullerdir. Gelenek gerçekliğin beşeri pencereden görünen ve hakikat zannedilen yüzüdür. Gelenek, geçmiş yaşam biçimlerinin yaşanılan ana kadar taşınan maddi ve manevi değerler bütünüdür. Gelenek, öğrenilmiş en inançlar, tutumlar, değerler, düşünce biçimlerinin bir alaşımıdır. Kısaca gelenek, geçmişin yaşam biçimlerine, basit sonuçlarına göre bugün yaşamaktır. Gelenk takliddir. Geçmişi tekrar etmektir. Yenilik, yenilenmenin, tazelenmenin zıttıdır. Belli çevreler gelenekle dini aynı görürler. Çünkü onlar dini , gelenekler üzerinden yaşama zannederler. Gelenekler tam tersine dini hayatın yaşanmasındaki en önemli engeller, perdelerdir.
Kur’an’a baktığımızda vahyin gelenkleri yıkmak için geldiğini görebiliriz. Çünkü vahyin ilahi, geleneklerin de beşeri kurgular ve pratiklerdir. Vahiy beşeri tüm mahzenleri yıkmak istemektedir.
30/58:” … Onlara bir ayet getirdiğimizde inkar edenler : Siz geleneklerimizi iptal edenlerden başkası değilsiniz, derler.”
31/21: “ Onlara “ Allah’ın indirdiğine uyun” dendiğinde:” Hayır biz atalarımızın gittiği yoldan gideriz.” Derler. Ya şeytan onları alevli ateşin azabına çağırıyor ı sa!” Bu iki ayetle vurgulanan anlam beşeriyetinn tekamülü içini çok büyük bir uyarıdır. Vahyin yani göğün lutfunun; insanların örümceğin ağ ördüğü gibi kendi elleriyle sentetik yapılar ve değerler ürettiğini ve bunlara takılıp kaldığını, bunlardan insanları kurtarmak istediğini söyleyebiliriz.
Gelenek, toplumların bulunduğu statik durumdur, alıştığı yoldur. Toplumu statik durumdan, alıştığı yoldan çıkartıp ona yeni bir yön veren kuvvet yaratıcı bireydir. Yaaraatıcı birey , Allah’ın desteklediği bireydir. Bu kimseler Peygamberlerdir. Elbette Peygamberler beşerdirler. Ama, Allah’ın desteklediği beşerdir. Dünya tarihine bakınız, sosyal hareketler, manevi ve ruhsal hareketlere dayanarak ortaya çıkmıştır. Sosyal faaliyetleri yaratıcı bireylerin, Allah’ın desteklediği kimselerin eseridir. Bu bağlamda din, gelenek değil, gelenekleri yıkan, ilahi alemin müdahalesidir. İnsanlık her peygamberle ruhsal değişime uğramış ve manevi var oluş mahzenlerinden kurtulmuştur. Bunu din diliyle ifade edersek her peygamber ilahi nurun, ruhun taşaıyıcıları olmuşlar ve insanlığı yeniden yenilemişler, değiştirmiş, dönüştürmüş kimselerdir. Bu hal, ilahi nurla tarihe müdahaledir.
Maalesef din ile gelenek arasındaki farkın yeterince anlaşılmadığını söyleyebilirim. Çünkü geleneksel yaşam dini yaşam olarak kabul ediliyor. Din gelenek üzerinden ele alınıyor. Gelenek üzerinden yaşanıyor. Sorunlarda buradan çıkyor. İnsanın hakikat karşısında en önemli engeli, perdesi gelenk denilen beşeri üretimlerdir.
Şimdi gelelim ikinci masva mahzenine ki buda modern dönemin bilgi paradiğması olan ilim anlayışıdır. Günümüzü ilim anlayışı da hakikat önünde büyük bir perdedir. İlmin , hakikat karşısında perde olmasın, ilimin mahiyetinin bilinmemesindendir. Evet ilmin mahiyeti yeterince bilinmiyor. Şimdi ilmin mahiyeti konusunda kimi şeyler söylemeye çalışacağım.
İlim, Allah’ın yarattığı şeyleri bilme işleridir. İlim, her şeyden önce beşeri bir bilgi türüdür. Modern dönemde ilim, doğadaki nesneleri bilme olarak kabul edilmiştir. Bu da varlığın sınırlandırılmasıdır, hakikatin sınırlandırılmasıdır. Gerçeklik karşısında sadece rasyonel tutum bizzat hakikatin doğasına aykırıdır. Bilginin sadece rasyonel bilgi ile eşanlamlı olduğu görüşü insanlığı manevi yönden çökertmiştir. İnsan ruhunda kriz yaratmıştır. Rasyonel tutumla gerçekliğin değişik görünüşü ve manaları elde edilemez. Rasyonel tutumla realitedeki değerli olanı algılamak mümkün değildir. Rasyonel tutum kavramlara dayanır. Gerçekliği sadece kavramlar ve mantıksal düşüncelerle anlamak işin sadece bir yönüdür. Varlık değerleri de kapsar. Varlığı değerlerden soyutlamak aklı zorlayıcıdır. İnsanı duygusuzluğa götürür. Bu nedenle modern insan duygusuz ve mutsuz yeteneksizlere dönüşmüştür.
İlim, doğayı ve doğadaki nesneleri birçok yönden inceleyerek yaratılmış olanlardan sadece maddi olanları bilmektir. Bu yolla elde edilen bilgilerle tüm varlığa anlam vermek mümkün değildir, insan hayatına amaç tesbit edemez. İnsanın diğer insanlarla ilişkilerinde ve nihai amaçların tesbitinde, mutluğun sağlanmasında, insanın kendini yaratılış doğasına göre gerçekleştirmesinde rehber olamaz.
Modern dönemde ilmin olduğundan fazla yüceltilmesi, kutsanması, fetiş haline getirilmesi, modern insana yeni bir mitos olmuştur. Mistik düşünceden kurtulan modern insan kendine yeni bir mitos alanı açmıştır. Modern insan tüm hayatını, arzu ve umutlarını, amaç ve ideallerini ilme bağlamıştır.
İlimlerin hiç biri insana ne asıl kökenlerini ne de yaratılış amacını, yaratılış amacına göre kendini gerçekleştirmesini ne de hayatın anlamını veremez, öğretemez, şimdiye kadar yaşanan tecrübelere göre veremediği de görülmüştür. Ben bir ilim adamı değilim. İlim konusunda çok şeyler söylemem de mümkün değildir. Ama şu hususu belirtmek istiyorum. İlim bir zihin kurgusudur. İlim konusu olan nesnelerin tam ve kesin ve bir bakıma objektif açıklaması değildir. Fiziksel gerçekliğin, zihinde kurgulanan şablona göre anlamlandırılmasıdır. Yani realite bir zihin tasavuru olan kavramlar aracılığı ile anlamladırılmaktadır. Kavramın bilgisi ile nesnelerin gerçek durumunun bilgisi aynı şey değildir.
Üçüncü Masiva Mahzeni konusuna gelince, bunların da cemaatleşmeler olduğunu düşünüyorum. Türk toplumunda son yıllarda ortaya çıkan bir cemaatleşme oluşumundan söz etmek gerekir. Cemaatler üzerinde şimdiye kadar dört dörtlük bir araştırmanın yapıldığını zannetmiyorum. Cemaatler nedir? Neye inanıyorlar, dünya görüşleri, amaçları, temsilcileri kimlerdir? Ne yapmak istiyorlar? Bu konular bilimsel olarak ortaya konulmaldır.
Cemaatlerin oluşumunda din, araçsal bir konumdadır. Cemaatin tüm düşünce ve eylemlerinde din, tek meşruiyet kaynağıdır.
Toplum, sağlıklı, uyumlu işbirliğine dayanır. Bana göre toplum manevi ruhtur, manevi prensiptir. Toplum bireysel ruh hallerinin terkibi ve bu terkibin tezahürüdür. Millet aynı terbiyeyi almış, ortak değerler merkezinde birleşmiş, bütünleşmiş, tevhid olmuş, bireylerden oluşmuş bir zümre, bir sosyal varlıktır. Cemaatler ise tevhidi parçalayıcı, tefrika üreten, düşünce ve eylem hayatında başıboşluk meydana getiren ocaklardır. Cemaatleşme süreci, bir toplumu önca manevi, sonra maddi boyutta parçalayan, insanları ötekileştiren, bölen kota sistemi koyan zararlı ve yıkıcıdır. Kota sistemi maddi, manevi esarettir, esaret zinciridir, zindandır. Cemaatlerde birey, kendine hazır verilen tüm sübjektif verilerin ve dayatmaların esareti altındadır, böylece tüm kişiliğini de yitirir. Birey kendi gibi o cemaatin müntesipleriyle aynılaşarak, fıtratına ve istidatına aykırı bir hale gelerek kişilik bozukluğu yaşar. Her insanın fıtratı aynıdır, ama istidatı ayrıdır. Allah bir insana istidatına göre tecelli eder. İnsanlar arasındaki farklı oluşlar buradan kaynaklanır. Cemaatleşmede birey farklı algı alanlarına girerek Allah’ın verdiği özgür aklı ve iradesini başkalarının akıllarına tabi kılarak zihnen köleleşir.
Cemaatleşme, sürü psikolojisini ortaya çıkartır. Sürü psikolojisi, insanın insani boyutta özgür akıl ve iradesini kullanarak büyümesini, gelişmesini engeller. Başkalarının kafaıyla düşünmek bir rahatsızlıktır. Aklın ipotek altına alınmasıdır.
Hz. Peygamber insanların sürüleşme psikolojisi karşısında 2/ 104 ayette bu hususa şöyle dikkat çeker ve bizleri uyarır. 2/ 104 ayette:” Ey inanlar! Bizi güdün demeyin. Bizimle müzakere edin deyin.” Sürü psikoljisi, sürü mantığı ile hareket eden, her türlü buyurganlığa zihni ve bedeni ile hazır kıta bekleyen insan yığını, Kur’an’ın reddettiği tiplerdir. Bu davranış ahlakını da inkara edenlere, üstünü örtenlere can yakıcı bir hayatın karşı geleceği de bildirilir.
İnsanı insan yapan akıl ve düşüncedir. Ona onurunu kazandıran budur. Cemaatleşme ise insanın onurunu yok eden, kölelik yoludur. Şu kadar var ki, Hz. Peygamber bir ömür insanın özgürlüğünü engelleyen maddi, manevi bütün engelleri ortadan kaldırmaya çalışmıştır. İslam, özgürlükle aynı anlama gelen ilahi bir kelimedir. İslam kelimesini doğru anlamayanlar dini doğru anlayamazlar.
Kimse, Allah’ın iradesinin mutemeti değildir. Cemaatlerde bu mutemetler çoktur. Cemaatleşmenin yarattığı gurup körlüğü hiç bir perdeye benzemez.
Burada son olarak tarikatlar konusuna da değinmek isterim. Ben tarikatları n cemaatlerden ayrı şeyler olduğunu düşünüyorum. Tarikatlar, Hz. Peygamber’in manevi yolunu devam ettiren sufi yollardır. Tarihte Araplar mezhep kumuşlar, Türkler de tarikatları kurmuşlardır. Burada şu vurguyu yapamak zorunludur. Tarikatları gerçek ve gerçek olmayanlar diye ayırmak gerekir. İnsanın manevi olarak hakk’a yaklaşmasında tarikat zorunludur. Tarikat disiplini içine girmeden manevi yolda yürümek mümkün değildir. Tarikatlar, ahlak ve ruh disiplini içinde hakk’a doğru yürüyüşünde tek müessesedir. Her şeyden önce manevi yol, sufilerin, velilerin yoludur ki bu yol Hz. Peygamber’in manevi yoludur. Veli olmayan kimse zaten kimseyi irşat edemez.
Sonuç olarak şunları da söyleyerek konuyu tamamlamak istiyorum: Allah’ın yarattığı en şerefli varlık akıldır. Allah akıldan daha değerli , üst bir varlık yaratmamıştır. Aklını kullanmayanların aklı murdar olur. Akıl, bilgiye götürür, bilgi hürriyete. Hür olmayanlar acınacak hale düşerler. Kendi olmayan insan kendini gerçekleştiremez. Akıl ve irade ile kendi hayatını yaşamayan insan hayatını başkalarının peşinden giderek köleleştirir.