Hayata geldiğim yer, bir çocuk için hiç de fena sayılmayacak bir habitat sunuyordu bize. Burası, kadim yolların kavşağındaki bir durak noktasına, Beypazarı’na bir konak mesafede bir yerdi. Daha çok, kendi periferisine nihaî mal sağlayan, o çevreden aldığı birincil malları da, kısmen kendisi, kısmen de tedarikçisi olduğu diğer imalat merkezlerine ulaştıran bu geleneksel şehir; şimdi de eski devirleri çağrıştıran görünümüyle turistlerin ziyaretten kendilerini alamadığı bir butik şehirdir.
Bizim kasaba, Beypazarı’ndan, aradaki Burgaz Geçidi ve Karlık Dağ olarak bilinen dağ kesitiyle ayrılır. Beypazarı’nın hemen güneyinde bulunan bu küçük Anadolu kasabası, Kıbrısçık; kuzeydoğudan güneybatıya doğru gittikçe irtifa kaybeden derin akarsu vadileri boyunca birbirinden farklı iki bitki ve insan örüntüsüne sahip bir küçük kasabadır. Buranın kuzeydoğu kısmına Yukarı Divan, güneybatı kısmına da Aşağı Divan denir. Biz, yukarı divandanız, suyun çıktığı dağ etekleri. Güneşin doğduğu yer, bizim tarafta, Alemdar yakasındadır. Oranın arkasında kimsenin bilmediği karanlık ormanlar, bizim için gizemli olan diyarlar bulunurdu. En azından biz çocuklar öyle hissederdik.
Alemdarla bizim köyün arasını kesen derin bir vadi vardır. Suyun başlangıç noktasına Serke denir. Suyun aşağı akımlarında sırayla Tarışman, İniş Dibi, Değirmen Yanı, Ilcı Yanı, Çay Deresi ve nihayet Cuma Deresi vardır. Vadinin her iki yanı derin uçurumlar, enteresan volkanik kaya oluşumlarıyla manzaraya bir başka çeşni katar. Vadi tabanı, çok sınırlı çayırlıklara izin veren dar bir şerittir. Suyun etrafı söğüt ağaçlarıyla doludur. Yamaçlar genellikle meşelik, daha yukarılar iğne yapraklı çam ve köknar ağaçlarıyla kaplıdır.
Çocuk dünyamı süsleyen her şey buralarda geçti desem yeridir. Kışın, babamla hayvanlara yedirmek için ince söğüt çubukları kesmeye giderdik. Bizimle ablam da gelirdi. El değmemiş karlara bata çıka giderdik oraya. Yol sıra giderken, bizi sürükleyen genelde hayallerimiz olurdu. Her çalı dibinden bir yabani hayvan fırlayıverecek gibi gelirdi bize. Karlı makiliklerde kuru kalmış avuç içi kadar her bir çalı dibi, ayrı bir habitat, ayrı bir yuva gibi kendini sunar, gösterirdi bize. Karlarla düz bir satıh haline gelmiş arazi, yer yer kuş, kurt ve tilki izleriyle bozulurdu. Bilirdik ki, bu dağlar boş değildir.
Babam, tuhafiye işleri yaptığı için ihtiyaç duydukça İstanbul’a gider, mal getirirdi. O yüzden, gidip gelişlerinde boş gelmez, bizlere masal kitapları getirir, merakımızı tetiklerdi. O dönemin sembollerle yüklü dünyasına bir de bunlar eklenince, hayal dünyamızın uzamı, bulunduğumuz yerden çok daha uzaklara, Bağdat Sarayına kadar giderdi. Kimler yoktu ki o masallarda? Bütün bir kültüre sirayet eden Anka Kuşu bu masalların merkezindedir. Orada her sene üç elma veren ağacı bekleyen en küçük oğulun üç başlı devi yaralaması ve sonrasında gelişen olaylar anlatılır. Yanlışlıkla ak koç yerine kara koça binen oğulun yer altındaki maceraları ve sevdiği kıza kavuşması hep bu masallarda anlatılırdı. Bin Bir Gece Masallarının unutulmaz kahramanlarından Şehrazat ve Şehriyar’a, “eskiden…” diye başlayan köyün bizden önceki, çok önceki sakinleri karışır; hepsi, hep birlikte, kendi arketipleriyle içinde yaşadığımız zamanı inşa ederdi. “Eskiden” zarfı o kadar muazzam, o kadar renkli bir mahfazaydı ki, orada her şey ve herkes iç içe, yekpare bir bütüne dönüşürdü.
Ben, Tanpınar’ın “yekpare zaman” fikrini, orada, o çocukluk dünyamda yaşadım. Dedemi görmemiş, daha doğrusu, vefatında çok küçük olduğum için hatırlamadığımdan, onu hep “eskiden” zarfı içindeki o büyülü dünya üzerinden tanıdım. O da, tıpkı Bin Bir Gece Masallarının kahramanlarından herhangi biri gibi, o doğal sürekliliğin tabii bir uzamı, parçasıydı. Çocukluk yıllarıma ait bu dünya bütün varlığımı doldurdu. Mekân ve anlatılar arasında hiçbir çelişki yoktu. Ahşap binaların yılların izini taşıyan canlı tanıklığına, coğrafyanın bakir tanıklığı ve bu anlatılar ekleniyor; resim iyiden iyiye tamam oluyor, kendimizi hakiki bir dekorun ortasında buluyorduk.
Babamın ani ölümüyle çocuk yaşta Ankara’ya gidince, orada da aynı doğal habitatın bir başka devamını buldum. Amcamların yanında Meryem Teyzeler ve Hasan Hüseyin Amcalar vardı. O zamanların Ankara’sı hep öyleydi. Her bir mekân bir hemşeri kolonisiydi. Bura da öyleydi. Orada da gidip gelmeler olur, eskiler anlatılır; hayat, eskiyle beraber kendini tanımlar, inşa ederdi. O çocukluk yıllarımın Ankara’sı ve etrafta Çorum, Çankırı, Bala, Erzurum vs. yerlerden gelen farklı kültürlere ait diyalekt ve ağızlara, başkentin hepsini dönüştüren İstanbul Türkçesi eşlik ederdi. Ankara maceram çok uzun sürmedi.
Orada zihnime iz yapan en önemli şeylerden biri, Hıfzıssıhhada çalışan amcamın, her sabah erken saatlerde “Allah’a emanet olun, hakkınızı helal edin” diye evden ayrılması olurdu. Akşam eve koltuğunda gazetesiyle gelirdi. Tercüman Gazetesi okurdu rahmetli. Pehlivan tefrikalarını hiç kaçırmazdım. Zaten daha köydeyken, babam vasıtasıyla bir aşinalığım vardı o hikâyelere. Koca Yusuf, Filiz Nurullah, Çolak Mümin, Hergeleci İbrahim, Adalı Halil, Kara Ahmet. Liste uzayıp giderdi.
O yıllarda Doğan Kardeş Yayınlarıyla da tanıştım. Bir solukta o resimli dergilerin tamamını okuduğum. Lisede okuyan amcaoğlum Erdoğan İlgen’in okuduğu Aziz Nesin kitaplarından bir kısmı da o vesileyle aradan çıkmıştı. Sonra, zaruretler beni Polatlı’ya sürükledi. Orta Okul ve Lise tahsilim orada geçti. Gerçi yaz tatillerinde Bolu’ya gidip çalışırdım. O bana biraz nefes aldırırdı. Onun dışında, orada yaşadığım yıllar bana göre tamamen kayıp yıllar, bütün renklerin silindiği donuk bir zaman dilimi oldu. En güzel yıllarım, kültürel bir hurdalık halindeki o tuhaf, çarpık mekânlarda geçti. İklim gibi, diğer her şeyin kuruyup donduğu o yılları, benim için renklendiren tek istisna, bir iki gençlik tutkusu, platonik aşk hikâyesinden başka bir şey değildir. Hafızamda o dönemlere ait çok az şey var.
Gençlik yıllarının o dönemlerine hayatımıza anlam katan ikinci bir hadise, o yıların gençlik hareketleriydi. Biz, sanat okulunda okuyorduk. İlk ilgilerim bir ara sol hareketler oldu. Zaten memleket, hep o çizgiden geliyordu. Beni diğer akranlarımdan farklı kılan şey, kökleri çok eskilerde, baba ve dedelerde olan tarih tutkusuydu. Tarih beni köklere çekiyor, onlarla ilişkilendiriyordu. Diğer bir tarafım ise, toplumsal olaylara duyduğum ilgiydi. O da beni sol hareketlere çekiyordu. Mizaç olarak hâlâ da aynı noktada, eşitlikçi ve demokrat bir çizgide olduğum için oraya ilgi duyuyordum. Türk Solunun kendi tarih ve kültürünü ötekileştiren yanlış tutumu, zamanla beni tam karşı bir eksene, milliyetçi çizgiye çekti. O yılları dolduran, anlamlandıran bir damar da buydu, sosyal olaylara duyduğum ilgi.
O ilk gençlik yıllarım bu şekilde geçti.