O sene unutulmaz bir yıl oldu. Bahar henüz gelmiş, her yer çillim çiçek. Mahalleden arkadaşları Korali’nin (aslı Koreli) Ahmet ve Selahattin’in İbrem, birlikte oyun oynuyoruz. Yaz önü samanlıklar boşalır. O sene de öyle.
Bizim samanlık Yayla Yoluyla evin arasında bir yerde. Arada darabalar var. O gün döndük dolaştık dümeni samanlığa kırdık. Samanlığın önü harmana, arkası yola bakıyor. Üst tarafı Tepecik’e bakan güzel bir yer. Mevsim zaten bahar. Hava çok güzel. Her taraf pırıl pırıl. Arka taraftan çıktık samanlığa. Orası taşlık. Aşağıda, ön tarafta harman yeri yemyeşil. O zaman daha harmanın altı doldurulmamış. O yüzden yukarıdan aşağıya doğru eğimli bir yer olarak duruyor orası.
Çatının üzerinden etrafa bakıyoruz. Çatıya çıktık, çıktık da ne oldu? Çıkınca bir şey olmaz, ama bir şey başarılır. Kaldı ki, bir şey olunsa da, o oluşlar hep insan cevherimizde, derûnumuzda cereyan eder. Diğer her şey kendimizi zahirimizle meşgul etme, oyalamadır.
Burada yapılan ise başka bir şey, bir tür kendini arama da diyebileceğimiz ilk deneme, ilk yoklamalardır. Çocukluk yıllarına ait bu denemelerin adı kolayca konulamasa bile, bir ömür boyu bizi takip eder. O gün de öyle oldu. Denedik ve başardık, denedik ve başaramadık.
Dahası, dahası yok. Dahası, aşağıya atlamak.
Bu itkinin kaynağı nedir, ne değildir; ayrı bir bahis. Belli ki bir yanımız eksik. Bir yerimiz yaralı. Vatan-ı asliden, cennetten sürgün yediği günden beri insanın temel dramıdır bu!
Varoluşçu filozoflar bunu çok daha farklı yorumlamış. Jung gibi, Freud gibi isimlerse, yok şuuraltıydı, şuurötesiydi derken, işi çok daha farklı mecralara çekmiş, meseleyi büsbütün dallandırıp budaklandırmışlar.
Ben tabii ki oralarda değilim. Bizimkisi, nihayetinde bir hikâye denemesi.
İyi de, hiçbir şey hakkında hiçbir şey söylenemeyecek mi? Elbette söylenecek! Mesela bu yaşadıklarım. Onlara ilişkin elimde avucumda kalanlar. O ana ilişkin izlenimlerim. Çoğunu kaçırsam, o anın tazeliğine yabancılaşsam da, bütün o yaşanmışlıklar, o anılar; onları nereye atabilirim? Sahi, istesem de atabilir miyim bütün bunları? Bu ben, o benden çok uzaklaşmış. O yüzden oraya ulaşmak bazen bir arkeolog titizliği gerektirebiliyor. Bütün bunlar doğru.
Neylersin ki, o bene duyulan özlem de benim bir parçam, diğer yarım. Kendimi nerelerden topluyorum görüyorsunuz işte. Bunlar dile getirilemeyecek mi? Gerçeğin, gerçekliğin kırık dökük, ama sahici parçalarını önümüze dökemeyecek miyiz? İşte burada yapmaya çalıştığım şey de bir bakıma bu; o parçaları toplama, toparlama gayreti.
O gün de öyle oldu. Samanlığa çıktık; muradımızı aldık. Sahi, murat ne, muradımız neydi bizim? Bu sorunun cevabı hiçbir zaman bulunamadı. Sonra; sonra o bahar günü, yapılacak iş çok. Önce aşağıya in, samanlığın arka yüzüne git. Çatıdan kayınarak aşağıya, çatının ucuna yanaş ve oradan aşağıya atla. Bütün bunlar uzun iş. Oysa bizim acelemiz var. Ön taraftan önce Ahmet atladı aşağıya, sonra ben! Atladık, ama benim ayak kırıldı. Sağ ayak, tam kasıklara yakın yerden. Acılar içinde kıvranıyorum.
-Çabuk annem, annemi çağırın!
Annemi çağırıyorlar. Annem geliyor. Gözlerinde bir endişe; görüyorum onu. O yaklaştıkça benim de endişem artıyor. Sanıyorum ki, yerimden kaldırılınca ağrılar daha da artacak, dayanılmaz hale gelecek. “Bırak” diyorum, “bırak, burada kalayım.” Ama annem, kolumdan tuttuğu gibi omuzuna alıyor beni. Evde babam, sinir küpü olmuş beni bekliyor. Korkudan tir tir titriyorum…
Dışarıda işletmenin ilk defa gördüğü damperli arabaları çalışıyor. Yollara malzeme döküyorlar. O ana kadar sadece tomruk arabalarını görmüştü. Şimdi dünyasına yeni bir renk daha katıldı: damperli kamyonlar. Yaylaya giden çocuklar bunları görememiş, eksik kalmışlardı. Ama kendisi görmüştü işte. Bu bile kendisini ayrıcalıklı hissetmesine yarıyordu. Zaten her şeyden beslenmiş, kendisine bir pay çıkarmıştı.
O sene göççülerle beraber yaylaya çıkamadılar. Ablam gitmişti. Hayvanlar ona katılmış, yaylaya o yollanmıştı. Bizler köydeydik. Camın kenarında sedirin üstünde yatıyor, dışarıyı seyrediyordu. Bir de sinekleri. Babam sıvımsı bir sinek ilacı almıştı. Onu melamin bir tabağa döküyor, üzerinden sineklerin geçmesini bekliyordum. Hoş, beklemeye de gerek kalmıyordu ya. Hepsi o sıvıya konuyor ve sonra serhoş olup gidiyor, bir köşeye kıvrılıyorlardı. Orada, o küçük, daracık köşede yeni bir dünya kurmuştu kendine. Fakat bu dünya uzun sürmedi. Ayak tekrar kırıldı, hem de aynı yerden.
Mevsim akıyor, vakit daralıyordu. Köyde iş beklemez. Her şey vaktinde, mevsiminde yapılır. Mevsimsiz iş, iş değildir. Çocukluk yıllarında öğrendiği en temel şeylerden biri de buydu: İşi mevsiminde yapmak. Şimdi de mevsim akıyor, fırsatlar geçiyordu. Buna izin verilemezdi. Nihayet öyle de oldu. Hayvanlar hazırlandı. Beni, üzerine döşek serilmiş bir hayvana bindirdiler. Sanırım bir eşekti bu. Kara bir eşek. Zaten eşekler ya kara, ya boz olurdu. Bu da onlardan biriydi. Annem beygire binmişti. Kucağında yeni olmuş çocuk. Babam yürüyor. Bakacağa yukarı tırmanıyoruz. Ancak akşama doğru yaylaya varılabildi. Hava çoktan kararmıştı.
Tek hatırladığım, Bakacak sırtında yukarı doğru tırmanırken duyduğum acılar. Sonrasını hatırlamıyorum. Bir de ablamı, ablamı hatırlıyorum. İs pas içinde bembeyaz dişler. Tıpkı masallarda annesi ölen ve üvey ananın elindeki küçük kızlar gibi. Nedense öyle bir hisse kapılmıştım onu görünce. O kadar zavallı. O akşam karanlığındaki bakışları gözlerimin önünden hiç gitmedi. Endişe ve sevinç birbirine karışmış. Kendinin farkında bile değil. O kadar çaresiz. Oysa hepsine sebep olan bendim. Zaten ikinci gün de babamla birlikte köye gitti.
O dönemin Anadolu’su hep böyledir.
Biz yaylada kaldık. Annem, bir çuval cevizdi, elma-armut kakıydı doldurmuş. Ben bir tarafa gidemiyorum. Evin önündeyim. Annem, çocuklar yanıma gelsin diye önlerine bir şeyler atıyor. Nevale bitince, çocuklar karakuş gibi etrafa dağılıp gidiyorlar. Sadece amcamın büyük oğlu Feridun var etrafımda. O da, çok fazla arkadaş edinemediği için yanımda. Diğerleri yok.
Nihayet köyden haber geldi. Babam koltuk değneği yapmış, yaylacılarla yollayacak. Rahmetli hep öyle yapardı. Bir şey yolladığı zaman yanına el kadar da bir mektup koyardı. Gene öyle yapmış.
Koltuk değneği geldi. Aman ne devlet, ne devlet bir bilseniz! Kanat takmış kadar oldum. O yaka senin, bu yaka benim. Annem korkmuş. “Aman!” demiş,
-Bu bebek gene ayağını kıracak!
O kadar da yaramazız. Hemen ablam yaylaya çağrıldı ve biz tekrar köye döndük. Tabii, ürünler hiç oldu. Bir şeye yaramadı. Bir yaramazlığın maliyetini görebiliyor musunuz? Babam;
-“Ne çektik bu bebekten biz” diyor, başka bir şey demiyordu.
Sahiden de çok çektirdik. O sene yaz haram oldu aileye. Hele ablam, o zavallı hep vur abalıya rolündeydi. İçimizde en sağlam, en işe yarar oydu. O olduğu için de işler hep ona kalırdı. Ben öyle sanırdım. Meğerse öyle değilmiş. Gerçi annemler evde olmadığı zaman hepimizi hizaya çeker, otoritesini gösterirdi. Dinlemeyene basardı tokadı. Otorite o, büyük oydu. Beraber babamla birlikte bayıra gittiğimizde falan, biraz sızlanınca;
-“Git, sıkıysa kendin söyle!” der, işin içinden sıyrılırdı.
Onun kendi özgün dünyası ise bambaşka bir renkle dokumuş her şeyi. Bizim dışımızda, biz oğlan çocuklarının dışında çok daha farklı bir dünya…