Her zamanki gibi evden çıktık. Hava ayaza çekmiş, her taraf don. Kimler var? Kim olacak, her zamanki ekip: yukarı mahallede kim varsa hepsi yanımızda. İdris, Durali, Burhan… herkes. Benim muavin de Azapların Adem! Yukarı çıkarken kızağı çekiyor. Çıktıktan sonra da arkadan itekliyor, yetişebilirse o da biniyor. Böyle bir düzen!
Yanımızda bir yığın arkadaş var. Sayıları neredeyse on-on beş civarı. Say deseniz sayamam o isimleri, ama kalabalık. Özün önünden Kötü Dereye doğru giderken, sağ taraf bostan yerleri, sol taraf çayırlıktır. Önce düzayak gidilir, sonra eğim başlar. Eğimin başladığı yerin az aşağısında Topal Mehmet’in çayırı vardır. O zamanlar oralar bize çok uzak mesafeler gibi gelirdi. Uzak ve tehlikeli. Zaten her taraf, bütün tabiat kara bürünmüş.
Yolun iki kenarında da arazi kuru taş duvarlar ve üzerine yığılan çalı çırpıyla korumaya alınmış. Aşağıya doğru inerken, sol tarafımız çayıra bakıyor. Çayırın dibi aşağıdaki dereye bitişik. Dere yatağı ve çevresi söğüt ağaçlarıyla çevrili. Çayır düz bir alan değil. Aşağıya doğru tümseklerle dolu, ekime müsait olmayan bir alan. Dik, alabildiğine dik bir alan burası. Önce azalan, sonra, birdenbire bir tümsek üzerinden aşarak artan bir eğimle dikleşen bir arazi. Kaymak istediğimiz yer burası. İyi güzel de o denemeyi içimizden ancak birkaç kişi yapabiliyor.
Nihayet aşağıya iniyoruz. İçlerindeki öncü benim. Hepsi peşimde. Bir şey bildiğimden değil de, bir güvenle peşimden geliyorlar. Çocukluk işte. Demek ki benim bir şeyler bildiğimi sanıyorlar. Ne büyük yanılgı! Hiçbir şey bildiğim yok. Sadece cesaretim var. Önden gidenin bir bildiği vardır yanılgısı. Bu yanılgı kişileri ömür boyu takip eden bir yanılgıdır. Bir bildiği vardır. Ne bildiği olacak? O da senin benim gibi biri. Öyle, ama arkadan “sensin” diyenler de yok değil. Onlar hayatın risksiz tarafını tercih ediyorlar. Beni de öyle, “ha bakalım, de bakalım” diye arkadan itekleyenler mutlaka vardır, vardır ama varsa da benim aklımda kimse yok.
Aşağıya indik. İndik de, orası da risklerle dolu. Bir kere derenin bir kısmı buz tutmuş, bir kısmı açık. Arada derin yerler var. Derin yerlerin yukarı kısmı küçük bir şelale ağızı oluştururken, aşağıya doğru su sığlaşıyor. Buzlu yer de, o sığlaşan yerlerde neredeyse suyla birleşmiş, onunla birebirken, üst akımlarda buzsuz bir alan oluşturuyor. İşte biz, tam da buzun üzerinde, yani buzla buzsuz alanın suyla kesiştiği suyun en derin noktasında, onun kenarındaki buzda kızakla kaymaya çalışıyoruz. Daha doğrusu çalışacağız. Ben hemen benim muavine:
-Hadi Adem, bin kayığa. Seni kaydıracağım.
Herkes toplanmış. Bizde kızağa kayık denir. Adem kayığa biniyor. En kenarda, suyun en derin yeriyle buzun kesiştiği o kenarda kayıyor kayık. Adem üstünde, sıkı sıkıya tutunmuş kayığa zavallı. Biz sınırları zorluyoruz. Sınırın da sınırını. Ve nihayet olan oluyor. Adem suya düşüyor. Bütün çocuklar dağılıyor. Akıntı aşağıya, buzun zeminle neredeyse birleşmiş gibi olduğu yere doğru götürüyor Adem’i. Adem suda akıyor. Baş tarafı önde, gidiyor. Herkes çil yavrusu gibi dağılmış. Ve ben, Adem’in bacaklarından tuttuğum gibi kaldırıyorum.
O gün orada yaşadığım şey neyse, bütün hayat boyu yaşadığım şey de odur. Tehlike karşısında her zaman yalnızdır insan. Tek başına karşı koyarsın hayata. O gün de öyle oldu. Kaçan arkadaşlar, kaçarken “aman bizi şahit yazdırmasınlar” diyerek kaçıyorlardı. Eğilerek, pısarak kaçmaya çalışıyorlar. Adem kurtuluyor. Fakat sırılsıklam. O zemheri gününde oradan eve gitmek bile iş. O sırada yukarıdan Karagöz’ün Süreyya Abi geçiyor. Bizi görüyor ve gayri ihtiyari kendini tutamıyor. Gülüyor, ağlanacak halimize. Gerçi gülünmeyecek gibi de değil. O zemheride suya girmek akıl kârı mı? O ayazda, suya girmiş, sırılsıklam olmuş bir çocuk görmek onu da şaşırtıyor besbelli.
Aradan yıllar geçti. Adem, Adem Çelebi; habersiz ve ani olarak, sırf bana sürpriz yapmak için üniversitedeki odama geldi, beni ziyaret etti.
-Yahu, az kalsın öldürüyordun beni.
-Öyle deme, bana bir hayat borçlusun.
Aramızda böyle konuştuk ve hasret giderdik. Şimdi köye giderken, ne zaman o tarafa baksam Adem’i görürüm. Adem’in o sırılsıklam halini, soğuktan morarmış ellerini.
Evlerine gidince ne oldu? Annesine neler anlattı, hiç birini bilmiyorum.
Zaten ne annesi Hedime Hanım teyze, ne de babası Çolak Mehmet emmi komşuluk haklarını zedeleyen insanlar değillerdi. Evlerimiz yakın ve komşuyduk. Abisi Ahmet de en yakın arkadaşımdı mahalleden. Çok zeki, çok yetenekli, çok azimli biriydi Ahmet. Okulda bizden bir sene önceydi ve hep ilk sıralardaydı.
[i]Prof.Dr. (E) Öğretim Üyesi