Koç gütmeye gidiyoruz. Bizim yukarı mahalle çocukları genelde Özün üst tarafları, Ören Deresi ve Tepecik civarına gider, bense Ilıca Yanı, Değirmen Yanı gibi yerlere giderdim. Bilhassa Ilıca Yanı en sevdiğim yerlerden biriydi. O gün de öyle, oraya gidiyorum.
Evin yanından Hışırların Çeşme, Kandemirlerin ev ve nihayet Çaralın güney taraflarından Ilıca Yanına doğru gidiyorum. Çaral diye Türkçemizde az ürün veren kuvvetsiz toprağa denir.
Hayvanlar yayılarak gitmek istiyor ama ne mümkün! İçlerindeki delibaş bir koyun, bütün sürünün insicamını bozuyor. Kafası yerde, tek bir ot bile koparmadan burnu istikametinde gidiyor. Gidiyor da, gittiği yer yer değil. Uçurum yanı, yar kenarı, nere denk gelirse oraya gidiyor. Sürü de peşinde. Ben arkadan avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Ama ne fayda. Bu koyunun beni ne kadar yorduğunu en iyi Ali Koç Emmimin Osman bilir. Her ne ise. O gün de öyle.
Ben, biraz korkutmak, biraz da vurmak amacıyla buna kuvvetli bir taş attım. Taş gitti koyunun kafasına geldi. Hayvan şöyle bir döndü, sersemledi, düşecek gibi oldu, ama sonra ayakta durmaya çalıştı ise de, ayakta duramadı ve bir süre bulunduğu yerde yattı. O gün bir türlü tat döktürmedi hayvan. Tek bir ot dahi yemedi.
Ben o vaziyette Ilıca Yanına indim. O gün kimsecikler yok. Yalnızım. Çayırda bir ora, bir bura kendime eğlence buluyor, sonra pırıl pırıl akan dere boyunda kendi kendimi meşgul ediyorum. Sonra, öğlelik torbasını açıp bir şeyler yedim Öğlen vakti davar sıcaktan yayılmaz, kürner. O gün de öyle oldu. Davar kürnüyor. Kürnemek diye, hayvanların kafalarını birbirlerinin ayak arasına sokarak dinlenmesine denir.
Sıcak hava, öğleden sonra yavaş yavaş kapanmaya başladı.
Benim her zamanki âdetim, davarı önüme katıp sürerek eve dönmek değil de, ağır ağır yayıltarak dönmek olduğu için, o gün de öyle tasarladım. Türkçe’de malum, yayıltmak diye otlatmaya denir. Yayla kelimesi de oradan gelir. Niyetim, dere boyu yukarı doğru çıkarak yavaş yavaş Değirmen Yanına varmak, oradan da sırt yukarı aynı tempoda Çaral üzerinden köye dönmek. Daha önce Ilıca Yanıyla değirmen Yanı arasını dere boyundan hiç geçmemiştim.
O ara meğerse geçilmesi pek de kolay bir yer değilmiş. Dere boyunda dar bir şerit. Dar ve çalı çırpıyla dolu ve her iki tarafı sarp bir yokuş. Hele bizim taraf daha da dik. Değirmen Yanına doğru o vaziyette çıktım. Hava hafiften kapandı. Kapanma derken, kararıyor. Ben bunu havanın bozmasına yordum. Tabii, erkenden eve gidemezsin. Niye geldin bu vakitte diye sorarlar adama. O yüzden ağırdan alıyorum.
Nihayet, Değirmen Yanı uzaktan görünmeye başladı. Başladı, ama yağmur da aniden çöktü. Çöken sadece yağmur değil, karanlık da çöktü. Karşı yaka, Alemdar Yakası kıyşak, dik bir yokuş. Kıyşak diye bizde zemini sabit olmayan serapa kayalık yere denir. O taraf öyle.
Yağmur iyice şiddetlendi. Öyle ki, karşı yakaya yıldırımlar düşüyor, o kıyşaktan kayalar yuvarlanıyor; gürültü kıyamet kırla gidiyor. Ben önümdeki davarı sürmeye çalışıyorum. Fakat ne mümkün. Sanki o günah, sabah işlediğim günah önüme dikildi. Bir türlü geçit vermiyor. Âh, o koyun. Şimdi de önümde bir engel olarak duruyor. Ne yaptım, ne ettiysem bir türlü yerinden kıpırdamıyor. Çare yok bırakacağız hayvanı. Nihayet öyle yapıyorum. Hayvanı bırakıyorum orada. Zaten başka da çarem yok.
Yağmur gittikçe şiddetleniyor. Sanki hayvanların üzerinde kıvılcımlar dolaşıyor. Dehşet içindeyim. Hava karardıkça karardı. İş bu kadarla kalsa iyi… Asıl sürpriz arkadaymış meğer. Ben farkında değilim.
Değirmen Yanına varmadan davar köy tarafına, yamaca doğru yönelmişti. Ben de etrafını almış, öbür taraflara gitmesine mani oluyorum. Davar ite kaka yokuşa sarmış, yağmurdan ağırlaşan yünlerini taşımaya çalışıyor. Arkam, yağmur ve fırtına arasında kapkara, zifiri karanlık gibi geliyor bana. Ama tam olarak öyle değil.
Öyle olmadığını yukarıdan aşağıya bakınca anladım. Aşağılarda, değirmenin önünde acayip bir hareketlenme var. Değirmen Yanında bir kazan. Etrafında fırıl fırıl tuhaf insanlar. Zaten dehşet içindeyim. Bir de bunlar çıktı. Değirmen Yanı gecenin bu saatinde zaten tekin olmaz.
İçimdeki mekanizma çalışmaya başlıyor. Arketipler her şeyi bir eski zaman masalına tercüme ediyor. Simbat’ın cinleri, ak cinler, kara cinler. Karaşanların cinleri, hepsi yuvalarından çıkıyor. İşte, hepsi aşağıda. Kazanla değirmen arasında mekik dokuyorlar. Sahiden de aşağıda bir telaş, gölgeler gidip geliyor. Belli ki bir hazırlık, bir telaş var. Bakamıyorum bile oraya. Karşı yaka, Alemdar yakasından taşlar yuvarlanıyor. Değirmen ağzını açmış karanlık bir kuyu gibi bana bakıyor. Dere azmış, sular bir başka akıyor. Sabahki sakin dere değil orası. Meçhule doğru akan, kıvrılan kara bir yılan.
Mesafeler bir türlü tükenmiyor. Hava karardıkça kararıyor. Ya da bana öyle geliyor. Dehşetten yüreğim ağzına gelecek. Önümde koyunlar. Nihayet sırtı aştı. Azgın sular, karşı yakadaki o kıyşak, kara kazan, hepsi aşağıda, geride kaldı.
Aklında bir de evdekilerin soracağı sorular var, ama o artık köye doğru yaklaşıyor. Çarala, okulun yanına varınca görüyor ki, ablalarının ikisi de orada, kendisini bekliyor. Evden önüme yollamışlar.
-“Ne oldu, nerede kaldı bu çocuk” diye telaşa kapılmış anne babam.
O ikisini görünce dünyalar onun oluyor. Evde misafirler var. Soba kütür kütür yanıyor. Su ısınmış. Her şey sıcak. Bir güzel banyo, sonra aş ekmek. Arkasından sıcacık çay. Sohbet güzel. Bir anda her şeyi unutuyor.
Meğerse o gün büyük tufan olmuş. Dımdım Halil’in evine yıldırım düşmüş. Şu olmuş bu olmuş.
İkinci gün babam denk sepetiyle ablamı göndermiş.
-Git koyunu al, gel!
Ablam gitmiş. Sepete sarınıp hayvanı getirmiş. Babam hiç olmazsa derisi işe yarasın diye hayvanı yüzmüş. Bir de ne görsün! Hayvanın sırtına sopa izleri öylece geçe kalmış. Ben dehşetten hayvanı sürmek için elimdeki çoban değneğiyle hayvana vurup onu harekete geçirmeye çalışırken olmuş bütün bunlar. Babam, ablama dönerek;
-Kızım, bu bebek hayvanı döve döve öldürmüş, diye söylenirmiş.
O zaman hayat böyleydi. Çetin ve acımasız…
Değirmen yanındaki o cinler de Kara Dayı gilmiş. Çaya, çamaşır yıkamaya gitmişler. Onlar da benim gibi yağmura tutulan yağmur zedelermiş.
[i]Prof.Dr., (E) Öğretim Üyesi