Yazılarımızı takip edenler, İslam dünyasındaki ekonomi/politik çatışmaları anlamaya çalışırken mezhep çatışmaları üzerinden meşruiyet aranmasına dikkat çektiğimizi bilir. Bu bağlamda Arap ve Fars Akılları ve Müslümanlık tasavvurları Şiî-Selefilik üzerinden okurken, bu sefer Irak’taki Şiî-Şiî iç çatışmaları artmaya başladı.
Bu çatışmaları Pers ve Arap Şiîliği taraftarlarının çatışmaları olarak okuma, Irak’ın bu çatışmayı kaldırıp kaldıramayacağını düşünme ve ülkemizin yeni bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalma ihtimali bu sorunları konuşmayı gerekli kılıyor.
Irak seçimlerinin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen hâlâ hükumetin kurulamaması ve iç çatışmaların artması durumun vahametini göstermektedir. Hatırlarsanız Haziran 2022’de seçimlerin galibi Şii lider Mukteda es-Sadr’a bağlı milletvekilleri istifa etmiş ve yerlerine yedekler çağrılmıştı. Sadr’a karşı kurulan (İran Destekli) Şii Koordinasyon Çerçevesi, eski bakan Muhammed Şiya Sudani’yi Başbakan adayı olarak belirlemesine tepki gösteren Sadr, reform çağrısında bulunarak, parlamenter sistemin ve anayasanın değiştirilmesini talep etti. Sadr destekçileri ve karşı Şii gruplar sokaklara çıktılar. Olayların ülkeyi bir iç çatışmaya sürüklemesinden endişe ediliyor. Sadr’ın, aktif siyasetten çekildiğini söylemesi ve taraftarlarından eylemlere son vermelerini istemesi ülkedeki gerilimi kısmen düşürdü. Velhasıl, Irak ve İran Şiîliğini mukayeseli bir şekilde incelerken, iki devletin etnik köken, kültürel, ekonomik ve toplumsal yapıları dikkate alınmakla birlikte bölgedeki etkin güçlerin siyasetleri ve bunun iki Şiîliğin birbirinden benzer/farklı yönlerine etkisine dikkat edilmelidir.
- İslam Dünyası ve Şiî Jeopolitiği:
Müslüman nüfus ve mezheplere göre dağılımını net olarak bilmek mümkün olmasa da “Dünyadaki iki milyar Müslüman nüfusunun sadece iki yüz milyonunun Şiî mezhebine mensup olduğu söylenir. İran, Azerbaycan, Irak ve Bahreyn’de çoğunluğu oluşturan Şiîler, Lübnan’ın da en büyük mezhepsel grubudur. Şiîler; Afganistan, Pakistan, Hindistan gibi yakın doğu ülkelerinin yanı sıra, Kuveyt ve Suudi Arabistan gibi Körfez ülkelerinde de 14 milyondan fazla nüfusa sahipler. İran’da yüzde 85, Azerbaycan’da yüzde 75, Bahreyn’de yüzde 75 ve Irak’ta yüzde 65 oranıyla çoğunluğu oluşturuyorlar. Yemen’de yüzde 45, Lübnan ve Kuveyt’te yüzde 35’er, Pakistan ve Afganistan’da yüzde 20 gibi oranlarla nüfusun önemli bir kısmını teşkil ediyorlar. Birleşik Arap Emirlikleri’nde nüfusun yüzde 18’i, Arnavutluk ve Suriye’de yüzde 14’ü, Suudi Arabistan’da yüzde 15’i, Umman ve Katar’da yüzde 10’u Şiîlerden oluşuyor. Bu rakamlara, Afrika ve Amerika kıtalarına serpiştirilmiş olan Şiî nüfusunu da eklemek gerekir.
Şiî jeopolitiğinin dünya açısından önemli olmasının başında Şiîlerin kayda değer bir nüfusa sahip olmalarının yanı sıra, Basra Körfezi, Hazar Havzası dünya enerji kaynaklarının olduğu bölgelere yerleşmeleri geliyor. Özellikle İran İslam devriminden sonra Şiî jeopolitiğinin önemini bir kat daha arttıran faktör ise İran’ın tüm Şiî coğrafyası ve nüfusu üzerindeki etkinlik arayışı da malum.
Irak merkezli Şiîliğin doğrudan Türklerle irtibatı var, çünkü X-XI. Arası “Şiî asrı” olarak görülmesini sekteye uğratan Selçukluların 447/1055’de Bağdat’a girerek İslâm dünyasının liderliğini ele geçirmeleriydi. Bunun bölge açısından önemi, Sünnîlerle Şiî Buveyhiler arasında 389/998, 392/1002, 406/1015, 407/1016 ve 408/1017 yıllarında, Bağdat’ta özellikle “Aşûre mâtemi” ve “Gadîr-i Hum” bayramı günlerinde ciddî çatışmaların olduğu ve Türklerin gelmesiyle bunların azalmasıdır.
Şiî-Sünnî rekabeti, yine bir Türk devleti olan Safevî Devleti’nin Irak’ta hâkimiyeti ele geçirmesiyle Şia lehine, 1534’de Osmanlıların Irak’ta üstünlük kazanmasıyla da Sünnîler lehine değişmişti.
Burada ilginç olan nokta Safevi ve Osmanlı devletlerinin mezhep üzerinden politikalarına meşruiyet sağlaması ve bu bağlamda safeviliğin imamiyye mezhebiyle birlikte Farslık vurgusudur. Çünkü Safevilerden önce bölge yaşayanların üçte ikisi Sünnîyken bu Şiîlik lehine değişmiştir. Bu da politikaların oluşumunda mezhep faktörünün meşruiyet sağlamadaki rolünü gösterir. Öyle görünüyor ki, Irak köken olarak iki Türk devletinin siyasal mücadelelerinin tampon bölgesi olduğundan Türk tarihindeki kritik eşiklerden birisidir. 1018 yılında Sünnî Osmanlı’nın elinden çıkan Irak, 1032 kadar İngiliz mandası altında kaldı ama siyaseten 1958 yılına kadar bu ülkede etkinliğini fiilen devam ettirdi.
Bölgede modern bir Irak devletinin kurulması, İran’ın ekonomik menfaatlerinin yanı sıra körfezdeki konumunu da olumsuz etkilediği için İran, Irak devletini tanımayı belirli koşullara bağlamıştı. Bunların başında, İran kökenlilerin askerlikten muaf tutulması ve Avrupa ve Amerikalılar gibi özel hukuka tabi olmaları gibi hususlar gelmektedir. Hatta İran o kadar ileri gitti ki, Şiî türbelerin koruma ve idare görevinin kendilerine ait olması gerektiğini bile ileri sürdü. Yine müçtehitlerin onayı olmadan türbelerin idaresine lrak devletinin karışmaması gerektiğini söyledi. Neticede Irak hükümeti bu isteklere olumsuz yaklaşınca Fars kökenliler, ya Irak vatandaşı olmayı kabul etmiş ya da ülkeyi terk etmeyi tercih etmişlerdi.
- Bölgenin Ekonomik ve Toplumsal Enerjisini Emen İran-Irak Savaşı
Aslında benzer bir durum daha önce İran-Irak savaşında da görülmüştü hatırlarsanız. 22 Eylül 1980 yılında Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin önderliğinde Irak Ordusu’nun İran sınırını geçmesiyle başlayan savaş, 20 Ağustos 1988 yılında ilan edilen ateşkes ile son bulmuştu. Kaybeden iki ülkenin Müslüman halkı, kazananların ise kimler olduğu, daha doğrusu hangi ülkelerin menfaatine su taşıdığı sizlerin takdirine kalmış.
Şiî hilali kuruluyor diye Suriye hariç, Arap devletleri Irak’ın yanında yer almışlardı. Bir araştırmaya göre Suriye’de Sünnîler %60, bir diğerine göre %74 Sünnî, %11’i Nusayri, %16’sı Hristiyan, %3’ü Dürzi ve %2’si İsmaili‘dir. Arap, Kürt ve Türkmenlerin yanısıra Ermeniler (Süryaniler/Aramiler), az sayıda Yahudi, Yezidi, Çerkez, Balkan kökenli ve Rum Suriye vatandaşları da var.
Fransız sömürgesinden 1946 yılında kurtulan Suriye’de 1970 yılından itibaren Esed ailesinin kontrolünde Baas rejimi var. ilerici-devrimciliği önceleyip Arapların aydınlanmasını, kültürlerinin, değerlerinin dirilişini/Rönesans’ını savunan bu rejimin önde gelen temsilcileri Beşar Esed ve Saddam Hüseyin.
Temelde Arap milliyetçiliği üzerine kurulu Baas (bu terimin tam Türkçe karşılığı diriliş) yönetimlerinden birisi İran İslam devletiyle çarpışıyor, diğer laik bir Baas yönetimi ona destek veren tek Arap ülkesi oluyor. Bu da gösteriyor ki, çatışma dini/mezhebi değil, ekonomi politik. Diğer Arap-Körfez ülkelerinin önemli kısmı Selefilik (Sünnîlik denilmesi tutarlı değil) öğretisi üzerinden meşruiyet sağlıyor, dolayısıyla buna karşı İran’a destek verdi denilirse, o da bir diğer köktendinci devlet olduğunu söylenebilir.
- Ekonomi-Politik Çatışmada Velayet-i FaKih Kavramı ve İşlevi
Başlık Arap ve Fars Şiîliği, ama hala konuya girmediniz diyen dostlar hatırlar ki, Iran-Irak savaşında anahtar kavram “velayet-i fakih”tir. Şiî düşünceye oldukça önemli bir yenilik getiren Humeyni, muhtemelen Irak’taki Şiîlerin desteğini alacağını sanmıştı, ama durum öyle olmadı.
Bu kavramsallaştırma oldukça önemli çünkü “imâmetin On İkinci İmam dışında kimseye verilmeyerek onun beklenmesinin (el-İntizâr) doğal bir sonucu olarak, bütün fakihlerin İmam Mehdî’nin nâibi olduğu düşüncesini ortaya çıkardı. Bu fikir, geliştirilerek ‘velâyet-i fakîh’e dönüşmesine kadar, İsnâaşeriye düşüncesine bir tür siyasal soyutlanma ve kelimenin tam anlamıyla ‘pasiflik’ hâkim olmuştu.
Bunu biraz açacak olursak, “Gâip olan İmam Mehdî’yi bekleme nazariyesine inandıkları gaybet döneminde, imamın ismet ve nass şartları tahakkuk etmediği için, siyasi faaliyeti veya ayaklanmayı ya da hükümet kurmayı ve resmî görevlerde bulunmayı haram saymışlardır. Mehdî’nin zuhurundan önce ortaya çıkacak olan her sancak sapıklık sancağıdır; sahibi de bir tağuttur.” meşhur hadisine göre ‘pasiflik düşüncesi’ benimsendiği belirtilir.
İmam Humeyni ile birlikte bu kavram etkinleştirildi ve İran İslam Devletinin ideolojik olarak İslam dünyasındaki etki oranını artırmada ve farklı coğrafyalarda yaşayan Şiîlere ulaşma imkânı sağladı. Çünkü “Şia düşüncesi fakihi masum saymamakla birlikte, İmam Humeynî, egemen (hâkim) olan fakihe Masumun (beklenen Mehdî’nin) nâibi olması gerekçesiyle, sınırsız velâyet vermiş. Diğer bir ifadeyle İmam’ın ve Resulullah’ın yetkilerini vermiş; ayrıca velâyeti de, Allah’ın velâyetinin bir parçası sayarak İmam’ın, Anayasa’yı da, ümmetin iradesini de aşmasına izin vermiştir. Humeynî temel amacının İslâmî Dünya Düzeni kurulmasına çalışmak olduğunu ileri sürerek mehdi el-Muntazar gelinceye kadar İslam Devletlerinin “fakih” rehberler tarafından yönetilmesini ve Müslümanların bu konuda kendine yardımcı olmalarını istemekteydi.
Ama Irak’da bu durum istenileni İran-Irak savaşında vermedi ve hala da vermiyor olsa gerek ki, ülke Şiîlerin iç çatışmalarıyla yeniden gündeme geldi. Çünkü Arap Şiîleri Mehdi’nin vekili ya da İslam halifeliğinin günümüzdeki adı olarak kullanılan “Velayet-i Fakih” yerine ulemanın öncü olmaktan ziyade istişârî bir siyasal rol üstlenmesi gerektiğini söyleyerek velayeti ümme kavramını önceliyorlar ve ülkede gerilim iyice artıyor.
- Şii Dünyasında Necef ve Kum Havzaları Mücadelesi
Necef ve Kum havzası arasında da doğal bir rekabet söz konusu. Özellikle Necef Şiiliğinin Velayet-i Fakih anlayışından uzak, (din adamının siyasetten uzak kalması anlamında) daha geleneksel bir tavrı var. Her ne kadar Irak’taki gelişmeler, Necef’i siyasetin içine çekmeye çalışsa da Necef’teki Şii dini merci siyasetten uzak kalmaya çalışarak son olaylar hakkında sakin duruyor ve aşırı yoruma kaçacak açıklamalardan kaçınıyor.
Ayetullah es-Sistanî’nin bölgesel gücü derken, Vatikan lideri Papa Francisus’un 2021’in Mart ayında Necef’te ile bir araya geldiğini hatırlayalım. Tabii bu ziyaret ABD ve batı güdümündeki Şiilik ile İran İslam Şiiliğinin göstergesi olarak okuyanlar da var, zaten bizim yazımızın konusu da Arap ve Fars Şiiliği üzerine.
Şiî dünyası Sünnîlere karşı ortak bir amaç etrafında birleşse de kendi aralarında tek bir “imam” ya da “merci”ye bağlı olmadığı, Necef’teki Irak Şiîlerinin lideri Ayetullah Seyyid Ali el Sistanî’nin dini lider olarak İran’ın Irak’taki politikalarına direnç gösterdiği biliniyor.
Onun yanı sıra siyasal alanda etkin ama babası Irak’ın Ayetullahlarından birisi olması nedeniyle dini açıdan da önemli bir ailenin ferdi olan Mukteda es-Sadr ve hareketi, İran’ın ülkeyi sömürge gibi görmesine ve burada hegemonya kurmasına karşı olan etkili figür olarak öne çıkmaktadır.
Öyle gözüküyor ki, Irak’ta da Şiîler, dışarıda Sünnîlere karşı birleşse de içeride kendi özerklik ve bağımsızlıklarını koruma çabasındalar.
Sadr’ın milis güçlerinin adını Barış Tugayları olarak değiştirmesi, onun silahlı etkisini nasıl dilsel olarak dönüştürdüğünün de göstergesi aslında. Yine mezhepçiliğe ve yerleşik düzene yönelik eleştirileri ile Haşdi Şa’bi (Halk Seferberlik Güçleri) örgütünü İran’ı takip etmekle suçlayarak, Irak milliyetçiliği üzerine bir söylem kurmaları da dilse değişikliğin göstergesi.
Tabii bu arada Haşdi Şabi’nin salt İran taraftarı gruplardan oluşmadığını, Sistanî ve Sadr’ı benimseyen yapılarında olduğunu düşününce Irak’ta İran’ın işinin zor olduğu görülebilir. Zaten İran devriminin lideri Humeyni, Irak’ta sürgündeyken de Saddam tarafından asılan Muhammed Bakır el-Sadr ve Sistanî ile araları çok iyi sayılmazdı. Birçok noktada anlaşamıyorlardı. Sistanî, silahlı mücadele, devrim ve buna benzer konularda Humeyni ile ters düşüyordu. Öyle gözüküyor ki, Sadr ve Sistanî, Irak’ın çıkarlarını önceleyip, Şiîlik üzerinden İran’ın “Pers imparatorluğunu” diriltme projesine mesafeli duruyor.
Ve Tarihsiz Okumaların Talihsizliğinden Kaçınmak İçin Arap-Fars Şiîliği Hakkında Kısa Bir Bilgi Notu:
Ana hatlarıyla Hz. Hasan’dan Arap Şiîliğinin, Hz. Hüseyin üzerinden Pers Şiîliği teşekkül ettirildiği söylenir. Bu Kerbela’dan Hz. Hüseyin’in kurtulan tek oğlu, Alį-aśġar ve Zeyne’l-Ābidįn hasta, bünyesi zayıf olduğu için çadır içinde yatmasına rağmen öldürülmeye çalışılmıştı.
İsnâaşeriyye’nin dördüncü ve İsmâiliyye’nin üçüncü imamı kabul edilen tâbiî Ebü’l-Hasen Alî b. el-Hüseyn b. Alî b. Ebî Tâlib yani İmam Zeynelabidin’in annesi son Sâsânî-Pers yöneticisi (Kisrâ) Yezdicerd kızı Şehrbânû/Şâhzenân Gazele olmasından dolayı söylenmiş olsa gerek. Dedesi Yezdicer’din babası Şahryar, babaannesi Bizans İmparatoru Mauricius‘un kızı Miriam olması döneminde Bizans-Sasani etkisini de gösterir. Buna İmam Zeynelabid’in anannesinin Göktürklerden olduğu iddiasının da son zamanlarda gündeme getirilmesi o dönemin diğer bölgesel gücüne atıf için mi bilemedim. Ama bildiğim Sasani-Pers kültürünün Arap ve Türk kültürlerine olan etkisinin tarihsel temellerini mukayeseli incelenmesi gerektiği.
Ali b. Hüseyin’in Fars kraliyet ailesi sebebiyle Farsların akrabası olması ve Farsların Araplarla birlikte seçilmiş iki halk olduğu şeklinde millî kimlik bağlamında önem arzeden konular çerçevesinde de kaynaklara geçmiştir, çünkü Hz Hüseyin’in peygamberlikle melikliği birleştirdiği söylenir. Arap Şiîliğinin tarihsel temellerine bakacak olursak, 789-985 yılları arasında Fas’ta hüküm süren Ehli Beyt Neslinin kurduğu ilk İslâm hânedanı olarak Devletini kuran İdrîsîleri görüyoruz. Hz. Hasan’ın soyundan geldiklerini söylerek 789-985 yılları arasında Fas’ta hüküm süren Ehli Beyt Neslinin kurduğu ilk İslâm hânedanı olarak Devletini kurmuşlardır.
- Mezhep Üzerinden Giden Çatışma, Şiî-Sünnî Dayanışmasıyla Bitebilir mi?
Bu soru ile tekrar günümüze dönelim ve Mukteda es-Sadr’ın ABD öncülündeki işgale tepkisiz kalan Irak’taki Şiî gruplara karşılık, işgal karşısında Irak’ın bağımsızlığı ve bütünlüğünü esas alarak milliyetçi bir duruşla sert bir tepki ortaya koyduğunu hatırlayalım. Hatta ABD öncülüğünde oluşturulan Irak Yönetim Konseyine katılmayı reddettiği gibi 2004 yılında kendi hükümetini oluşturduğunu ilan ederek işgal güçleriyle işbirliğine giden Sistanî ve Dava Partisi gibi Şiî oluşumlara da cephe almıştı.
Sadr’ın ünlü sloganlarından biri, “Ne Doğu ne de Batı” yani ne İran’a ne de Amerika’ya göz yumacağız” olup, 2021 yılındaki seçimlerde ona oldukça puan kazandırdı ve ilk parti olarak çıkmasına katkı sağladı ama bir yıldır geçmesine rağmen hala hükümetin kurulamaması, onun Sünnî gruplarla koalisyon hükümeti kurma çabalarının da başarılı olmadığını göstermektedir.
Bu çerçevede zaten 2008 yılında Mukteda es-Sadr da Sünnîlerle işbirliği yaparak Necef, Kerbelâ ve Bağdat’ın fakir mahallelerinde yaşayan ve Saddam döneminde baskıya maruz kalan Şiîleri örgütlemişti. Tarihsel olarak Sadr ailesi 1919 sonunda Bağdat’ta kurulan, Kazimeyn, Necef ve Hille’de şubeleri olan Haras el-İstiklal adlı gizli dernek, Seyyid Hasan es-Sadr liderliğinde Şiîler ile Sünnîler arasındaki birliğin sağlanması yolunda çok önemli bir rol üstlenmesini hatırlatıyor. Baas rejimine karşı Sadr ailesinin Sünnî-Şiî işbirliği arayışına girdiği de biliyoruz.
“Şiîler, işgalden önce ve sonra Sünnîlerle birlikte Bağdat’ta gösteriler tertip ettiler. Her iki tarafın âlimleri, Şiî-Sünnî ihtilafının körükleneceğini öngörerek ve “ne Şiî ne Sünnî İslâmî yönetim” sloganları atarak yeni Irak’ta birlik ve eşitlik istiyorlardı. Amerika ve destekçilerinin, Saddam-Baas yönetimiyle birlikte tutuşturduğu Irak yangınında belki de tarihte ilklerden biri Bağdat’ta işgal günlerinde kendiliğinden yaşandı. Sünnîlerle Şiîler el ele İmâm-ı A’zam camiinde Cuma namazı kıldılar ve dayanışma örneği sergilediler. Çünkü gelecekte etnik, dinî ve mezhebî ihtilafların doğacağına dair büyük işaretler gözükmekte, Irak’ın üniter bir yapıda devam etmesinin riskli olabileceğine dair değerlendirmeler, komşu ülkelerin de bundan etkileneceği belirtilmekteydi.
9 Ocak 2013 tarihli basında yer alan bir habere göre de, daha önce yaptığı gibi Mukteda es-Sadr, Cuma günü Sünnîlerle Şiîleri tek çatıda toplama çağrısı yaparak Bağdat’ta Şiîlere Sünnî camilerinde namaz kılmaya davet etti. Kendisi de yüzlerce Şiî ile birlikte Bağdat’ta Seyyid Abdulakdir Geylanî Camiine giderek Sünnî imamın arkasında namaz kıldı. Sünnî-Şiî birliği ve Irak’ın bütünlüğü vurgusu yaptı. Irak’ın Necef kentinde düzenlenen “İslam Birliği’nin Sembolü Fatımatuz’z-Zehra” isimli uluslararası konferansın açılışında konuşan Sadr, “İslam, bütün mezhepleri kucaklar ve biz mezhepler arasında ayrım yapmayız. Sömürgeciliğin senelerdir oluşturmaya çalıştığı parçalanmışlık bizim yöntemimiz olmamalı” dedi. Müslümanların birleşmesi gerektiğini vurgulayan Sadr sözlerine şöyle devam etti: “Hiçbirini ayırt etmeksizin söylüyorum mezhep çatışmalarının olduğu İslam ülkelerinden Allah, Rasulü ve Ehl-i Beyt razı değildir. ‘Şiî Sünnînin, Sünnî Şiînin düşmanı oldu’ bu kabul edilemez. Şiîliğimiz ve Sünnîliğimizden önce biz Müslümanız…”
- Her Durumda Sükut-u Hayale Uğramak
Sonuç, düş/hayal kırıklığı, ya da “sükût u hayal” yani “hayal sessizliği”, petrol zengini ülkenin halkı ekonomik olarak çok zor durumda. Şiî ve Sünnîler arasındaki mezhebî gerilim sürekli tırmandırıldı. İran ve Suudî Arabistan gibi ülkeler, Irak’taki etnik ve mezhebî grupları destekledi ve örgütler kurdular. Suikastlar, camilere, dinî mekânlara yönelik saldırılarla Şiî-Sünnî ayrışmasına ilaveten şimdi Şiî-Şiî kutuplaşması ortaya çıkmıştır.
Saddam’ın döneminde Sünnîlerin önde olma durumlarının değişeceğini ve Şiîlerin önemli görevlere geleceğini ülkenin refah durumunun düzeleceğini umanlar da sukuta uğradı. Özellikle Güney Irak’taki Şiîlerin durumu daha da kötüleşmeye başladı. Yıllardır yolsuzluklar ve devlette görev almak için İran merkezli bir torpil bulma çabaları da Şiîler arasında umutsuzluğu artırdı deniliyor.
Sadr ve taraftarlarının Meclisi basmaları ve yeter artık demelerine karşılık, İran’da bölgede önemli bir aktör olan Kudüs Birlikleri komutanı Kasım Süleymani’nin suikastla öldürülmesi üzerine yerine atanan İsmail Kaani’yi Bağdat’a göndererek rest çekti. Ama Sadr ve taraftarları da bunu gördü ve İran meyilli el-Hekim ailesinin Irak genelindeki ofislerini basarak bu resti gördü.
Aslında bu İran Kum ve Irak Necef’in Şiîlik kültüründeki rekabetini de gösteriyor gibi, çünkü Sadr’ın ailesi Lübnan’dan Necef’e gelmiş ve oradan bölgedeki etkinliğini hep korumuş. Tabii bu restleşmede İran’ın Lübnan’da Hizbullah’ı, Filistin’de İslami Cihad’ı ve Irak’ta İslam Devrimi Yüksek Konseyi’ni (El-Hekim ailesi) kurdururak, nlara büyük mali ve askeri destek sağladığını hatırlarsak, durum biraz daha net anlaşılır.
Eğer İran’da büyük oranda etkili olduğu Haşdi Şabi güçlerini sahaya aktif olarak sürerse, Sadr’ın milis güçleri de karşılık verir ve Şiî-Şiî iç savaşı patlar. Tabii Haşdi Şa’bi’nin bir çok kolu olduğu ve hepsinin İran merkezli olmadığını da hatırlamak gerek.
Gelinen son duruma bakınca, Saddam’ın devrilmesiyle Şiîliğin önünü açıldığını, ama Irak halkının ister Şiî, ister Kürt, Arap, Türk hangi mezhepten olursa olsun ekonomik ve sosyal durumlarının gittikçe kötüleştiği görülüyor. O zaman Son zamanlarda Washington’dan Tahran’a yönelik tehditlere rağmen, İran şu ana kadar Irak’ta Amerika Birleşik Devletleri’nin gizli bir müttefiki gibi faaliyet gösterip göstermediğinin de sorgulandığını hatırlarsak, ülkenin durumunu anlamanın ne kadar zorlaştığını gösteriyor.
- İslam Dünyasında Bir İstikrar Unsuru Olarak Türkiye
Bize göre öyle, çünkü demokratik laik, sosyal bir hukuk devleti olarak Türkiye istikrarını koruyabildiği sürece, yakın çevresindeki mezhep üzerinden meşruiyet sağlanan çatışmalara insan hakları ve hukuk devleti bağlamında yaklaştığı oranda etkisini koruyacaktır. Çünkü Anayasa’nın 10. Maddesinin birinci fıkrasında belirtildiği üzere “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin, Kanun önünde eşit” olduğu vurgulanmıştır. Aynı maddenin 3. fıkrasında, bu ilkenin doğal sonucu olarak “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” kuralı öngörülmüştür. 24. Madde ise “siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz “ der.
Özetle bütün olumsuzluklara rağmen Türkiye’nin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olarak istikrarını sürdürmesi, diğer ülkelerde yaşayan Müslüman halklara da örnek oluyor ki, buralardaki çatışmalardan kaçanların sığınak yeri konumunda. İnşallah Irak kısa süre içinde istikrarına kavuşur ve insanlar memleketlerinde yaşar, bir başka ülkeye sığınmak zorunda kalmaz.