Mustafa AKSOY[i]
Kimlik kavramı, sosyolojik ve psikolojik bir kavram olarak sosyal grubu veya bireyi tanımlarken -birkaç on yıl öncesine kadar- onları diğerlerinden ayıran veya birleştiren özelliklerin bütününü ifade etmek için kullanılagelmiştir. Özellikle 1980’lerden sonra ise sosyal mühendislik çabalarının da etkisiyle kimlik kavramı âdeta belirtmek veya açıklamak gayesi ile değil de belirtmemek, bulanıklıklar meydana getirmek, tereddütler doğurmak, problem çıkarmak ve insanın var olduğu kültürel ortamı hesaba katmadan sanki uzayda yaşayan varlıkları ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
Meselenin bu tarafı ile ilgili olarak Chris Jenks, “çeyrek asır önce, ‘toplum’u bir gerçeklik olarak güvenle tartışıyorduk; 1990 kadar yakın bir zamanda bile, sakınmadan, hatta R. H. Tavvney’den Paul VVillis’e kadar tüm sol kanat söylemi içinde, ‘ortak kültür’ gibi fikirleri düşünüyorduk. Bugün, bir dizi tartışmanın ardından, epistemolojik emperyalizm temelinde düşünsel misilleme korkusu olmadan bu gibi bütüncüllükleri telâffuz bile edemeyiz” (2007, 183), demek suretiyle ortak kültürden ve kimlikten bahsetmenin çağımızdaki zorluğuna dikkat çekmektedir.
Türkiye’deki durum da Batıdan farklı değildir. Türkiye’de kimlik kavramı, yıllardır kan döken bir örgütün başvurduğu silâhlı propagandanın baskısı altında ve mahallî bir dil esas alınarak, âdeta şiddet ve dile endeksli açık bir ırkçılık çerçevesinde tartışılmaktadır.
Meselâ, etnisiteyi sadece ana dille temellendirerek farklı Kürt kimliği tezini savunanlar, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Zazaca- Dımıli, Derşimce ve Arapça konuşanları yok saymaktadırlar. Yani bir yandan dile bağlı kimlik hakkı isterken, diğer yandan yanı başlarında Kürtçeden farklı bir ana dili olan insanların varlığını görmemektedirler. Elbette dil ile kimlik arasında bir ilişkinin varlığını inkâr etmek mümkün değil, ancak bu ilişki değerlendirilirken doğru orantılı analiz ve yorumların yapılması gerekir.
Meselâ, Pulat Tacarın Leclerc’e atfen verdiği bilgilere göre;
…dünyada mevcut 197 devletten pek azı dil ve kültür yönünden bağdaşık (mütecanis) bir ülkedir. Dil bakımından bağdaşık ülkeden, nüfusunun %90’dan fazlası tek dil konuşan ülkeleri anlıyoruz.
Bu ülkeler şunlardır: Antigua, Bahamalar, Küba, Dominik, Haiti, Paraguay, Uruguay, Burundi, SaoTome, Swaziland, Danimarka, İzlanda, Lihlenştayn, Portekiz, San Marino, Ürdün, Suudi Arabistan, Bangladeş, Japonya, Kuzey Kore, Güney Kore, Maldivler, Vietnam, Kiribati, Tonga ve Tuvalu; bağdaşık ülkelerde eğitim tek dilde yapılır; kamu ile ilişkiler tek dilde yürütülür; hemen hepsinde ülkenin dili, resmi dil ya da ulusal dil olarak adlandırılır. Bunun yanında, dünyadaki ülkelerin %80’i gerçekte olmasa bile hukuken tek dilli ülkelerdir. Çok dilli ülkelerin oranı ise %20, sayısı 38’dir; araştırma ilerledikçe göreceğimiz gibi, bu çok dillilik gerçek durumu yansıtmaz, semboliktir. Dünyada yaklaşık 6000 dil mevcuttur. Bunların sadece %2’si devlet dilidir. Yani, tek dil olarak, resmi dil olarak ya da ulusal dil olarak tanınmıştır (Tacar: 1996, 70).
Ayrıca İngilizce, 56, Fransızca 36, Arapça 22, İspanyolca 21, Portekizce 7, Almanca 5 ülkenin ya tek başına ya da diğer dillerle resmi dilidir (Tacar: 1996, 71). Bilindiği gibi Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’ın resmi dili de Türkçe’dir. Yani günümüzde Türkçe 7 devletin resmi dilidir. Diğer yandan başka bir çalışmada dünyada 10 bin dilin olduğu, günümüzde ise 6 bin civarında dilin konuşulduğu bunlardan 100 tanesinin 200 devletin resmi dili olduğu ifade edilmektedir (Breton: 2007).
Aslında ülkedeki resmi dil ile yerelde konuşulan dil bazen aynı olmayabilir. Bu farklılık yerel şivelerin ve lehçelerin tarihi süreç içinde kendine özgü bir yapıya kavuşmasından ileri gelebildiği gibi göçler sebebiyle de ortaya çıkabilmektedir. Meselâ, Sovyetler Birliği zamanında mecburî ya da gönüllü göçlerle nüfus yapısının çok hareketli hale geldiği yerlerde Rusça ortak dil olarak kullanılmış, fakat insanlar kendi ana dillerini de konuşmuşlardır. Diğer yandan bu gün Avrupa’nın birçok göç alan ülkesinde, göçmenlerin 2. veya 3. nesilde göç etmiş oldukları yani yaşadıkları ülkenin dilini konuştukları yapılan araştırmaların bizlere verdiği sonuçlardır.
Kimliğin temelde üç boyutu vardır. Yani üç tür kimlikten söz edilebilir. Bunlardan biri bireysel, İkincisi resmi, üçüncüsü ise kültüreldir. Aslında bireysel kimlik de sosyaldir. Çünkü birey ancak içinde var olduğu sosyal ortamda insan olur. Yani doğumdan itibaren sosyal grup dışına atılan bir çocuğun konuşma ve yürüme becerilerinin dahi, sosyal guruplarda var olan insanlara nazaran büyük farklılıklar gösterdiği bilinmektedir. Ayrıca bireysel kimlik bir insanın yetiştiği sosyal ortamda zamanla kendisi hakkmdaki tercihlerini de ifade eder. Dolayısiyle sosyal hayatın içerisinde bulunan bir insanın varlığını, aslında çok kimlikli olarak sürdürdüğünü söyleyebiliriz..
Meselâ, bir insanın ilk önce erkek veya kadın olarak bir cinsî kimliği vardır. Diğer yandan aynı insanın, akrabalık ya da hısımlık bağından dolayı sahip olduğu dayı, amca, teyze, veya enişte gibi bir kimliği olabilir. Bu kategoriye meslek kimliği, statü ve rollerle edinilen kimlikler ve benzerleri de ilâve edilebilir. Kısacası, sosyal bir ortam içinde insanlar sahip oldukları statüye ve cins kategorilerine göre kimlik sahibi olurlar. Ancak insanlar, büyük çoğunlukla tek bir resmi kimlik taşırlar. İşte asıl sorun buradan kaynaklanmaktadır. Yani bireysel kimlik ile resmi kimlik arasındaki çatışma doğrudan sosyal kimliği de yansımaktadır. Aslında resmi kimlik en sonraki tartışılması gereken kimlik olması gerekirken, Türkiye’de resmi kimlik tartışmaları bazen neredeyse cins kimliğinden dahi öne geçebilmektedir. Oysa resmi kimlik isminden de anlaşıldığı gibi insanların devletle olan ilişkilerine ait bir kimlik kategorisidir.
Resmi kimliğe bağlı olarak Türkiye’de yaşayan insanların sorunları aslında temelde ortaktır. Bu bağlamda, Alevi inancına bağlı olanla, Sünni inancına bağlı olanın; aşrı sol görüşleri benimseyenle aşırı sağ görüşde- kinin; başı örtülü ile mini eteklinin; Süryani ile Müslüman’ın; Kürtçe, Arapça, Zazaca ile Çerkezce ve benzeri dilleri konuşanların, sanayici ile çiftçinin ve sairenin sorunları birbirinden çok farklı değildir.
Kimliğin kültürel boyutu ise yaşanılan sosyal grupta kazanılan değerlerle oluşur. Tarihi süreç içerisinde vücut bulan köklü ve uzun bir geleneğin meydana getirdiği kültürel unsurlar kimliğin kültürel boyutunu oluştururlar. Bunun içindir ki, kültürel kimlik biyolojik kimlikten bir hayli farklı ve daha kuşatıcıdır. Dolayısıyla biyolojik özellikleri ifade eden ve öne çıkaran “ırkî aidiyet” kavramı, milletin de millî ve kültürel kimliğin de karşılığı olamaz. Bu konuları İlmî ve akademik çerçevede çalışan herkes için “harcıâlem” diyebileceğimiz bütün bu tesbitlere rağmen, bir takım siyasî ve yahut sosyal ihtiyaçların şevkiyle kendisini Türk olarak ifade edenlerin Türk kavramını adeta “ırk” anlamında kullanmakta ısrar etmelerindeki garabet ne ise de sosyoloji kariyeri ile bilinen unvan sahibi bazı akademisyenlerin bir taraftan Türk milletini “ırk” olarak ifade edip, bir taraftan da kürklerin “saf ırk” olmadığını söylerken, millet olamamış diğer kavmî veya etnik unsurlar için aynı kavramı kullanmayışlarınm masumane bir hatâ yahut yanlış olduğunu söylemek mümkün değildir.
Etnik kelimesi belli bir soya aidiyeti ifade eder. Oysa millet kavramında soy etnik kimlikteki kadar belirgin değildir; çünkü millet oluşumu tarihi, kültürel bir olgudur. Onu inşa eden bir millî devlet vardır… Etnik kimlikle hayati bağlar kuranlar, ya o etnik kimlikten bir millet çıkartmaya çalışan öncü okuryazar kadrolardır, ya da düşük gelir ve eğitim grubunda yer alıp etnik kimliğini kendi hayatının sosyal ve ekonomik bir kaldıracı gibi hayal eden çevrelerdir (Bostancı. 2005, 100-101).
Bu tespitlerin önemli bir gerçekliği ifade ettiği açıktır. Böyle olduğu halde, Türkiye’de çoğunlukla Bostancı’nın dile getirdiği anlayışın aksine, “etnik kimlik” tezleri kültürel hak, siyasî özgürlük gibi, kavram olarak konu ile doğrudan ilgisi olmayan bağlamlarda savunulmaktadır. Bu görüşlere itiraz edilmesi ise neredeyse fiilen yasak bir hal almıştır. Çünkü kamuoyunu belirleyen ve etkileyen yazılı-görüntülü medyada “etnik kimlik” savunucularına muhalif olanlar neredeyse yok sayılmakta, görüşlerini ifade edecek yer bulamamaktadırlar. Diğer yandan televizyon programlarının önemli bir kısmında belli insanlar her konunun uzmanı olarak konuşmakta ve konuşturmaktadırlar. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı bir takım hayatî konular anlaşılamadığı gibi, çözüm önerisi diye ileri sürülen uluorta tezler de kamuoyunda inandırıcı ve ikna edici bir tesir doğuramamaktadır. En bilinen ve tekrar edilen öneriler, “İspanya, İrlanda nasıl çözdüyse biz de öyle çözelim” söyleminden öteye geçmeyen bir akademik popülizmle sınırlıdır. Sosyal problemlerin kendine mahsus ve maddî problemlere göre çok daha karmaşık tabiatından ötürü, toplumların karşılaştığı bu tür meseleleri ancak kendi tarihi, kültürel tecrübeleri ve buna dayalı bir gerçeklik anlayışı ile çözebilecekleri hususu göz ardı edilmektedir.
Diğer yandan eğer bir sosyal yapıyı parçalamak isterseniz onun unsurlarını sınırsız denebilecek farklılıklarla birbirinden ayırmanız mümkündür. Hattâ, aynı ailenin çocuklarının dahi birbirlerinden ne kadar farklı olduklarını ortaya koyarak farklılıklarının benzerliklerinden daha fazla olduğunu iddia edebilirsiniz. Bunun için sosyal yapıyı ve sosyal zihniyeti parçalayıcı bir unsur olan “…alt-kültürler, yeni kimlik kaynaklarıdır; altkültürler, yeni farklılık gösterenidir. Böyle bir kuramsal eylemin sonuçları, ultra-modern değildir; gerileyici, nihilist ve tamamen gö- recidir. Hiçbir siyasa ya da ahlâk tarafından savunulamazlar” (Jenks: 2007, 190). Buna rağmen Türkiye’de ağırlıklı olarak doksanlı yıllardan itibaren “etnik kimlik” (ırkî kimlik) modası başlamıştır. Bu moda zaman zaman öyle bir hal almıştır ki, bir sosyal grubun kültürel ve tarihi yapısı hiç dikkate alınmadan, bazen dini inanca, bazen dile, bazen de coğrafyaya bağlı biçimde tanımlanması yoluna gidilmiştir.
İngiliz araştırmacı Peter Andrews, Türkiye’de “47 etnik grubun” varlığından bahsederken Türkleri şöyle ayırıyordu: 1) Türkler, 2) Türkmenler, 3) Yörükler, 4) Aze- riler, 5) Uygurlar, 6) KırgızJar, 7) Kazaklar, 8) Özbekler,9) Balkarlar, 10) Karaçaylar, 11) Kumuklar, 12) Karapapaklar, 13) Göçmenler, 14) Tatarlar, 15) Kırım Tatarları, 16) Nogaylar, 17) Tahtacılar, 18) Abdallar. Hızını alamayan Andrews, Türkleri bir de Sünni Türkler, Alevi Türkler, diye ikiye ayırırken Alevileri de 1) Türk Alevi, 2) Türkmen Alevi, 3) Tahtacı Alevi, 4) Abdal Alevi, 5) Kürt Alevi, 6) Zaza Alevi 7) Nusayri Alevi olarak yedi gruba ayırmıştır. Ancak, Andrews’un bu tasnifi neye göre yaptığı büyük bir metot sorunu olarak ortada dururken, bu konuda emek verip başkaca bir araştırma yapma ihtiyacı dahi hissetmeden onun yapmış olduğu tasnif, bazı siyasiler ve akademik sıfatlılar tarafından kısmi bir tenzilâtla 36’ya indirilerek dillendirilmiş ve günümüzde de bu söylemden vazgeçilmemiştir. Sosyal grup kavramı doksanlı yıllardan itibaren yavaş yavaş terkedile- rek yerine ne olduğu açıkça tanımlanamayan etnik grup kavramı konulmaya başlanmıştır. Oysa etnik, kimlik, millet ve milliyetçilik kavramları konusundaki çalışmalarıyla tanınan Smith “İngilizcede etnik grup ya da etnik topluluk kavramını karşılayan bir terim yoktur. Müphem ve belirsiz bir terim olarak “halk” bazen önerilir, çoğunlukla bu etnik topluluk yabancı anlamlar taşır.. ” (2002, 45), demektedir. Çok kültürlülük konusundaki çalışmalarıyla tanınan Kymlicka ise “etnik grup” kavramını “göçmen gruplar”, bazen do “ulusal azınlıklar” için kullandığını belirtir (Kymlicka: 1998, 48). Yayla ise “etnik (ethnic) kavramını “Bir kabile. Bir ırk veya benzeri” (2004, 77) diye tanımlar.
Konu üzerinde yoğun çalışmalar yapmış insanlar tarafından dahi kesin ve mutlak bir çerçevede tanımlanamayan “etnik” kavramı Türkiye’deki, “anadan doğma uzmanlar” tarafından ulu orta kullanılmaktadır. Bununla da yetinilmeyerek Türkiye’de yaşayan neredeyse herkese, neye göre verildiği belli olmayan “etnik kimlik” kartları dağıtılmaktadır. İşin ilginci ise Türkiye’deki bu şâibeli “kimlik piyasasT’na itiraz edenler aforoz edilmektedir.
Yukarıda da ifade edildiği gibi “cinsel, etnik ve dinî olanlar da dâhil olmak üzere, tüm kimlikler, bir inşa ürünüdür; sadece ilişkisel kimlikler değil, kökensel kimlikler de dâhil olmak üzere tüm kimlikler doğal değil, kültüreldir; özsel değil kurgusaldır” (Bilgin: 2006, 97). Dolayısıyla Andrews’un, yukarıda zikredilen tasnifi, “müteârife” olarak kabul edilmek yerine, tartışılması gereken tezlerden biri olarak ilgilileri beklemektedir.
Irkçı Söylem
“Doğa bilimlerinin gelişmeye başladığı 17. Yüzyıldan önce bilimsel bir ırk kuramının varlığından söz etme olanağı yoktur” (Şenel: 1993, 13). Bu bağlamda ırk kavramı sosyal bilimlerin diğer birçok kavramı gibi aslında Batı’nın Doğu toplumlarına hediyesidir.
Irk kavramı ve teorileri ile ilgili ilk çalışmaları kısaca hatırlayalım: Sosyal bilimlerin gelişmesine bağlı olarak, ilk defa 1684 yılında antropolog François Berner, ırk kavramını tanımlamaya girişmiştir. Friedrich Blumenbach ise 1775’de yine ilk kez insanları renklerine göre sınıflandırmıştır. Biyolojideki gelişmeler ve Darwin’in çalışmaları ise ırkçılığa önemli katkılar yaparak ırkçı anlayışın kabul görmesinde ve yayılmasında etkili olmuştur (Şenel: 1993, 13-19).
Günümüz Türkiye’sinde ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Meselâ, Türkçülüğü savunmak ırkçılık kabul edilirken, Kürtçülü- ğü savunmak demokrasi taraftarlığı veya ileri demokratlık olarak kabul görmektedir. Oysa Türk milliyetçileri “millet ırkî bir zümre değildir” diyerek; milleti tarihî, kültürel, sosyal, siyasi ve ekonomik bir organizasyon olarak tanımlaya gelmişlerdir. Durum böyle olmakla beraber günümüzde Türkçü-milliyetçi bakış açısına sahip olanlar, “ırkçı, inkârcı, kafatasçı” olarak adlandırılıp yargılanırken, dilden hareketle ırkçılık yapanlar demokrat, insan hakları savunucusu olarak algılanır olmuştur.
Türkçülüğün önemli eleştiricilerinden ve Kürtçülüğün dolaylı savunucularından ve önde gelen meşrulaştırıcılarından Türköne, 13 Kasım 2007’de yayınlanan makalesinde şöyle diyordu:
Mustafa Akyol, su gibi akıcı ‘Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek’ başlıklı kitabına Cemal Gürsel’den bir alıntı yaparak başlıyor. 27 Mayıs Darbesi’nin hemen ertesinde yayımlanan ‘Doğu İlleri ve Varto Tarihi’ isimli kitaba, devlet başkanı sıfatıyla yazdığı takdim yazısında Gürsel, ‘Dünya üzerinde ‘Kürt’ diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur’ diyor. Onların gerçekte ‘Doğu Türkleri’ olduğunu söylüyor. Bugün Kürtlerin ‘müstakil hüviyetli bir ırk’ olup olmadığını kimse tartışmıyor (Türköne: 2008, 142).
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi milleti ırk olarak tanımlamak hiç bir ilmî gerçeklikle bağdaşmaz. Geçtiğimiz haftalarda, Türköne ile aynı kulvarda koşan Yasin Aktay Bayburt’ta yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:
Sana demişler ki ‘Sen Türksün’. Ne demek Türklük? İşte, Orta Asya’dan gelmişsin. Bir bakıyorsun, kaçımızın dedesi Orta Asya’dan gelmiş, bir sor bakayım gerçekten var mı böyle bir şey. … Türk nedir mesela? İsmet Özel’in çok ilginç, çok güzel tahlilleri vardır. Türk dediğin bir sentezdir zaten. Türk diye bir ırk yok. Macarlar Türk müdür mesela? Ben o kadarını söyleyeyim. Türkiye’de o kadar insanın 3-4-5-Ö nesil öncesine baktığın zaman, şimdi kendini zannettiğinden çok farklı çıkıyor insanlar” (30 Aralık 2013 tarihli basından).
Basındaki bu haberin tartışılması üzerine Aktay, daha sonra konu hakkında yazdığı makalesinde ise belli ki, irticâlen konuşma zaafının yol açtığı ârızaları izâle etme gayreti ile şu ifadeleri kullanıyor:
Türklüğün bir ırka indirgenemeyeceğini, aksine tarihsel olarak farklı ırkları da barındıran bir şemsiye kimlik olarak benimsenmiş olduğunu anlattım. Bir ırka indirgenmeye çalışıldığında hem Türklüğün kültürel ruhunun tamamen öldürülmüş olduğu hem de bu haliyle Türkiye’de bütünleştirici özelliğinin yok edildiğini anlatmaya çalıştım. Macarların Türk ırkından geldiği halde neden Türk sayılmadığı, buna mukabil Boşnakların, Arnavutların veya Balkanlar ve Anadolu’da yaşayan Türk ırkından olmayan bir sürü unsurun kendilerini neden ve nasıl Türk sayabiliyor olduğu sorusuyla yüzleştiğimiz zaman, Türk ırkının ve kimliğinin mahiyetine dair geniş bir alana girmiş oluruz (Aktay: 2013).
Bir defa ırk ve millet konusunda Türköne mi yoksa Aktay mı samimi? Eğer Türköne’nin iddia ettiği gibi Kürtler ayrı bir ırksa Türkler neden ayrı bir ırk olmasın? Buna Aktay’ın cevap vermesi lâzım. Yok, eğer Aktay’ın iddiası doğru ise Gürsel “Dünya üzerinde ‘Kürt’ diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur” dedi diye Türköne niye bu kadar heyecanla alt tarafı, Necip Fazıl’ın deyimiyle “dört yıldızlı bir hiç”in elli senelik “önsöz”ünden alelacele Kürtçülük kayırması çıkarıyor? Aktay’ın ifade ettiğine göre Macarlar Türk ırkından geliyorsa Türk neden bir ırkın adı olmasın? Dahası Macarların Türk sayılıp sayılmadığını öğrenmek için çok fazla araştırma yapmaya gerek yok. Bu konuda Türkçeye de çevirileri yapılan E. Eckhart, A. Berta, N. Megyeri ile L. Rasonyi’nin eserlerine bakmak yeterlidir. Hattâ, bu eserlere bakılırsa Macarların boylarından birinin de “Kürtler” olduğu görülür. Aktay’ın kendini savunurken, “Türklüğün bir ırka indirgenemeyeceğini, aksine tarihsel olarak farklı ırkları da barındıran bir şemsiye kimlik olarak benimsenmiş olduğunu anlattım. Bir ırka indirgenmeye çalışıldığında hem Türklüğün kültürel ruhunun tamamen öldürülmüş olduğu hem de hu haliyle Türkiye’de bütünleştirici özelliğinin yok edildiğini anlatmaya çalıştım” ifadelerine gelince, kendisine aynen iştirak ediyoruz; zira, bunlar Türkçülerin zaten Göklap’ten beri savunduğu Türklük tanımına son derece uygundur. Eğer Aktay Türklüğü, iktibas ettiğimiz ifadesindeki gibi kabul ediyor ve savunuyorsa o zaman önceki yazdıkları ile televizyon konuşmalarını tashih etmesi ve bağlı olduğu partinin yetkililerine bu görüşlerini anlatması gerekiyor. Kısacası, Türklük tarihi-kültürel bir gerçeklik ve üst kimlikse Türkiye neyi tartışıyor? 13u sorunun cevabını öncelikle Aktay ve bağlı olduğu siyasi görüş mensuplarının acilen cevaplaması gerekir.
Türköne’nin iddiasına dönecek olursak M. Şerif Fırat’ın Doğu İlleri ve Varto Tarihi adlı eserinin ilk baskısı, Şaka Matbaası tarafından İstanbul’da 1948’de yapılmış olup, yazarın eserindeki önsözünün tarihilö Şubat 1945’dir. Yani yazar eserini 15 Şubat’ta bitirmiş veya bu tarihlerde matbaaya teslim etmiştir (Fırat: 1948). Dolayısıyla Cürsel’in önsöz yazdığı kitap eserin ikinci baskısı olup darbeden bir yıl sonra çıkmıştır.
Doğu kökenli olan ve Kurmançca, yani Kürtçe bilen Ahmet Araş, yıllar önce Ant dergisinde yazdığı bir makalede şu ilgi çekici bilgileri veriyordu:
Diyarbakır ve Urfa dolaylarında yakın çevre köylerinden şehre elden yoğurt yumurta yağ getirenler barajilerce (şehirli) ‘Kirmanç’ olarak adlandırılmaktadır. Yine Doğu Beyazıt’ta kasabalılar tüm köylülere (ağalar da dâhil) ‘Kirmanç’ demektedirler… Aynı şekilde Doğu’daki ‘Torun’ ve ‘Mirekler’ (şecereli veya asil ağalar) tüm halka ‘Kirmanç’ demektedirler… Yörede ‘Kirmanço’ ise; daha aşağılayıcı anlamında kullanılır (Araş: 1968).
Yukarıdaki ifadelerde “Kirmanç”, Kürt karşılığı ve bir sıfat olarak kullanılmıştır. Bu anlayış bütün Kürtçe sözlüklerde de aynı şekildedir. Siyasi ve ideolojik endişelerden uzak, Zazaca ve Dersimce (Dimilice) konuşanlardan hiç biri Kürtlüğü kabul etmez. Yeri gelmişken ifade etmekte fayda var. Bu satırların yazarı da en azından 300 yıllık “Torun”dur.
Kürt milliyetçileri genel olarak atalarını Medlere, Ermenilere, Asurîlere, Babillere, Siimerlere ve Farslara bağlarlar. Dolayısıyla ortak ata konusunda birbirlerinden farklı görüşlere sahiptirler.
Kürtlerin bir ırk olup olmadığı Kürtçü görüşü savunanlar ve onların yayınladığı eserler tarafından da doğrulanmamaktadır. Meselâ, “Minorksy … Arap kaynaklarında Kürt adının ‘göçebe’ ile eşanlamlı hale geldiğine işaret etmektedir” (Nikitin: 1994, 24). McDovvall da “MS 7. yüzyıldaki Arap yayılması döneminde ‘Kürt’ sözcüğü göçebeleri ifade etmek için kullanılıyordu. Bu nedenle, etnik olmaktan çok sosyo-ekonomik bir anlam taşıyordu”, diyor. Ayrıca McDovvall’a göre, “bazı Arap, Ermeni, Asuri ve Pers (ve daha sonra Türkmen) aşiretlerinin kültür ve dil olarak Kürt- leşmiş olduklarına kuşku yoktur. Böylece Kürt etnik kimliği tek bir ırksal kökene işaret etmemektedir” (2000, 29). Bunlardan başka, aşağıda eserlerini zikrettiğimiz VVelate Tori, M. Emin Zeki, M. S. Lazarev, Faik Bulut, Cemil Paşa gibi Kürt ve yahut Kürtlük araştırmacıları da Kürtlerin kökenleri konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Kürtlerin coğrafî-tarihî vatanları olarak da Fırat ve Dicle arası, Uru- miye bölgesi, Hazar civarı ile Horasan bölgesi gösterilir (Tori: 1992; Cemil Paşa: 1998; Eickstedt: 1993; M. E. Zeki: 1992; Bulut: 1998; Lazarev: 2001; Nikitin; 1994). Doğu ve Güneydoğu Anadolu hakkında “Batı Ermenistan ve Batı Ermenileri Sorunları Araştırmalar Merkezi”nin internet sitesinde bölgenin tarihi, insanları ve yer adları hakkında ilginç bilgiler olup bazılarının iddia ettiği ve geri verilmesini istedikleri yer adlarının Ermenice olduğu belirtilmektedir (http://akunq.net/tr). Ayrıca Kalman tarafından “Batı -Ermenistan toprakları Doğu Anadolu Bölgesi olarak adlandırılmıştır” (1995, 8) denilerek, Ermenilerin Doğu Anadolu hakkındaki tarihi iddiaları dile getirilmiştir.
Anadolu’da Türk Varlığı
Türklerin Anadolu’ya âdeta misafir gibi geldiğini söyleyenler, özellikle Kürtçülük bağlamında bu görüşü ifade edenler ya tarihi bilmiyorlar ya da başka hesap peşindeler.
Bilindiği gibi Anadolu’da Türk varlığı genel olarak 1071 Malazgirt savaşıyla açıklan- maktadır. Yazılı kaynaklarda bu konuda çokça bilgi vardır. Ancak bazı tarihi kaynaklarda da milâttan önceki devirlerden başlayarak Anadolu’da İskitler, Massagetier ve Kimmerier gibi Kafkasyalı-Orta Asyalı halklardan bahsedilmektedir. Matta Bodrumlu Herodo- tos (M.Ö. 490-425) Anadolu’da seyahat ederek gözlem ve bulgularını yazdığı “Herodot 11 arihi” olarak bilinen eserinde Massagetier’in İskit’lerle akraba olduklarını ve Tomyris (Tomris) adında bir kraliçeleri olduğunu belirtir. Bilindiği gibi Tomris, kadim Türklerin kız çocuklarına verdiği isimlerden biridir.
1 lerodotos, İşkillerden bahsederken de onların “kımız” içtiğini ifade eder. Kımız ise Türk ve Moğollar tarafından içilen ve Orta Asya Türklerinin hâlâ içmeye devam ettiği “millî” denilebilecek bir içkidir. Hint- Avrupalı halklar kımızdan Türk illerine seyahat eden misyonerler vasıtasıyla haberdar olmuşlardır.
Yazılı belgelerden başka Anadolu’da İslam öncesi Tük varlığı hakkında Hakkâri’de M. Ö. XV. yüzyıl ile XI. yüzyıl olarak tarih- lendirilen 13 balbal bulunmuştur. Mardin Kızıltepe’de yapılan bir kazıda ise M.Ö. IX. yüzyıl ile VIII. yüzyıl olarak tarihlendirilen iki balbala rastlanmıştır.
Günümüzde özellikle Erzincan ve Tunceli bölgesinde çok sayıda balbal mezar taşları olup bunlardan 1969 ve bu tarihten daha önce yapılan bazı balbalları Tunceli’de yaptığım saha araştırmalarında tespit etmiştim.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çeşitli tarihlerde yaptığım araştırmalarda ise bazı müzeler, yerleşim yerleri ve mezarlıklarda koç-koyun başlı ya da heykel tarzında çok sayıda mezar taşının olduğunu görmüş bunlardan bazılarının fotoğraflarını çekmiştim. Meselâ, Tunceli merkezindeki bir mezarlıkta 1965 tarihli koç heykeli olan bir mezar taşı ve üzerinde de balbal vardır.
Diğer yandan Türk kültür coğrafyasında yaptığım seyahatler esnasında da on üç farklı ülkede çok sayıda balbal ve koç-koyun heykeli tarzında mezar taşları tespit ettim. Bunların bazıları milâttan önce, bazıları da son dönmelerde yapılmıştır. Yani bu mezar taşlarının yapıldığı tarihler dikkate alınırsa, tarihi sürekliği ifade ettikleri görülecektir. Bilindiği gibi bu mezar taşlarının tarihte ilk görüldüğü yerler Türk kültür coğrafyası olup, bugünkü Altaylar ile Moğolistan’dır.
Ayrıca Anadolu’da yapılan bazı yüzey araştırmalarında, belgesel filmlerde Orta Asya Tük kültür coğrafyasında görülen çok sayıda kaya resimleri, kadim Türk alfabesiyle yazılmış yazılar ve Türk damgaları bulunmuştur. Bu konudaki geniş yazılarımız ve görsel kaynaklar için www.mustafaaksoy.com sayfamıza bakılabilir.
Sonuç
Sonuç olarak, Türkiye’deki kimlik tartışmalarının önemli bir kısmı siyasi kaygılarla ve dış desteklerin murad ettiği istikamette yapılmaktadır. Sağlıklı tartışabilmek ve yorumlar yapabilmek için her şeyden önce bir kavramın ilim âleminde veya halk-arasın- da ortak bir tanımının bulunması icab eder. Çünkü, mantığın temel kurallarından biri olan ifadeye göre, bilinmeyen bir kavram, bilinmeyen bir kavramla tanımlanamaz. Türkiye’deki kimlik tartışmalarında yaşanan en büyük problemlerden biri de Batı kavramlarıyla Batı dışı bir sosyal yapının açıklanmaya çalışılmasıdır. Oysa her sosyal yapıyı kendi gerçekliği ve tarihi arka planı içinde değerlendirmek gerekir. Meselâ, bugün Türkiye’de Avşar, Döğer veya Beğdili (Beydili) unsuruna mensup olup da her birinin ana dili Türkçe, Kurmançca veya Zazaca olan insanların bulunduğu ilgi çekici bir sosyal ve kültürel karışma gerçeği ile yüz yüzeyiz (Aksoy: 2009) . Bu insanları ana dillerine göre mi, tarihi Avşar, Döğer ve Beğdili boyuna göre mi, yoksa geleneksel kültüre göre mi, ya da kendilerini nasıl ifade ettiklerine göre mi tasnif edeceksiniz? Eğer bu sorulara ikna edici cevaplar verilebilirse, Türkiye’deki kimlik tartışmaları da sağlıklı biçimde cereyan etmeğe başlamış demektir.
Kaynaklar
AKSOY, Mustafa, 2009, “Avşarların Torunlar Oymağı Bağlamında Türkiye’deki Kimlik Bunalımının Sosyolojik Analizi”, Türk Dünyası Tarih Kiiitür Dergisi, Sayı 272-273, İstanbul.
AKTAY, Yasin, “Bir ırk olarak Türklük”, 1 Aralık 2013, Yeni Şafak gazetesi.
ARAŞ, Ahmet, 1968, “Doğu’da Feodalite Var mı?”, Ant dergisi, Sayı 138, İstanbul.
BİLGİN, Nuri, 1996, “Kimlikler Kültüreldir”, Türk Yurdu dergisi, Savı 221, Ankara.
BOST ANCI, Naci, 2006, “Millete Aidiyet Etnik Kimliklerle İlişkiyi Ortadan Kaldırır”, Türk Yurdu dergisi, Sayı 221, Ankara.
BRHTON, Roland, 2007, Dünya Dilleri, (Çev. O. Iurkay), NTV Yayınları, İstanbul.
BULUL, Faik, 1998, Horasan Kimin Yurdu, Berfin Yayınları, İstanbul.
EICKSTEDT, Egon Von, 1993, İlk Çağlardan Günümüze Türkler, Kiirtler, hanlılar (Çev. H. Işık), Fırat Yayınları, İstanbul.
EKREM CEMİL, PAŞA, 1998, Kürdistan Kısa Tarihi, Doz Yayınları, İstanbul. http://akunq.net/tr (Erişim: 18 Haziran 2012)
JENKS, Chris, 2007, Altkültür (Çev. N. Demirkol), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
KALMAN, M.,1994, Batı-trmenistan (Kürt İlişkileri) ve jenosid, Zel Yayıncılık, İstanbul.
KYMLICKA, VVill, 1998, Çokküitiirlü Yurttaşlık (Çev. A. Yılmaz),Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
LAZAREV, M. S. ve arkadaşları, 2001, Kürdistan Tarihi (Çev. İ. Kale), Avesta Yayınları, İstanbul.
M. EMİN ZEKİ, 1992, Kürdistan Tarihi, Beybun Yayınları, İstanbul.
MCDOWALL., D., 2000, Kürtler, Avesta Yayınları, İstanbul.
NİKİTİN, Bazil,1994, Kürtler Sosyolojik ve Tarihi İnceleme (Çev. H. Demirhan; C. Süreyya), Cilt 1-2, Deng Yayınları, İstanbul.
SMITH, Anthony D., 2002, Ulusların Etnik Kökeni (Çev. S. Bayramoğlu; H. Kendir), Dost Kitapevi Yayınları, Ankara.
ŞENEL, Alâeddin, 1993, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Bilim Sanat Yayınları, Ankara.
TACAR, Pulat, 1996, Kültürel Haklar Dünyadaki Uygulamalar ve Türkiye İçin Bir Model Önerisi, Gündoğan Yayınları, Ankara.
TORİ, Welate,l 991, Birlikte Olduğumuz Halklar, Koral Yayınları, İstanbul.
TORİ, Welate; TORİ, Nergıza,1991, Kürt Kökeni ve Büyük Boyları, Koral Yayınları, İstanbul.
TÜRKÖNE, Mümtaz’er, 2008, Türklük ve Kürtlük, Mavi Ufuklar Yayınları, İstanbul.
YAYLA, Atilla, 2004, Siyasî Düşünceler Sözlüğü, Adres Yayınları, Ankara.
Yayınlandığı Yer: Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı 116, Güz 2013, s. 28-35.
[i] Doç. Dr., Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi’nde öğretim üyesi