B
Bütün Dünyâca ‘Yüzyılın En Mühim Olayı’ olarak kabul edilen Türkiye seçimleri apaçık gösterdi, isbât etti ki:
1.Osmanlı Devleti’ne Avrupa’lıların yapıştırdıkları “imparatorluk” iftirâsı, toplu iğnenin ucu dokunmuş balon gibi patladı, söndü, mahvoldu: 14 Mayıs ve 28 Mayıs 2023 seçimlerinde, muhâfazakâr, Müslüman Türkler kadar, Yeryüzü’nün her yerindeki diğer Müslümanlar da duâ ettiler, hattâ, Filistin örneğinde olduğu gibi, Türklerden çok Araplar Erdoğan’ın ve Ak Parti’nin kazanması için duâ ettiler, kazanınca da BAYRAM Ettiler! Kendi başlarındaki yönetimden memnûn olmayan Müslümanların, Arapların, gösterilerde Türk bayrakları taşımaları ne demektir? Günümüzde İslâm Dünyâsı, kurtuluş, kalkınma, yükseliş için ümidini Türkiye’ye bağladığı gibi, geçmişte de, Müslümanların ümidini, dayanağını Osmanlı, daha önce de Selçuklu temsîl ediyordu. Osmanlı, Avrupa’lılar gibi sömürgeci, imparatorluk olsa idi, Osmanlı’nın devâmı olan Türkiye’deki seçimlerle Arap dünyâsı, İslâm dünyâsı böyle ilgilenir miydi? Türkiye’de Müslümanların, muhâfazakârların kaybetmesi endişesiyle uykusuz geceler geçirirler miydi? kendi geleceklerini Türkiye’ye bağlı olarak görürler miydi? Gönüllü olarak Türkiye’nin bir parçası olmayı nîçin istesinlerdi?
Bu, Müslümanların, Türkiye’nin kendine gelişini, kendilerinin de kurtuluşları olarak görmelerini isbât etmekte, yüz yıllık Avrupa propagandasının, Avrupa’lıların, oryantalistlerin, Arap ülkelerindeki ders kitapları yoluyla yüz yıldır târihi YANLIŞ öğretmelerinin, beyin yıkamalarının ‘Osmanlı, Araplar sömürdü’ iftirasının iflâs ilânıdır!
Erdoğan’ı diktatörlükle suçlayıp (hür, dürüst seçimlerin olduğu bir ülkede diktatör nasıl olunabilir?) Sisi’ye, Beşşar’a, ülkelerinde baskı rejimi uygulayan krallılklara ses çıkarmak, itiraz etmek şöyle dursun, onlarla iş birliği yapan, onları kullanan Batı’lı güçler ve içimizdeki uzantılarının da yenilgisini haykıran bu seçimler, gerçekten çok mühimdir, Türkiye’nin kendine gelmesi yolunda çok büyük bir adımdır.
2.Napolyon Bonapart 1798 yılında Mısır’ı işgal etti, Akkâ’da Cezzâr Ahmed Paşa’dan dersini aldı, Mısır’da da tutunamadı, İngiliz amiralinden izin alarak çıktı, Fransa’ya gitti. (Elde büyük deniz gücü olmadan Mısır’ın elde tutulamayacağını bilen Yavuz Sultân Selîm, 1517 yılında, Osmanlı donanması gelinceye kadar, Mısır’ı ilhâk ettiğini ilân etmemişti; Kim, görüş sâhibi devlet adamı? Napolyon mu? Sultân Selîm mi? asıl mühim konu: Türk çocukları, tarih kitaplarında böyle bir karşılaştırma, değerlendirme durumunu okuyorlar mı?)
Fransız harp tekniğini, askerî eğitimini kullanan Mehmed Ali Paşa’nın Mısır ordusu, maalesef iyice bozulmuş Yeniçerileri 1826 yılında ortadan kaldırıp da henüz yeni kurulan ordu kendini toparlayamadan, Kütahya’ya kadar geldi ve Osmanlı’nın zayıf şekilde devâm etmesini uygun bulan Avrupa’lı emperyalistler, orada İbrâhim Paşayı durdurdu. 1839 yılında, Osmanlı Devleti, ya ikiye bölünecekti veya Hânedân değişecekti. Bu konuyu, Mahmûd Clâleddîn Paşa, Mir’ât-ı Hakîkat adlı kitabında yazar:
“Devlet-i Aliyye’yi ikiye bölmek derecesine gelen Mısır gaailesini ortadan kaldırabilmek içün Avrupa’ya karşu te’mînât-ı fi‘liyye (fiilî, aktüel, somut garanti) göstererek, devletin bakaasına mu‘în-i hâricî (dış yardım/destek) bulmağa mecbûriyyeti (bulmak zorunda kalmış olması) … Mir’ât-ı Hakîkat, İstanbul 1326, c. I, s. 15.) (Yeni kurulmuş, tecrübesiz Osmanlı ordusunu birkaç defa yenmiş olan Mısır ordusu, Hânedânı da değiştirebilirdi, emperyalistlerin işine gelmedi.)
Evet, bu şartlarda, bu durumda, Osmanlı çâresiz iken mason Sadrâzam Mustafa Reşid Paşa (Türk çocukları, okul kitaplarında, onu hâlâ, “Büyük Reşîd Paşa” diye okur, öyle öğrenirler) İngilizlerin uygun gördüğü, dikte ettiği prensipleri, çocuk yaştaki (16 yaşını yeni doldurmuş) Pâdişah Abdülmecid’e gizli oturumlarla anlatarak benimsetti (İsmâil Hâmi Dânişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1971, c.IV, s.123) ve bu hususlar Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu olarak ilân edildi.
1839 yılında ilân edilen Tanzîmât budur!
Çağımızın büyük mütefekkiri CEMİL MERİÇ, Tanzîmây münevverinin (aydınının) durumunu, tutumunu iki kelimeyle özetler:
Aldanmak, aldatmak.
1839 yılındanberi, (25 yılda bir nesil/kuşak) değiştiğine göre, 7-8 nesildir, aydınımız(!) böyle, yanlış yolda yetiş(tiril)e gelmekte, statüko, her nesilde mayalana mayalana kemikleşme yolunda ilerlemektedir. Bu yanlış yörüngede imâl edilmiş düşünce özürlüler de, “Tanzîmât ne getirdi, ne götürdü? Bir baksak!” diyenleri, çağdaşlaşmaya karşı çıkan kişiler olarak görmektedirler.
Bu Fermân’la, yine Mustafa Reşid Paşa’nın 1838 yılında Baltalimanı anlaşmasıyla İngilizlere bahşettiği gümrüklerle ilgili “ticarî kolaylıklar” da garanti altına alınmış oluyordu. Diğer Avrupa’lı hükûmetlere de “benzer kolaylıklar” tanındı.
İkinci darbe, artçı deprem 1856 yılında İslâhât adı verilen Ferman’la geldi: Osmanlı tebeaası olan herkes, Müslüman, kâfir, kim olursa olsun, kimyadaki “renksiz, kokusuz, tatsız” t’arifine uygun olarak, aynı kabul edildi, kâfire “kâfir” demek YASAK EDİLDİ. “din, dil ve ırk îtîbâriyle her hangi bir cemâatin diğer bir cemaatten aşağı tutulduğunu gösteren kâffe-i ta‘bîrât ve elfâz u temyîzât muharrerât-ı dîvâniyyeden ilel-ebed mahv u izâle edilecektir. (din, dil ve ırk bakımından bir cemâatin başka bir cemaatten aşağı tutulduğunu gösteren bütün deyimler, sözler ve ayırdediciler resmî yazışmalardan sonsuzluğa dek kaldırılacaktır)”Vergide eşitlikle cizye kalkıyordu. Cizye’nin mâhiyeti çok farklıdır; diğer vergilere benzemez. Osmanlıya yenileşmeyi dayatan gayrı müslimlerin, bu yenilik hareketlerinin devâmında, 1856 daki İslâhât’ta, cizyenin kaldırılışını dayatmaları tesâdüf değildir.
Ayırdedici sözler’den biri, Müslüman olmayana kâfir denilmekte olmasıydı,Islâhât Fermânıyla, bu yasaklanmış oldu. Evet 1856 yılında, kâfire ‘kâfir’ demek yasaklanmıştır. O devirde yapılan bir karikatürde; bir gayrı müslim, kendisine kâfir diyen Müslümanı karakola giderek şikâyet eder. Karakoldaki görevlinin, Müslüman’a: “Halâ anlatamadık mı, artık kâfire ‘kâfir’ demek yasak” dediği görülmektedir!
Böylece DURUŞ KAYBINA UĞRADIK ve bu DURUŞ KAYBI, kendini “aydın” zanneden diplomalılarımızın çoğunda devâm etmektedir! Diploma hamallarımızın çoğu, gâvura “gâvur” demenin AYIP OLCAĞINI zannetmektedirler. Oysa, hakaret kasdı olmaksızın, Müslüman olmayanını bir niteliğini belirtmek üzere, pekâlâ, gâvur İngiliz, gâvur Fransız… denilebilir; Müslüman olsun, ‘Müslüman” diyelim. Hakaret kasdı olmaksızın ‘gâvur’ diyen, her şeyden önce, kendisinin Müslüman idiğini hatırlamakta, belirtmekte, ikinci olarak da bir DURUŞ ortaya koymaktadır.
DURUŞ kaybına uğramış, belli bir duruş’u olmayan diplomalılarımızın, seçimi yerli değerlerin kazanması üzerine Medya’da yankılanan şu cümlesi, müthiş bir gerçeği haykırmaktadır:
Halkın cehâletini hafife aldık!
Halbuki, kendileri, okumuş câhil hâline gelmişlerdir, cehâleti tahsîl etmişçesine halkın, milletin değerlerine YABANCI kalmışlardır. Dayatılmış olan Tanzîmât’la girilen yolda öğrenim görmüşler, kendilerine, Türk milletine, “yabancının baktığı” gibi, “o açıdan” bakma alışkanlığıyla imâl edilmişler, düşünme özürlü olarak yetiştirilmişlerdir. Demek ki,
İkinci Konu: Türk Milleti, BASÎRET SÂHİBİ olduğunu göstermiştir.
***
4 Hazîrân 2023
,